Martin Scorsese’nin yeni filmi “Killers Of The Flower Moon”, usta yönetmenin altın dönemindeki filmlerinin yanına koyabileceğimiz gerçek bir başyapıt. Amerikan tarihinin karanlık bir sayfasını aydınlatan filmin bana hatırlattıklarını, çağrıştırdıklarını, filmden önce veya sonra “bilsek iyi olur” diyebileceğimiz bazı bilgilerle harmanladım.
Doğu Yücel
Dolunay Katilleri’ni (Killers Of The Flower Moon) bir çarşamba sabahı, basın gösteriminde 10.30’ta seyrettim ve bazı endişelerim vardı. Açıkçası Scorsese’nin son filmleri “Silence” (2016) ve “Irishman” (2019) bana hitap etmemişti. Filmin üç buçuk saatlik süresi de ürkütücüydü. Ama tabiri caizse sinema koltuğuna sabah sabah mıhlandık kaldık. Basın gösterimlerinde mola olmaz ve sabah uyanmak için içilen kahveler bir noktada sizi tuvalete gitmeye mecbur eder, bu durum bile yaşanmadı. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadım. Belki romantik kaçacak ama “sinema büyüsü” hepimizi ele geçirmişti.
Sinema büyüsü
Filmin bana ilk hatırlattığı şey, bu kadar özlediğimi bazen unuttuğum “sinema büyüsü” oldu. En çok yirmili yaşlarımda duyumsadığım, sinema salonlarından beyaz perdenin ardına geçmemize neden olan, filmleri adeta yaşadığımızı hissettiren, eski klasiklerin üzerimizde yarattığı o tuhaf trans hali… Nereye gitmişti o? Neden yaşayamıyorduk artık? Yaşlandığımız için mi? Öyle ya, bugünün gençleri o büyüyü %80’i bilgisayarda boyanan Marvel filmleriyle yaşadığını söylerken bizim bu hayıflanmamız alt tarafı bir “boomer” reaksiyonu muydu? Ben öyle olduğunu sanmıyorum, sinema salonları bizim gençliğimizde ve otuzlu yaşlarımızda daha “yaşsız”, “hedef kitlesiz”, “milletsiz”, daha evrensel ve zamansız filmlere ev sahipliği yapıyordu. Biraz yapım anlayışlarındaki modern eğilimler, biraz değişen arz-talep dengeleri ile bu değişti. Ama işte ara ara, zamanın ötesinde klasikleşebilecek filmlerle karşılaşabiliyoruz, Dolunay Katilleri o filmlerden biri.
Peki nedir bu filmin sırrı? Bir kere yaşayan en büyük yönetmen Martin Scorsese faktöründen bahsetmek gerek. Ve onun bu projeye, salt bir proje gözüyle bakmamış olması, bir noktadan sonra tutkuyla bağlanmış olması. 80 yaşında 40’lı yaşlarındaki performansını göstermesini bu tutkuyla açıklayabiliriz. Diğer yandan, filmin beslendiği gerçek hikâyenin ve bu hikâyeyi anlatan kitabın çok mühim bir derde sahip olması seyirciyi en baştan etkiliyor. Dolunay Katilleri, Amerika’nın ilk büyük suçuyla hesaplaşmasını, yani Kızılderili soykırımının devamında hayatta kalıp güçlü pozisyon elde eden bir topluluğa, Osage halkına uyguladığı dehşet verici asimilasyonu anlatıyor. Bunu bir tür günah çıkarma ve son bölümü itibarıyla FBI’ın başarı hikayesi olarak da okuyabiliriz ama Scorsese ve senarist Eric Roth’un anlatımıyla, bazı diyalog dokunuşlarıyla bu sadece bir Kızılderili hikâyesi olmaktan çıkıyor, hemen her ülkenin geçmişinde görülebilecek, büyük güçlerin zayıfların üzerinde kurduğu kirli sömürü düzeninin bir karşılığı oluyor. Filmin adı bile bu sürecin bir metaforu.
