Bu sefer konumuz kadın ressamlar. Erkek-egemen ve cahil toplumlarda yine eril niyetin bizlerin bilinç altına yüklediği “Kadın sanatçı/ romancı/ müzisyen/ sporcu/ iş insanı vb… erkekler kadar başarılı değildir.” dayatmasına inanan dünyadan bihaber bir güruh hala aramızda…
Neslihan Atcan ALTAN
Buna karşın, sanatın birçok dalında, erkekler kadar ve onlardan daha başarılı olan bir sürü kadın var. Bunu bilmeyen ya da bilmemeyi seçene de ne anlatacağım ya? Bana ne? Konuyu buradan kadın ressamlara ve hatta filmleri sayesinde tanıdığımız kadın ressamlara ve hatta konusu kadın ressamlar olan filmlere nasıl getiririm derken, a, bakın getirmişim bile. Bu kez bir değişiklik yaparak kronolojik bir sıralamayla dört kıymetli kadın sanatçıyı konu alan filmlere bakacağız.
Camille Claudel (1989) – Rodin’in Gölgesinde
Bu filmi ve listemde geçen başka bir filmi tee cnbc-e’de izlemiş şanslı kuşaktanım. Bunu söylemeden başlayamayacaktım. Neyse. Camille Claudel, her ne kadar heykeltıraş olsa da çağdaşlarının gölgesinde sırf kadın olması, daha doğrusu özgürlükçü, bağımsız ve alanında dahi bir kadın olması sebebiyle kalmış ve türlü zulümlere uğramış bir sanatçı. Bu yüzden de bu listede olmayı hak ediyor. Bruno Nuytten’in yönettiği ve Isabelle Adjani’nin hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği filmde, bir sanatçının var olma savaşını Adjani’nin kendi ciğerini sökerek hayat verdiği Camille Claudel portresinde izliyoruz. Bu güzelim kadın yıllarca hem kalbini hem sanatını diğer bir dahi Rodin’le paylaşıyor ve her zaman onun gölgesinde kalıyor. Rodin’i de kim canlandırıyor, bilin bakalım: Gerard Depardieu. Yani tabii ki oyunculuğuna bir şey diyemem ama yani bakın Allah aşkına, şu adam zaten iyi birini canlandırdığı zaman size hiç inandırıcı geliyor mu? Sevimsiz. Adjani’ye “En iyi Kadın Oyuncu” dalında ikinci Oscar adaylığını getiren Camille Claudel’de, sanatçının ailesi ve Rodin’le olan yıpratıcı ilişkisini, bir sanatçı ve kadın olarak erkek-egemen bir toplumda kendini gerçekleştirme savaşını, üzerindeki baskı sebebiyle Claudel’in akıl sağlığının nasıl kötülediğini izliyoruz ve haliyle sinirlenip üzülüyoruz. Claudel’in hayatını anlatan Juliette Binoche’in Claudel’i canlandırdığı 2013 yapımı Camille Claudel 1915’de de kendisinin ailesi tarafından bir akıl hastanesine nasıl yatırıldığını ve o hastanede umutsuzluk içinde geçirdiği karanlık günleri bulabilirsiniz. Niye böyle bir şey ararsınız onu bilemem tabii. Bu yapımda da içimiz ayrı dağlanıyor ama ben Adjani’li Claudel’i daha çok seviyorum. Nedenini de bilmiyorum. Her şeyi de bilemem zaten. Bir de Frida’dan bahsetmeyeceğim çünkü neredeyse kıraathane duvarındaki halı motifinde de Frida’nın gül cemalini görebilecek hale geldik. Bunun sebebi de 2002 yılı yapımı mükemmel Frida’mızdı. Bir kısmımız Frida’yı filmle öğrendik ve bunu finansal dehayla birleştirerek kendisini çantadan bardak altlığına, dondan paspasa akla gelebilecek her ürüne yapıştırıverdik. Yeter bence. Bu yazıda da olmayıversin.
