Ana SayfaÖzel DosyaFilmlerde bizi kalbimizden vuranlar

Filmlerde bizi kalbimizden vuranlar

Arkadaşlar, ben gizli romantiklerdenim; kimimizin öküz diye nitelendirdiği. Ama bilirim ki kalbim çoğu tanıdığımınkinden daha kırıktır. Neyse. Bazı filmlerin bazı sahneleri kalplerimize çentik ata ata zihinlerimize işlemiştir. İşte o filmler…

Neslihan Atcan ALTAN

Dünya sinemasından Hollywood’a -Hollywood ne sinemasıysa- vereceğimiz örnekler tefrika halinde çokça yılı bulacak yazı dizisine döner. Ne bileyim Les Amants du Pont-neuf’dan (anırarak ağladıklarımdan) “Punch-drunk Love”a, “In the Mood for Love”dan, Benim Marlon ve Brandom’a, “Love Actually”den -oradan buraya nasıl geldim ben de bilmiyorum- “Notting Hill”e, “Duvara Karşı”dan -Notting Hill’le Duvara Karşı’nın yan yana geldiği başka yazı zor bulursunuz. Belki de öylesi sizin hayrınızadır- “The Bridges of Madison County”ye uzar gider. Hafif, komik, ağır, depresif yüzlerce film ismiyle dolabilir bu yazı yani.

Neyse, ben kendi filmlerimden tıknaz ve bodur bir seçkiyi sizlerle paylaşacağım. Bunların biri karakterlerin birbirlerine aşık olma anıyla beni umutlandırırken, diğerleri birbirlerinden vazgeçişleriyle depresyonuma temel atma töreni düzenleyip üzerime çimento dökmüşlerdir. Buyrun bahsettiğim suçları işleyenlerden bir dörtlü:

American Honey (2016)

Bu filmi kimsenin okumadığı blogumda da yazmıştım. Beni o kadar etkilemişti. Yoksulluk ve çaresizlik içindeki gençlerin hayata tutunma ve kendilerini bulma yolculuğunda Star (Sasha Lane) isimli kadın karakterin berbat bir zamanda büyük bir süper markette Jake’le (Shia LeBeouf) tanışma anı benim gördüğüm -belki de zamanında yaşadığım için- gençliğin o en tutkulu, en aşırı, en şiirsel boyutta yaşanan aşklarının en güzel ve gerçekçi örneklerinden biri. Sahnenin görünmez kahramanı Rihanna’nın We Found Love’ isimli parçası. Rihanna eşliğinde birbirlerinin varlığını fark eden ve gerçekten çok umutsuz yerlerde olan bu iki gencin, o şarkı süresince birbirleriyle olan etkileşimleri hala kalp odacıklarımdan birinde ikamet etmektedir.

The Royal Tenenbaums (2001)

Sözde organik elit Gwyneth Paltrow’un ustaca canlandırdığı tek karakter olan Tenenbaumlar’ın evlatlığı Margot Tenenbaum -gitti romantizmim bu kadına sinirim yüzünden. Anneannem böylelerine münevsiz derdi. Ne demekse?- ve evin oğullarından Richie’nin (Luke Wilson) imkansız ama hala çocuksu ve platonik kalmış aşklarının bize tatlı tatlı -tatlı tatlı derken, sahnenin sonunu hatırlamıyor muyum acaba?- hissettirildiği çadır sahnesi unutulmazlarımdan biridir. İkisinin kedi gibi yan yana oturup mırıl mırıl birbirleriyle konuşmaları, Richie’nin marketten yumurta almayı unuttum dercesine sıradan bir üslupla gerçekleştirdiği ilan-ı aşkı, yıllarca birikmiş özlemlerini bir öpücükle dindirme çabaları, arkada The Rolling Stones’dan çalan ‘Ruby Tuesday’ ve Margot’un Richie’inin kollarındaki dikişleri öpüp, çadırdan çıkarken ettiği o son lakırdı. Ben Richie olsam gider kollarımı tuza banardım. Aşkın imkansızı da bir yere kadar güzel kardeş. Bkz. Fleabag”.