Filmin adı
Filmin adından önce izlemeyenler için filmin çok kısa bir özeti: 20. Yüzyılın başları. Amerika, topraklarının çoğunu aldığı Kızılderililerden bazılarına çorak gördüğü toprakları bırakmış durumda. Osage halkının topraklarına dokunmamışlar. Fakat o gözden çıkardıkları topraklardan petrol çıkınca işin seyri değişiyor. Filmin hemen başında, şimdiden sinema programlarının jeneriğinde görebildiğim ikonik sahnede, Kızılderililer, topraktan fışkıran petrolle dans ederken başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Başlarına gelen, William Hale. Onlarla dostluk kurup akrabalarını ve adamlarını Osage halkının kadınlarıyla evlendiren bir adam. Gerçek hikâyede 40’lı yaşlarının başında bu şeytani süreci başlatan Hale’i filmde daha ileri bir yaştaki Robert De Niro canlandırıyor. Leonardo DiCaprio’nun oynadığı Ernest ise onun “yakışıklı” yeğeni ve Osage halkına gönderdiği son “piyon”. Ernest’ın önce Lily Gladstone’un çarpıcı bir performansla canlandırdığı Mollie’yi tavlaması, sonra da adım adım onun mal varlığına konması gerekiyor.
Peki filmin adı neden “Killers of the Flower Moon” ya da tam Türçe çevirisiyle Çiçek Ayı’nın Katilleri? Filmdeki bir dış bunu çok iyi açıklıyor, kitaptaki versiyonuyla filmdekini biraz harmanlayarak paylaşıyorum: “Mayıs ayında, çakallar dolunayın altında uluduğunda, telgraf çiçekleri ve güneş şapkaları gibi uzun bitkiler, daha küçük çiçeklerin ışıklarını ve sularını çalarak onların üzerine çökmeye başlar. Küçük çiçeklerin boyunları kırılır, yaprakları uçuşur ve çok geçmeden yer altına gömülürler. Bu nedenle Osage Kızılderilileri mayısı, Çiçek Öldüren Ayın zamanı olarak adlandırırlar.”
Osage’lar doğadaki bu değişimi çok iyi görseler de, başlarına gelenin tam olarak bu olduğunu fark edemiyorlar. Ailelerine karışan damatlarla yavaş yavaş beyazlaşıyorlar, kadınların gizemli ölümleriyle ve çeşitli komplolarla topraklarını, mallarını, paralarını kaybediyorlar.
Mollie’nin gözlerindeki Sacheen Littlefeather
Filmin en etkileyici sahnelerinden biri Mollie’nin Washington’a gidip dönemin başkanı Coolidge’le buluştuğu sahne. Başkana Osage topluluğunda yaşanan ölümlerin araştırılması gerektiğini söylüyor, başkan bunu geçiştiriyor. Mollie’nin o sahnedeki duruşu ve tamamen geleneksel Kızılderili kıyafetleriyle başkanın karşısına geçişi bana geçmişten başka bir Kızılderiliyi anımsattı. O andan itibaren de, Gladstone’un film boyunca seyirciyi tesiri altına alan gözlerinde Sacheen Littlefeather’ı görmeye başladım. Littlefeather kim miydi? 1973’te Oscar Töreni’nde Godfather’daki rolüyle “En iyi erkek oyuncu” ödülüne layık görülen Marlon Brando yerine sahneye çıkan, onu temsil ederek ödülü reddeden ve konuşması sırasında salonun bir kısmının yuhalamasıyla karşılaşan Apaçi Kızılderilisiydi. Geçtiğimiz sene Akademi, neredeyse 50 yıl sonra o törende yaşananlardan dolayı Sacheen’den özür dilemişti.
