Henüz üzerinden çok vakit geçmemişken Berlin Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştirmiş hatta ödül kazanmış filmleri izleyebilmemiz İstanbul Film Festivali’nin sunduğu nimetlerden biri. Festival günlüklerimize o filmlerden biriyle, yeni Alman sinemasının en güçlü temsilcilerinden Angela Schanelec’in son filmi “Music” ile devam ediyoruz.
Kaan DENK / [email protected]
42. İstanbul Film Festivali programına uzaktan bakınca bile sinemaseverlerin gözünde parlayan bir film “Music”. En son yine Berlin’de en iyi yönetmenlik için verilen Gümüş Ayı’yı kazanan 2019 yapımı “I Was at Home, But…” ile kariyerinin en özel filmlerinden birini yapan Angela Schanelec’in imzasının bu ilgide payı büyük tabii ki. Ne de olsa Schanelec, Almanya’nın son 20 yıldır en ilgi çekici filmlerini üreten ve Christian Petzold, Thomas Arslan, Christoph Hochhäusler gibi isimlerle birlikte “Berlin Okulu” adı altında anılan kuşağın en yaratıcı temsilcilerinden birisi. Festivale konuk olduğu son filmi “Music” ise Oedipus mitinin modern ve Schanelec usulü bir yeniden anlatımı.
73. Berlin Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülünü kazanan film, Yunanistan kırsalında henüz yeni doğmuşken terkedilmiş bir bebeği onu hiç tanımayan bir çiftin bulup evlat edinmesiyle başlıyor. Ancak henüz ilk andan itibaren filmde gördüğümüz hiçbir şey net bir şekilde bir gerekçeye ya da gelişime gerek duymadan gösteriliyor. Ardı ardına beyazperdede beliren imajların aktif seyirci rolünde bizde uyandırdığı anlamları takip ederek bu birbirinden kopuk parçaların bizim tarafımızdan birleştirilmesini talep eden bir sinema diline sahip “Music”. Yani arkanıza yaslanıp her gördüğünüzle ilgili bir açıklama bekleyerek izlemeniz halinde hem filmden herhangi bir keyif almanız olası ne de filmin öykündüğü mite dair izler bulmanız. Schanelec’in sinemasına aşina olan izleyiciler için çok radikal bir yenilik olmasa da “Music”in bu konuda seyirciden daha çok çaba talep eden bir film olduğunu da belirtelim.
Nihai gelişmeler her ne kadar filmin, Yunan mitolojisin en meşhur trajedilerinden Oedipus’dan izler taşıdığını belli etse de bu bağlantıyı kurmayı dahi seyircisine bırakan bir bulmaca sergiliyor film. Schanelec’in bu kimilerine göre “cool” kimilerine göre zorlayıcı sinema dili “Music”i, sinema salonunda konforlu bir izlek tercih eden seyirciler için katlanmak durumunda kaldıkları bir 110 dakika haline getiriyor. Yönetmenin sinemasının en başından beri ortaya koyduğu ve bugün artık en olgun, en yaratıcı örneklerini izlemeye başladığımız bu anlatım dili eskisinden olduğundan çok daha umarsız ve taze. Zaten Schanelec’in asırlardır anlatılmış, okunmuş klasik bir tragedyanın yeniden anlatımı için kolları sıvadığını duyduğumuzda kendisinden çok daha farklı bir film beklenemezdi.
“Klasik bir hikaye sinemada neden ve nasıl yeniden anlatılmalı?” sorusunu, o hikayeyi yeniden anlatmaktan daha çok önemseyen bir tavırdan bahsediyoruz aslında. Filmin adının kasıtlı olarak farklı bir sanat dalını işaret etmesi ve anlatısının orta yerinde klasik bir öge haline getirmesi bile Angela Schanelec’in bu oyunbozan ya da oyunbaz tavrının en net göstergelerinden biri. Sonuç olarak “Music”in, takip etmeye gayreti ve niyeti olan izleyiciler için keyif alınılabilecek soğukkanlı bir film olduğunu belirtelim. Ancak bu avangart dili sergilerken daha önceki filmlerinde gördüğümüz iyi örneklerine kıyasla çok daha sarkık bir kurguya ve kasıtlı olan tercihlerin dışında bir ritim kaybına sahip olduğunu da eklemek gerek.