Bazı diziler fazlasıyla popüler olmuş dizilerin arasında kaynayıp gider. Görünmez olurlar. Aslında ne kadar iyi oldukları da kabul edilir ama nedense ana akım medya mecralarında çok bahisleri geçmez…
Neslihan Atcan ALTAN
Evet, belki öyle kalmaları ve kendilerine has hayran kitlelerinin gönül bağından beslenmeleri yeterli olabilir ama olmasın bence. İşte bu yüzden beni derinden etkileyen bu dizilerden üçünü hatırlayalım istedim.
The Shield
Mesela polisiye, dram, suç türlerini bünyesinde tam kıvamında mayalamış bir “The Shield” vardır ki orada Michael Chiklis‘in canlandırdığı Vic Mackey karakterinin ve ekip arkadaşlarının fotoğrafları “toksik maskülenlik”’in sözlük karşılığının yanına, altına, üstüne, çeperine gönül rahatlığıyla konulabilir.
Hudut tanımayan ahlaki bir çöküş, sosyal ve kişisel yozlaşmanın toplumu korumakla yükümlü kurumlarının her hücresine sızmışlığı, Los Angeles’in sefil yüzü, ırkçılık, mafya, dostluk, komplolar ve daha ne ararsanız bulacağınız bu dizinin bazı bölümlerini izlerken epey zorlandığımı hatırlıyorum. “Breaking Bad”in efsane karakteri Walter White‘a karşı hissettiğimiz tutarsız sevgi ve nefret duygularımızı, bu dizide de LAPD’de (Los Angeles Polis Teşkilatı) ayrı, başına buyruk ve bazı aşırılıkları başarılarından dolayı görmezden gelinen bir suçla mücadele timinde görev alan her bir üyesine yöneltmemiz mümkün.
Maharetli oyunculukların, dizinin keskin ve alabildiğine sert senaryosunu izleyiciye öyle bir geçirişi var ki, insan kendini yerine koyduğu her karakter için farklı ikilemler içinde, kimi zaman çaresiz, kimi zaman öfkeli, kimi zaman da çok güçlü hissediyor. Özellikle bu güç hissinin verdiği yenilmezlik sanrısının insanları nasıl yok ettiğini ve edeceğini gözlemlemek de ayrı bir deneyim.
İnsan kendini dizinin bilhassa son birkaç bölümünde bireyin kişisel özgürlük uğruna neleri feda edilebileceği konusunda sorgularken buluyor. İzlemeyen bir el atsın artık.
Better Things
Sevgili benden küçük kız kardeşlerim, bu diziyi izleyin çünkü “Better Things” dışında 50’lerine yaklaşan ve 50’sini geçen bir kadın olmanın Pamela Adlon’ın canlandırdığı Sam Fox karakterini merkeze koyarak çoğumuz için ne anlam ifade ettiğini/edeceğini gözler önüne seren, menopoz ve sonrası gibi bir kadının hayatındaki en keskin dönüm noktalarından birini bu gerçeklikte, bu çarpıcılıkta anlatan başka bir dizi bilmiyorum. (Sessizce bu yazıyı kapatıp çıkanları duyar gibiyim. Gitmeyin, durun; izah edeyim)
Bir kere “Californication” dizisinin en çılgın ve cinsel enerjisi en yüksek karakteri Marcy‘yi korkusuz ve cesur performansıyla bizlerle birleştiren, aşık olduğum “Louie” dizisinde Louie karakterinin gerçek aşkı Pamela’yla kalbimizi bin parçaya bölen bu inanılmaz oyuncu, yazar, yönetmen ve yapımcı kadın ne yapsa izlenir ki bu dizi zaten en fazla kendisinin ve Louis C.K’in eseri.
Tamam başka nedenler de mi lazım? O zaman dizinin Los Angeles’ta geçmesi, ana karakter aktör Sam Fox’un, kariyeri, farklı yaşlardaki üç kızını tek başına yetiştirme çabası, yani anneliği ve kızları, arkadaşları, sevgilileri, annesi, kardeşi, eski kocasıyla olan ilişki dinamikleri, ailedeki tüm kadınların batıl inançları, bölüm aralarına serpiştirilmiş büyülü gerçekçilik örnekleri, ilk sezonun beni her bölüm başında zıngır zıngır ağlatan “opening credits” müziği (John Lennon– ‘Mother’) ve diğer sezonların da beni ağlatmasa da etkileyen müzik seçkisi ve daha bir sürü sebep var. Pşşt! Hala beni okuyanlar, akıllıymışsınız; bakın diyorum pişman olmayacaksınız.
Louie
Gelelim benim gözümde stand-up komedi dalında George Carlin kadar iyi ve dolayısıyla kendisiyle en iyi olma mertebesini paylaşan Louis C.K.’in müstesna dehasını nakşettiği eşsiz eseri “Louie”ye. New York’ta yaşayan, çalışan ve kızlarını büyüten başarılı bir komedyenin hayatına onun perspektifinden dahil olduğumuz Louie, Louis C.K.’in yaşamından fazlaca hikaye içermekte. Boşanmış bir baba, orta yaşların ürpertici gerçekliğine alışmaya çalışırken bir yandan da yeni insanlarla iletişim ve ilişki kurmanın zorluğu üzerinden anlatıyor hayatı bize. Sadece yeni insanlar değil, kızları, eski karısı, dostları da tabii ki Louie’nin hikayelerine kendi renkleri ve bireysellikleriyle dokunuşta bulunuyorlar. Bu hikayelere gülerken inceden inceye karamsarlığa sürüklendiğimiz ve bir anda kendimizi zorlukla yutkunur ya da hafifçe ağlarken bulduğumuz (ben ağlamadım, bir arkadaşımdan bahsediyorum.) anlar dizinin ne üstün bir zekâ ve titizlikle yazıldığının en büyük kanıtı.
Üstelik hemen her bölümde aşırı tatlı sürprizler şeklinde karşımıza çıkıp Louie’ye eşlik eden diğer ünlü komedyen ve oyuncular da cabası: Robin Williams, Susan Sarandon, Marc Maron, Sarah Silverman, Ricky Gervais, Jerry Seinfeld, Amy Poehler ve David Lynch. Evet, David Lynch. Bu saydıklarım Louie gezegeninden görünen yıldızlardan sadece birkaçı. Devamı için ekran başına bekliyorum sizi. Son bir şey söyleyip kaçacağım. Lütfen ama lütfen Louie her zaman gittiği aile hekimi ünvanı taşıdığını düşündüğüm doktoru korkunç bir bel ağrısı için ziyaret ettiği sahnede doktorun konuyla ilgili açıklamasını dinlerken aklınıza bu yazı gelsin. Şimdiden rica ederim.