İnsan sarrafı olmak zor iş. Şahsen başarılı olduğum bir konu değil. Yarım asırlık hayatımda beni olumsuz anlamda şaşırtmayan hemen hemen hiç kimse olmadı. Bunun sebebini mallığıma bağlıyorum. Evet, mallığıma…
Neslihan Atcan ALTAN
Ve fakat iş sinemaya gelince, eğer film sonlarını ve sinemada bizi şoke eden kötü karakterleri tahmin etme diye bir meslek olsaydı alemin kraliçesi bendim. Başka konularda kraliçelik müessesem mevcut ama nakde dönüşmeyen cinsten. Yine Demans’ın o insanı boğan kıyılarına paralel yüzme benimkisi. O yüzden konuya cumburlop yapıp çoğunuzu “Hüyössst! Bu kadar da olmaz!” diye çığırttıran kötü karakterlerden bir seçkiye dalalım! Dikkat! Bu yazı fazlasıyla “spoiler” içerir. Bu arada “Scream”, “Saw”, “Friday the 13th” serilerinden, “Psycho”dan, “Get Out”tan falan bahsetmeyeceğim. Bunlardan yeterince bahsedildi çünkü. Gerçi ilk filmimizden de ziyadesiyle bahsedildi ama ona kıyamadım.
“The Usual Suspects” (1995) – Olağan Şüpheliler’in Olağandışı Haini
Sinemada “plot twist” mekanizmasının maharetli bir şekilde kullanıldığı filmler içinde en üst sıralarda yer alan bu yapımı ağzınıza alırken Bryan Singer diyeceksiniz, Christopher McQuarrie diyeceksiniz. Tertemiz yönetmenliğiyle Singer, bu her yerinden özen fışkıran McQuarrie’nin incelikli senaryosunu, titiz oyunculuk örnekleriyle birleştirerek hepimizi darmaduman etmişti. McQuarrie, bu senaryosuyla o yılın En İyi Özgün Senaryo Oscarı’nı, Kevin Spacey de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı’nı almışlardı, hatırlarsanız. İçlerindeki Judas’tan habersiz bir grup sabıkalının son bir işe kalkışmalarını konu alan film, flashback tekniğiyle Spacey’nin canlandırdığı “Verbal” karakterinin gözünden bu “olağan şüphelilere” neler olduğunu bize anlatır. Ama ne anlatmak… Boylarından büyük bir işe kalkışıp, bu cüretin karşılığını öldürülerek ödeyen şüphelilerimiz aslında dahiyane bir alçaklığın ve ihanetin kurbanı olmuşlardır. A-a, hiç spoiler vermedim! Film boyunca kendisine methiyeler düzülen gizemli Kayser Söze’nin silik görünümlü şeytan Spacey olduğunu anladığınızda “What the f.k is going on?” demediniz mi? İngilizce konuşmak gibi bir huyunuz ya da gereksinimiz yoksa demediniz kuvvetle muhtemel. Al bu arada spoiler, hem de büyük harflerle! Verbal, isminin de çağrıştırdığı üzere dilbazlığı ve şeytani zekası sayesinde planını başarıyla yürütmekle kalmaz, bir de polislerle gönül eğlendirdikten sonra kayıplara karışır. Sonraki yıllarda yüzbinlerce kez karşımıza çıkacak son repliği de unutulmazlar arasına girer. Onu da siz bulun ya da hatırlayın.
