Bugüne kadar sayısız konser izledim (hatta bazı izlediklerimi unutacak kadar çok) ama izlemek isteyip de izleyemediğim iki grup kalmıştı. Biri Coldplay, biri de Radiohead. İşte sonunda bucketlist’imdeki bir maddenin yanına daha tik attım ve Coldplay’i “Music of the Spheres” turnesinin Berlin ayağında yakaladım. Ama bu demek değil ki bir daha izlemeyeceğim! Bence ben kesin bir sürü Coldplay konseri izleyeceğim.
İpek ATCAN / [email protected]
Hikayem aslında ilginç başlıyor. Aylar öncesinde “Music of the Spheres” turnesi için (kasım ayında) alınan bilet, sonra o bileti bir saçmalıkla satmam, sonra davetiye ile gitmem (Warner Türkiye’ye teşekkürler) ve daha nicesi. Ama bu kısım biraz daha yakın arkadaşlarla “kihkihkih” diye gülünecek kısım. O sebeple hızlıca Berlin‘e ve konsere geçiyorum. Bir Berlinci olmasam da her gittiğimde düzenden ve sakinlikten mest oluyorum. Bu gidişimde Berlinci olmuş bile olabilirim, bilemiyorum. Konser bahanesiyle birkaç günü orada geçirmek güzel oldu özetle. Konser günü trenle Olimpiyat Stadı‘na doğru yol alırkenki heyecanımı size anlatamam. Yurt içi ve yurt dışında birçok büyük konser izledim bugüne kadar ama Coldplay için ergen gibi heyecanlandım. Stadın önünde nizami bir şekilde sıraya girmiş 7’den 77’ye insanı görmek başlı başına güzeldi. Eline gitar almış Eagle Eye Cherry cover’layan adam mı dersiniz, bir köşede çimenlere oturmuş arkadaşlarıyla bira içen ekip mi dersiniz… İnsan kendi ülkesindeki stat konserinde sadece su içebilirken hafif hayıflanıyor tabii. Sonra da “12 sene önce böyle değildi” diye düşünmekten de kendini alamıyor…
Coldplay öncesi London Grammar
London Grammar öncesi Alman bir sanatçı sahnedeydi, Zoe Weiss. Açıkcası ben pek beğenmedim. Ama sahnede Coldplay‘den önce çıktığı için heyecanını anlatırken ağlamaklı olması çok şekerdi. London Grammar‘ı ise en son ya 2015’te ya da 2016’da New York‘ta izlemiştim. O zamanlar çok da hakim değildim gruba ama arkadaşım sayesinde tanışmış ve çok sevmiştim. Konserde olan tanıdıklarım içlerinin baydığını söylese de açıkcası ben çok keyif aldım. ‘Wasting My Young Years’, ‘Hey New’ ve ‘Strong’ gibi bir sürü hit’ini çaldı, daha ne olsun? Yalnız tam bir kadın yorumu yapayım, Hannah Reid‘in sahne kıyafeti bizi üzdü. Tam bir “evden 3 gündür çıkmadım outfit’i”ydi. Gerçi çok da önemli mi? Değil. Laf olsun 🙂
Ve Coldplay…
24 şarkılık muhteşem bir setlist ile sahnede olan Coldplay‘in unutulmaz bir gece yaşattığı aşikar. Konser öncesi dağıtılan ve bileklerimize taktığımız radio transmitter ile yönetilen bileklikler bile kendi içinde başka bir heyecan taşıyordu. “E.T” filminden ‘Flying Theme’ ile sahneye çıkan ekip bir türlü kanımın ısınmadığı ‘Higher Power’ ile başladı konsere. Ardından ‘Adventure of a Lifetime’ ve ‘Paradise’ ile devama etti ki tek kelimeyle muhteşemdi. Konseri daha henüz başlarda çaldıkları ‘The Scientist’ ile bir miktar zirveye taşıdıklarını söyleyebilirim. Öndeki sahneye doğru geçtiklerinde, London Grammar‘dan Hannah Reid‘i sahneye aldılar ve ‘Let Somebody Go’nun piyano versiyonunu çaldılar. ‘In My Place’, ‘Yellow’, ‘Clocks’ derken aslında hayatımın ne çok döneminde soundtrack’im olduklarını fark ettim. Bir yandan konseri izlerken bir yandan da sayısız anı geçti aklımdan. Bir de “Everyday Life” albümünün tam pandemiden önce online ve canlı yapılan lansmanından sonra ben Chris Martin‘e büyük aşık olmuştum. Ortaokullu gbi duvarıma poster asmama ramak kalmıştı. O albüme yer vermelerini de çok isterdim ama maalesef ki vermediler. Sadece ‘Human Heart’ öncesi intro olarak ‘Sunrise’ çaldı. ‘Something Just Like This’te sahneye Ukraynalılardan oluşan bir çocuk korosu çıktı, tek kelimeyle harikalardı. Chris Martin de Ukrayna’daki savaş sonrası Almanya’nın göçmen politikasını övdü. Söylemek istediğim çok şey var ama siyasete girmek istemiyorum 🙂
‘A Sky Full of Stars’ öncesi sahanın ön taraflarında birileri fenalaştı. O konu hallolduktan sonra Chris Martin telefonlarımızı bırakmamızı ve şarkıya eşlik etmemizi rica etti. 75 bin kişiden kaçı bu ricaya uydu acaba? Ben uydum mesela! ‘Humankind’ ve ‘Fix You’ ile devam eden konser son klipleri de olan ‘Biutyful’ ile son buldu. Ne zaman başladı, nasıl bitti anlayamadım. Resmen göz açıp kapayıncaya kadar son buldu. O kadar tadı damağımda kaldı ve o kadar yetmedi ki bana, bir yerlerde tekrar yakalamam şart.
Chris Martin ile tanışmam
Bir şeyi çok isteyince olur derler ama ben genelde pek inanmam 🙂 Neyse hayaller büyük tabii ama bu tanışma inanılmaz bir denk gelişti. Hatırı sayılır bir sürenin ardından Berlin‘i ziyaret eden grup, isteyen az sayıda basın mensubuna “hello!” yapmak istemiş. Bunu da konserin sonlarına yaklaşırken öğrendik ve kendimi konser sonunda bir anda backstage’de buldum. Sadece kısa bir el sıkışma, benim Türkiye’den olduğumu belirtmem, Chris Martin‘in “Hiç oraya konsere gelemedik” yorumu, benim fotoğraf çektirmek istemem -bence Chris Martin‘in ve bütün ekibin buna ok olması- ama yanlarındaki görevlinin buna izin vermemesi, İstiklal Marşı ve kapanış şeklinde bir tanışmaydı. Hem göze hem de kulağa hitap eden konserin sonunda kendime şunu sordum, “Chris Martin sahnede olmasaydı kendisine yine aşık olur muydum?”. Şaka şaka tabii ki kendime bunu sormadım, üzerinden 36 saat geçmişken hala kafamda dönen konser görüntülerinden kopamıyorum. Bu akşam ve yarın akşam da Berlin’de konserleri var. İzleyecek olan herkesi, sanki hiç izlememişimcesine çok kıskanıyorum. Nice Coldplay konserlerine!
Ps. Bugüne kadar onlarca yerli ve yabancı isimle bir araya gelmiş biri olarak en büyük hatamı anı olarak hiç fotoğraf çektirmemiş olarak yorumlamıştım. Çünkü pek sevmiyorum bu selfie dünyasını. Kırk yılda bir hatamı telafi edeyim dedim o da olmadı iyi mi? 🙂