Littlefeather, 1973’teki konuşmasında şöyle demişti: “Burada temsil ettiğim Marlon Brando ne yazık ki bu çok cömert ödülünüzü kabul edemiyor. Bunun nedenleri, bugün film endüstrisinin Amerikan Kızılderililerine karşı muamelesi [tam burada yuhalamalar başlar] -kusura bakmayın- ve televizyonda film tekrarlarında ve son zamanlarda Wounded Knee’de yaşanan olaylardır.” Konuşması sırasında kovboy filmlerinin unutulmaz aktörü John Wayne’in saldırısının zorlukla engellediği söylenir, törenden sonra da Littlefeather kötü muamelelerle karşılaşır.
Geçen sene gelen özürden sonra ise Littlefeather şöyle dedi: “Öfke, nefret ya da bir düşmanlığım yok kimseye, ne Akademi’ye ne dünyadaki John Wayne’lere. Ben zengin bir insan değilim. Fakir bir insanım. Fazla bir şeyim yok ama elimden geleni yapıyorum. Başkalarını yargılamamaya çalışıyorum. Diğer insanlar ne yapmak istiyorlarsa ve kalplerinde ne hissediyorsa onu yapmak zorundalar.” Ve kısa bir süre sonra da Ekim, 2022’de öldü Littlefeather.
Littlefeather’ı (Küçüktüy) düşününce filmde Osage kadınlarının bu süreçteki saflığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. Mollie en başta Ernest’a daha en başta “Çakal” dese de zamanla onun aşkına inanmaya başlıyor. Adeta teslim oluyor. Bu teslimiyette kuşkusuz Kızılderililerin saflığı kadar, onları bunun bir tür lânet olduğuna inandırtan Hale’in zekası da rol oynuyor. Hale film boyunca sadece emperyalist bir sömürücüyü değil, bazen bir tür tarikat liderini bazense diktatörü anımsatan bir portre çiziyor. De Niro’nun, bu roldeki performansı kariyerinin son bölümün kuşkusuz zirvesi. Oyunculuktan bahsetmişken Leonardo DiCaprio da döktürüyor, özellikle Ernest’in içsel dilemmasını yansıtmada çok etkili. De Niro, DiCaprio ve zaten “native” yani Kızılderili kökeni olan Gladstone’un bu film için Osage dilini öğrendiklerini söylemek gerek.
Filmin senaryosu
DiCaprio sadece oyunculuk açısından değil, ilk senaryo taslağına getirdiği itirazla da filmin başarısında büyük rol sahibi. “Forrest Gump“, “Münih”, “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”, “A Star Is Born”, “Dune” gibi filmlerin altındaki imzasıyla tanıdığımız usta senarist Eric Roth ve Scorsese, iki yıl uğraşıyor ve ilk senaryo taslağını çıkartıyorlar. 200 sayfalık bu taslak biraz kitabın izleğini kabul ederek, FBI ajanlarının gözünden hikâyeyi anlatmaya başlıyormuş. Yani bir anlamda bir tür dedektiflik hikayesiymiş. Leonardo ile taslağı okuyorlar ve bittiğinde FBI ajanı olarak düşündükleri Leonarda şöyle diyor: “Bu hikâyenin kalbi nerede?” O sorudan sonra Scorsese neredeyse filmi çekmekten vazgeçecek bir ruh haline bürünüyor. Derken Osage halkının liderleriyle buluşuyorlar. Scorsese onların perspektifinden hikâyeyi dinleyince bu filmi mutlaka çekmesi gerektiğini düşünüyor (Bu arada filmde gördüğümüz Osage insanlarının çoğu gerçekten Osage kökenlerine sahip. Ve filmin çekildiği mekanlar da gerçekten bu olayların yaşandığı yerler). Ve hikâyenin kalbini ortaya çıkartabilmek için de ne yapması gerektiğini anlıyor, merkeze yeğen Ernest’ı almaya karar veriyorlar. Ve bütün senaryo baştan yazılıyor. Leonardo’nun çekimler sırasında doğaçlamalarla da çok şey kattığını ekleyelim. Filmin öne çıkan sahnelerinden birinde kendisi için söylediği “yakışıklı şeytan” sözü onun doğaçlamasıymış mesela.