Dangerous Liaisons (1988)

Bu filmin -kitaptan uyarlanma- adını ağzınıza alırken önünüzü ilikleyeceksiniz falan diye sapıtmayayım en iyisi. Glenn Close, John Malkovich, Michelle Pfeiffer Olympos dağından inmişler bir film çekelim demişler ve bana film izlerken kırmız şarap içme ritüelini kazandırmışlardır. O zamanın aşırı tıfılları Keanu Reeves ve Uma Thurman’ı da unutmayalım. Gerçi unutsak da olur. Muazzam bir aşk üçgeninin hikayenin çatısını oluşturduğu bu filmde egonun aşk karşısında kazandığını sanan sefil bir kavram olduğu bahsettiğim aşk üçgeninin üç köşesi de tamamen yok edilerek gözler önüne seriliyor. Bu filmden üç sahneyi sizlerle bağrım yana yana paylaşacağım. Erdemli kişiliğini ve cemiyetteki itibarını evlilik dışı bir aşkla lekeleyen Madame De Tourvel (Michelle Pfeiffer), Vicomte De Valmont (John Malkovich) tarafından menfur bir bahis uğruna kandırıldığını bariz bir kadına şiddet sahnesiyle öğrendikten sonra aşk acısı ve avlanmış olmanın utancıyla yataklara düşer. Ama asıl bilmediği Valmont’un da kendisini ölesiye sevdiği ama bahsi kaybetme ihtimalini aklına bile getiremeyecek kadar egoist bir birey olduğudur. Ne yazık ki, Valmont’un kendisine Danceny (Keanu Reeves) aracılığıyla ulaştırdığı aşk ve pişmanlık dolu sözler kulağına fısıldandığında Madame de Tourvel’in ağzından sadece şu cümle dökülür: “Enough… Draw the curtains.” (Yeter… Perdeleri kapatın) Bu cümleden Valmont’u affetmediği ve kendisiyle birlikte onu da son bir kez cezalandırdığını mı anlamalıyız bilemiyorum. Bu bir… Geldi ikinci sahne: Vicomte’un Danceny’yle (Keanu Reeves) olan sonucunu kendi ölümü yönünde planladığı düellosunda ettiği son sözler… Az önce ilk sahnede bahsettiğim. Kadıncağızın artık “Bırak ya, neyse ne” gibisinden tepki koyduğu hani -Gitti yine benim romantizm- Sahne üç: Filmin kötü kadını benim sarı tanrıçalarımdan -diğer ikisi Meryl Streep ve Cate Blanchet- Glenn Close’un canlandırdığı Marquis de Merteuil karakterinin Valmont’un ölüm haberini aldığında can havliyle verdiği tepki. Bir kaybın keskin ve amansız acısını bu şekilde ete ve kemiğe bürümek ve izleyiciyi yerden yere vurmak her ana yiğidin harcı değildir. Zaten bu performansına Oscar verilmemesi -Tüh! Akademi ödülleri diyecektim- hainliğin daniskası. Ay bakın yine fena oldum.

Tous Le Matins du Monde (1991)

Bu film hikayesi, oyuncuları, soundtrack’i, prodüksiyonu, kısacası, her şeyiyle beni delirtmiş olan bir filmdir. 17. yy’ın önemli barok müzisyenleri Marin Marais (Gerard/ Guillaume Depardieu – Baba-oğul karakterin gençlik ve erişkinlik dönemlerini canlandırıyorlar- ve Monsieur de Sainte-Colombe (Jean-Pierre Marielle) merkezli hikayede gerçek karakterlerin başına gelen kurgu olayları izliyoruz. Ama ne izlemek… Monsieur de Sainte-Colombe gibi dillere destan bir müzisyenin keman öğrencisi olmayı başaran yetenekli ve hırslı kemancı Marin Marais adamdan ders almakla kalmaz, bir de kızının gönlünü çalar. Tüm varlığıyla Marais’ye aşık olan Madeleine (Anne Brochet), Marais’nin başarılı olması için didinirken Marais, Madeleine’in kız kardeşiyle birlikte olur. Sonrasında Marais’yi hiç affetmeyen ve aşkından yataklara düşen Madeleine utanmaz ve hoyrat Marais’nin kendisine hediye ettiği ayakkabının bağcığıyla o nazik boynuna bir ilmek yapar, sayvanlı yatağının (hani üstü kapalı karyolalar oluyor ya) üst kısmına da ipi bağlar ve intihar eder. Ben de her defasında Madeleine’in mavisi asil gözlerini düşünürüm, kalbinin kırıklarını, babasının annesinin hayaletiyle içtiği çayları, aşka hak ettiği muameleyle düşenleri ve bir de aşkı hiç hak etmeyenleri. Marais gibi.

Sizden de bekleriz aşk temasıyla hayatınızda yer etmiş filmleri duymayı. İki efkarlanalım ama üç de gülelim. Bıktık efkardan ayol. Hadi bana eyvallah.

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR