Body Horror’ı yakından inceleyeceğimiz yazımıza hoş geldiniz!
Neslihan Atcan ALTAN
Body Horror Denince
Korku sinemasının Body Horror ya da Biological Horror dediğimiz alt janrı akla geldiğinde -niye gelecekse- David Cronenberg beyefendinin ismi de o bahsi geçen akılda belirir. Ki, kendisinin bu türle yakın temasının ele alındığı yazımıza şuradan ulaşabilirsiniz. Cronenberg’in şaheserleri dışında üç adet body horror numunesine de bu yazıda değineceğiz çünkü bu tür son yıllardaki örnekleriyle Cronenberg’in ekolünün istikrarlı bir şekilde devam ettiğini hepimizin ödünü deli kızın çeyizi gibi işleyerek -gerçekten şu an ne dediğimi bilmiyorum- göstermekte. Hazır Halloween de yaklaşırken hadi buyurun topluca ilkel korkularımızı ve kolektif bağlarımızı kronolojik bir sıralamayla diriltmeye.
“Teeth” (2007): Zorla güzellik olmaz
“Teeth” benim gözümde birçok farklı kültürde bulunan vagina dentata isimli folklorik hikayeden esinlenmiş olması sebebiyle son derece derin okunabilecek bir body horror örneği. Tamam, film bir Cronenberg işi değil ama feminist okumaya ziyadesiyle yer açan ibretlik bir hikaye. Kadın bedeninin eril düzende en çok da tecavüz yoluyla imhasından ve/veya tahakküm altına alınmasından kurtulma işini filmde Dawn (Jess Weixler) isimli karakter üstleniyor. Kendi cinsiyeti ve cinselliğini toplumsal normlar dahilinde keşfedip yaşamaya çalışan Dawn’ın az önce bahsettiğim korkunçluklarla baş etme yöntemi epey “dişli” bir organını kullanmak oluyor -Spoiler vermeyeceğim diye uğraştım ama daha net olamazdı anlattığım şey-. Gücünü erkeklerin sahip olmak ya da yok etmek arzusuyla yanıp tutuştukları organından alan Dawn, kimliğinin bu yeni parçasıyla kendini arama, bulma, anlama süreçlerine doğru cezalandırıcı ve intikama susamış bir tavırla yola çıkıyor. Gerisini izleyin bakalım, neler yapıyor Dawn hanımefendi.
“Tusk” (2014): Ne oldum dememeli
Kevin Smith’i 1994 yılı yapımı efsanevi “Clerks”ten tanımayan varsa filmi derhal bulup yutsun. Zira, benim nazarımda kendisinin sonraki işlerinden çok azı “Clerks”e yaklaşabildi. Mesela “Chasing Amy” (1994) kesinlikle çok tatlı bir işti. Ne yazık ki “Tusk” şanlı “Clerks”e yaklaşamayan -gerçi tür olarak da kıyaslanacak bir durum yok- aşırı sinir bozucu bir body horror örneği. Justin Long, Michael Parks, Lili-Rose Depp ve Haley Joel Osment gibi renkli oyuncularla şenlenen yapım, Smith’in “True North Trilogy” serisinin ilk filmi olarak planlanmış. Serinin ikinci filmi “Yoga Hosers”ı (2016) da hatırlarsınız belki. Gerçi Johnny Depp’in konuk oyunculuğu dışında benim gözümde “evlat olsa sevilmez” kategorisinde çürüyen bir yapım ama olsun hakkını da yemeyelim -Nasıl? – Neyse “Tusk”tan elimden geldiğince kaçmaya çalıştım ama anlatayım bitsin: Ya, delinin teki (Michael Parks) eline düşen kurbanını (Jason Long) türlü tiksindirici fiziksel müdahalelerle deniz ayısına/morsa dönüştürüyor. Bedenine uygulanan bu akıl almaz işkence ve dönüşüm sürecine şahit olmamız yetmezmiş gibi zihinsel ve psikolojik olarak da insan Wallace’ın -evet, walrus-wallace: dahiyane ses benzeşimi (!)- silinişine tanıklık ediyoruz. Yani buna kim tanıklık etmek ister abilerim, ablalarım? Bence izleyin, o ayrı.
“Titane” (2021): Beden Empatisi
Hepimiz biliyoruz ki insan bedeni son derece mucizevi bir şekilde işleyen ama ölmeye mahkum bir organizma. Bu mevcudiyet tıkır tıkır çalışsa da aynı zamanda çok güçsüz ve zavallı ve tehditlere her anlamda açık. Hepimizde ya da çoğumuzda var olan bu beden algısı body horror’da en çok üstüne gidilen ve altı çizilen olgu. Tıpkı haşmetli Julia Ducournau’nun “Titane” (2021)’ında olduğu gibi. Bir röportajında insan bedeninin üzerindeki tahribatı izleyicilerin dikkatini çekmek için kullandığını söyleyen Ducournau, “Titane”da filmin ana karakteri Alexia’nin bedenine yaptıkları ya da çektirdikleriyle izleyicide acil bir beden empatisi kurma hissiyatı yarattığını belirtiyor. Tıpkı gerçek hayatta bacağını kıran birini gördüğümüzde bunun acı verici olduğunu anlamamız gibi çünkü aniden hissettiğimiz beden empatisi bizi birbirimize bağlıyor. Yani diyor ki bedene çektirilene ortak olur insan beyni. Hatırlasanıza ayol, Alexia’nın insanlıktan öteye taşıdığı ya da taşımaya çalıştığı hamile ve insan-makine hibridi bedenini! Peki, o burnunu kırışı? Alexia’nın insan bedenini küçümseyişi ve kendini dönüştürme çabası yine insanın sınırlılığıyla son buluyor. Biz de aciz ama yine de çok güzel bedenlerimize sarılmış buluyoruz kendimizi. Ya da bunu sadece ben ve bedenim yaşıyoruz.
Ya, işte böyle. Daha bahsetmediğim bir sürü film var. Mesela 2008 yılı yapımı “Martyrs” bence bu janrda incelenmesi gereken inanılmaz sert, vahşi, derin ve tahammül edilemeyecek derecede acıtıcı bir filmdir. Öyle ki gerçekten anlatacak gücüm yok. İlk izlediğimde korkudan sabaha kadar uyuyamadığımı belirtmek isterim. Gerçi korkak bir tipim, o ayrı. Sonra, Pedro Almodovar’ın “The Skin I live in”i (2011) yine bence bu alt türün bir örneği olarak analiz edilebilir. Sonuçta body-horror’un çoğu örneğinde bir “mad scientist” yani kafayı kırmış bir bilim insanı sadizm, egoizm, tanrı kompleksi ve daha nice psikolojik bozukluk ve rahatsızlık eşliğinde tuttuğunu hayalindeki fotoğrafa oturtmaya çabalıyor. Bu bağlamda Mary Shelley hemşiremin “Frankenstein” (1818) isimli romanı da aslında türün ilham kaynaklarından sayılabilir. Bu izlemesi can yakıcı, çoğu kez mide bulandırıcı türe örnek olarak kafamda “The Human Centipede” (2009) de vardı ama fikren ve görsel olarak o kadar iğrenç bir yapım ki bahsetmeye yüreğim yetmedi. Ayrıca bu yazıda konjonktür kelimesini çok kullanmak istedim ama fırsat olmadı. Bir dahakine der, eyvallahımla huzurlarınızdan ayrılırım. Yok ya, ben bu türü sevmiyorum.