Osage halkının katkısı
Filmin en önemli doğaçlaması ise sürpriz bir isimden. Scorsese filmde “Belki kullanırım” diye Osage insanlarının olaylara tepki gösterdikleri çekimler yapıyor. Birçok filmde küçük Kızılderili rollerinde gördüğümüz, bu filmde ise Osage lideri Paul Red Eagle’ı oynayan Everett Waller gerçekten Osage kökenli biri. O bir anda kendiliğinden doğaçlama bir konuşma yapıyor. Scorsese kulaklarına inanamıyor ve hemen sahneyi kurup çekiyorlar. İşte “Biz iyi bir hayat istemedik. Sadece hayat istedik. Sadece o. Hayat.” cümlelerini içeren, çadırda geçen o tüyler ürpertici meclis konuşması Waller’ın doğaçlaması.
“Killers Of The Flower Moon”un kalpten gelen, kalbe dokunan o kadar sahnesi var ki… Finalinden bahsetmeden geçemeyiz tabii. İzlemeyenler için sürprizi kaçırmamak adına çok da belli etmeden söyleyelim, beklenmedik bir sahneyle, biraz son dönemki “meta sahne” modasına göz kırpan, ama tarihi olarak bir dayanağı olan bir sahne bu. Bana Charlie Kaufman’ın “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum” filminin finalini de çağrıştıran bu sahnede Scorsese’nin anlatıcı kimliği başka bir boyut kazanıyor.
İlginçtir, Amerikan tarihinin günahlarını ve suçlarını ortaya koymayı seven Hollywood, nasıl Sacheen Littlefeather’dan geç özür dilediyse Amerika’nın Kızılderililere yaptıklarını da anlatmaktan hep çekindi. Vietnam’da yaptıklarına dair belki 50 büyük film vardır ama platformlarda aratırsanız Kızılderili konusuna çok az girdiklerini görebilirsiniz. Kızılderililerin yaşadıkları, “Son Mohikan”, “Kurtlarla Dans” dışında çoğunlukla yan konu olarak işlendi Amerikan sinemasında. Scorsese finalde adeta Hollywood adına da özür diliyor Kızılderili halklarından.
Yazının sonunda yine sinema büyüsünden bahsetmezsem olmaz. Çünkü “soyut” bir şeyden bahsettiğimi bilsem de “Killers of the Flower Moon”u diğerlerinden ayıran, herkesi “İşte gerçek sinema” diye ayağa kaldırtan asıl şey bu. Misal, Christopher Nolan’ın “Oppenheimer”ı da çok değerli oyuncularla ve teknik ekiple çekilen, yine çok önemli bir meseleyi, gerçek bir hikayeyi ele alan destansı bir filmdi. Ama Nolan’ın donuk anlatımı seyirciyle hep bir mesafe kuruyor, beyaz perdenin ardına geçmemize olanak tanımıyor. Her sahne “Nolan” diye bağırıyor. Scorsese’nin en büyük başarısı burada. Kendini asla öne çıkarmıyor. Birkaç ay önce kaybettiğimiz, daha önce “Raging Bull”, “King of Comedy”, “Casino”, “New York Çeteleri” gibi filmlerde Scorsese ile çalışmış olan Robbie Robertson’ın Kızılderili – Western tadı içeren enfes müziklerini filme yayarken de hep hikayeyi gözetiyor.
Bir Kızılderili ayiniyle başlayan “Dolunay Katilleri”, bir Kızılderili ayiniyle bitiyor. Ekran siyaha düşüyor, yazılar akıyor… Siz de sadece Kızılderililerin değil, baskılarla ve saldırılarla sindirilmiş, dün ve bugün acı çeken tüm halkların ağırlığını hissederek, dolunay vakti uzun bitkilerin altında toprağa gömülen çiçekleri düşünerek kalakalıyorsunuz sinema salonunda.