Artemisia (1997)- İtalya’nın Genç Dehası
Yukarıda bahsettiğim “başka bir film” bu işte. Agnes Merlet’in yönettiği ve Valentina Cervi’nin 17. yüzyılın en önemli barok ressamlarından Artemisia Gentileschi’yi canlandırdığı film, sanatçının gençlik yıllarına odaklanıyor. Yine tamamen erkek egemen sanat camiasında ressam babası Orazio Gentileschi’nin vizyonu ve göreceli açık fikirliliği sayesinde yer edinen, resim çalışıp günümüzde de halen şaheser olarak addedilen eserleri üreten Artemisia yine de eril gücün yok ediciliğinden kaçamıyor tabii. İğrenç bir insan olan ressam Agostino Tassi tarafından tecavüze uğrayan Artemisia’nın çilesi bununla sınırlı kalmıyor ve travmasına tecavüz davası boyunca maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel işkenceler de ekleniyor. Dava sonunda Tassi’ye Roma’yı terk etme cezası -cezaya bak, köşede duvara bakma cezası verseymişsiniz, bir yerden bir yere taşınmak pek olmamış sanki- veriliyor ve Tassi de bu cezaya uymayarak tüm yaşananları bir şekilde kendi lehine çevirmeyi başarıyor aslında. Şaşırdık mı? Şaşırmadık. Filmi izlemeyen arkadaşlarım mutlaka izleyin ve Artemisia’nın sanatçı dehasına tanık olun. Tamam, kötü şeylere de tanıklık edeceksiniz ama hayat da öyle değil mi falan…
Georgia O’Keeffe (2010)- Çiçeklerin Dili
Georgia O’Keeffe de benim filmini izlemeden önce çok sevdiğim ressamlardandı. Hayatı hakkında bilgim kısıtlıydı ama bu filmle birlikte onu daha yakından tanımak istediğimi fark ettim. Bob Balaban’ın yönettiği, başrollerini Joan Allen ve Jeremy Irons’ın üstlendiği yapım, O’Keeffe’in dünyasını bizlerin gözleri ve zihinleri için ortaya seriyor. O’Keeffe’in kocası ünlü fotoğrafçı Alfred Stieglitz’in karısının sanatını nasıl desteklediğini ve fakat O’Keeffe hak ettiği şöhrete kavuşunca, Stieglitz’in kendini nasıl tehdit altında hissettiğini yine hiç şaşırmadan izliyoruz. Dana önemlisi, O’Keeffe’in sanatçı kişiliğinin gelişiminin yanı sıra bireysel gelişimine ve olduğundan daha farklı ve olmak istediği insana daha yakın bir birey ve sanatçıya evrilişine tanık oluyoruz.
Big Eyes (2014)- Margaret’in Gözleri
Ay ben bu filmin Tim Burton’ın olduğunu unutmuşum! Burtonesque diyebileceğimiz fazla bir özellik– büyük gözler???- taşımayan bu biyografik yapım, ressam Margaret Keane’in pislik kocası Walter Keane ile olan ilişkisini ve Margaret’in sanatının, kişiliğinin ve kadınlığının kocası tarafından hoyratça zapt edilişini konu alıyor. Bu arsız Walter, karısının eserlerini kendi eserleriymiş gibi pazarlayıp satan bir şarlatan, Margaret ise kurban psikolojisi altında ezilmiş, kendi sesini bulmak ve duyurmakta zorlanan bir sanatçı. Film, içinizi ger ger geriyor ama yine bir kadın sanatçının iç dünyasına tanıklık etmek uyandırıcı ve anlamlı bir deneyim olduğu için bu gerginliklere katlanıyoruz doğrusu.
Efendiler, sadede gelecek olursak -sadede bak- kadın sanatçılar sanat tarihi boyunca hep vardı ama sesleri yoktu çünkü ya susturuluyor ya da sesleri çalınıyordu. Yani kadın, sanat, müzik ve edebiyat dünyasına erkeğe “ilham olmaya” gelmedi, kendi ilhamlarına hayat vermeye geldi. Umarım bazı tonoz kafalar artık bunu anlamaya başlamışlardır. Kadının yaratma derdine gölge etmeyin yeter. Hadi iyi haftalar!