“Hot Fuzz” (2007) – Örnek Kasaba Olmanın Bedeli
Kim demiş İngilizler ’den komedi/suç türünde sürpriz kötü çıkmaz diye? Kimse dememiştir herhalde durduk yere. Edgar Wright ve Simon Pegg tarafından yazılıp Wright tarafından yönetilen bu eğlenceli ve sonu şaşırtıcı yapımda, üstleri tarafından cezalandırılarak Londra’dan küçük bir İngiliz kasabasına sürülen polis memuru Nicholas Angel (Simon Pegg), bu dışarıdan elma şekeri kadar sevimli gözüken kasabada art arda işlenmeye başlanan cinayetleri çözmeye çalışır. Soğuk ama samimi – benim gibi falan- mizahı, Pegg, Timothy Dalton, Martin Freeman, Bill Nighy gibi duayen oyuncularıyla izleyiciye gerçekten çok keyifli zaman geçirten film, katilin kimliğinin ortaya çıkışıyla da kendisine kalbimizde farklı bir yer buluyor. Alın, bakın; hiç spoiler yok. Katil, polis Butterman. Alın, bakın spoiler. Yani hiç beklemeyeceğimiz yerden karşımıza çıkan ve hepimizin oldukça aşina olduğu Jim Broadbent tarafından canlandırılan Butterman elbette bize mazaretini açık bir şekilde anlatır. Anlarız ki yas tutmanın farklı halleri var. Hak vermeyiz, o ayrı. Anlamak hak vermek demek değildir çünkü ve böyle birinci çoğul şahıs zamiri şeklinde hayatımıza devam ederiz.
“Primal Fear” (1996) – Deliliğin Arka Planı
Arkadaşlar, ben bu filmi video kasetten izledim, anlıyor musunuz? Video kaset diyorum. Neyse… Filmde hepimizin çok sevdiği Laura Kinney de var bu arada. Richard Gere’in başarılı bir avukatı canlandırdığı yapımda, Edward Norton, o yılın En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olan performansıyla beni büyülemişti. Kendini avukatına narin, kırılgan, korkak, içine kapanık bir karakter olarak tanıtan Aaron, işlediği cinayetten Çoklu Kişilik Bozukluğu’ndan muzdarip bir kurban olarak paçayı sıyıracak mıdır? Aaron suçlu mudur? Hem de nasıl? Al sana: spoiler! Ay bu Aaron öyle fena biri ki aklını yutarsın! Ve avukatı Vail’e onu nasıl yönlendirdiğini hafifçe ima ettiği sahne kan dondurur. Yüzünün masumiyetinin gerçek bir sosyopatın korkunç ifadesine bürünmesi, film boyunca kendisiyle empati kurduğumuz Aaron’ı bizden alır ve bizi de alabildiğince ihanete uğramış hissettirir. Keşke söylemeseydim yaa… Şimdi izlemeyen hiç izlemeyecek. Tüh…
“L.A. Confidential” (1997) – Yozluğun İç Açılarının Toplamı
Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Benim için her zaman ilk 10 filmimde olacak bu noir başyapıt, 50’li yılların Los Angeles’inde yozlaşmanın polis teşkilatındaki metastaz durumuna ve polisin hatırı sayılır suçlu kodamanları korumalarına karşı gelen üç -gerçi biri sonradan ahlaki bir uyanışla mevzuya dahil oluyor ama olsun- polisin hikayesine odaklanıyor. Tüm film boyunca benim de hiç şüphelenmediğim ve iyi polislerimize sürekli destek olan baba figürü Dudley Smith –James Cromwell gibi tatlış bir İrlandalı tarafından canlandırılıyor olması da ayrı sinir bozucu- asabiyeye yatması garantili hareketlerle kendini ifşa ediyor ve hayatta ikinci şansını kullanacak noktaya gelmiş olan Kevin Spacey’nin canlandırdığı Vincennes karakterini öldürmek üzere vuruyor. Ama Vincennes ölmeden ona öyle bir kazık atıyor, öyle bir kazık atıyor ki, “El mi yaman? Bey mi yam…” diyemeden ölüyor dermişim. Zırvalamam bir yana, giderayak -bayağı gitmek yani- Vincennes, Smith’in suçlu olduğunu dünyaya anlatacak bir hareket yapıp aramızdan ayrılıyor. Biz de izleyici olarak durumdan bihaber Smith karakterine için için gülüyoruz. Noir bir filmde olması gereken her özelliği bünyesinde barındıran L.A. Confidential, kaçırılmaması gereken bir yapım. Hem içinde dokunmadığım bir spoiler kaldı. Bulun bakalım neymiş o.
Siz de aklınıza gelen sürpriz kötü olursa yazıverin olur mu? Birbirimize film izletme zevki yaşatmamış oluruz hem. Ne demişler? İyi günde, kötü günde…