Son çıkardığı ‘Bana Sor’ teklisiyle bizi masmavi bir hüzünle buluşturan Maya Perest’in kapısını çaldım, hüznün nasıl mavi renkte olabileceğini sordum. O da bana Orhan Pamuk ile bir araya gelişinden, konservatuvar eğitiminin müzik yolculuğunu nasıl etkilediğine; İstanbul’un kendisindeki yerinden kendini tanımladığı modern şamanlığa kadar bir sürü şey anlattı. Merak edenleri hemen aşağıya, söyleşiye alalım!
Batıkan BAKSI / [email protected]
2023’te karşımıza bir sürü single ile çıkmıştın; 2024’ü ‘Bana Sor’ ile karşıladın. Yeni şarkının teması ve nasıl ortaya çıktığıyla başlamak istiyorum konuşmamıza. ‘Bana Sor’un hikayesini anlatmak ister misin?
‘Bana Sor’, çok yalnız bir halimde çıkan bir besteydi. Oldukça melankolik ve yavaş bir şarkı olarak çıkaracağımı hayal etmiştim. Sonra Okan Kaya ve Bahri Kaan Beşik benim hayal edemeyeceğim kadar güzel bir aranjman ile şarkıyı başka bir dünyaya taşıdılar. ‘Bana Sor’, hüznü başka bir yerinden yakaladı bence, neo-romantik bir şarkı oldu. Üzgünüz ama yine de dans edebiliyoruz, misali. Önceki teklilerimden oldukça farklı ve bundan çok memnunum. Değişiyorum sürekli. Aynı noktada kalamıyorum.
Şarkını dinlerken çok atmosferik bir melodiyle karşılaştım, şarkı aslında elektronik pad’lerle sakin bir düzlemde ilerlese de kendine çekiveriyor. Sanki hayal dünyasındaymışız gibi yani. Hayal kurmanın senin müziğinde nasıl bir yeri var?
Hayalperest biriyim 🙂 Adımdan dolayı mı değil mi bilmiyorum. Küçüklüğümden beri hayal ve hayat hep birbirine karışıktı benim için. Hiçbir zaman tam olarak ikisini ayrı yaşayamadım. “Leyla” der ailem bana, hatta. Leyla leyla gezdiğim için. Müzik benim için hayal kurmanın meşru, güvenli bir aracı olarak başladı. Müziğin içindeyken rahat hissediyorum. ‘Bana Sor‘ ve sonrasında müziğimin bir parçası olmaya devam edecek olan ambiyans pad’leri, hayaller alemini ve boşlukta süzülme hissini çağrıştırıyor bana. O nedenle tarzımla uyuşuyor.
“İçimdeki masmavi hüznü belki de şimdiye kadar en iyi anlatan bestem” diyorsun ‘Bana Sor’ için. Bunun anlamını çok merak ettim! Hüzün hiç masmavi olur mu?
Orhan Pamuk ile oturup sohbet etme şansına sahip olduğum bir yemek gecesinde, kendisine bestelerimi çaldım. Çok beğendiğini, ancak hüznün rengini neden mavi olarak düşündüğümü sordu bana. “Ben hiç mavi olarak görmemiştim hüznü!” dedi. Oysa bana doğal olarak, boğazdan, denizden gelen bir melankoli bu. Hüzün benim için mavidir.
‘Bana Sor’un klibinde seninle birlikte İstanbul’u bol bol geziyoruz. Geçen yıl çıkardığın ‘Konstantinopolis’ şarkın geldi aklıma klibi izlerken. İstanbul ile aran iyi galiba müzikal üretimlerinde?
İstanbul çok farklı hisleri aynı anda yaşattı bana. Hâlâ da yaşatıyor. En çok bu şehirden besleniyorum üretimimde. Biraz da coğrafi koşullar diyebiliriz. Son klibimde spontane kararlar sonucu böyle bir konsept aklımıza geldi ve bir günde çektik. Gönül ister ki farklı farklı şehirlerde de klipler çekelim. Yakınlarda bir “live session” projem var, onu belki başka bir şehirde çekeriz.
“Elime enstrümanı aldığımda baştan sona bir hikaye anlatma arzum var…”
Şu sıralar neler ya da nereler seni daha çok besliyor? Eline enstrümanını aldığında aklından geçenler hangi konular genel olarak?
Daha hikaye odaklı besteler beni çekiyor bu aralar. Elime enstrümanı aldığımda baştan sona bir hikaye anlatma arzum var. En son yaptığım beste bir kadının sıradanlaşmış hayatını anlatıyor. Bir tür “ballad” gibi düşünebiliriz. Aynı zamanda da Balkan ritimleri ve melodileri ilgimi çekiyor, son bestelerimden biri Balkan halk müziklerinden esinlendi.
Müzik eğitimini araştırdığımda Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Piyano ve Fransa’daki Paul Valery Üniversitesi’nde Sanat Teorisi eğitimi aldığını gördüm. Haliyle iki kültürden de bir şeyler almışsın ve etnik yönü olan bir müzik de yapıyorsun. Bu çeşitlilik senin müziğini nasıl etkiledi? Buranın müziğiyle Avrupa müziği arasında nasıl bir bağ kuruyorsun üretirken?
Konservatuvar deneyimim bana müzikal olarak bir şey katmadı, hatta az kalsın hepten soğuyordum müzikten. Müziği ders çalışır ya da işe gider gibi hiç görmedim, bu nedenle de başarılı bir konservatuvar öğrencisi değildim. Sanat Teorisi eğitimim bana güzellikleri düşünerek görmeyi öğretti, gözlerim dış dünyaya açıldı. Eminim ki müziğim de bu keşiften beslenmiştir. Avrupa’da kaldığım vakit boyunca orta çağ müziği ve geleneksel şarkılar ilgimi çekti. Tabii ki French Pop denen çok güzel bir müzik de var orada. Hepsi içime işledi, benim bir parçam oldu. Türkiye’ye döndüğümde yanımda bunları da getirdim. İster istemez… Halk şarkıları dünyanın neresinde olursa olsun çok ilgimi çekiyor çünkü kolektif bir müzik. Ortak olanı bulmak, diyor Albert Camus, bireysel olanı bulmaktan daha önemli.
İki farklı müzik disiplininden söz etmişken çaldığın enstrümanları da göz ardı etmemek lazım. Piyanonun yanında cura, bağlama, mandolin, gitar gibi enstrümanlar da çalıyorsun. Multi enstrümanist olmak sana yeni kapılar aralıyor mu, çalarken daha mı özgür hissediyorsun mesela?
Cura ve bağlama çaldığım kısa bir dönem vardı, artık çalamıyorum. Umarım yeniden öğrenirim bir gün. Dil öğrenmek gibi, enstrümanları da çalışmazsanız hemen unutuyorsunuz. Artık daha çok piyano çalıyorum, gitarın yanında. Bu, özgür hissetmekten ziyade farklı boyalarla resim yapmak gibi bence. Bir enstrümanda bir kişilik, bir diğerinde ise başka bir kişilik ortaya çıkıyor. Bestelerin de farklılaşıyor doğal olarak. Mesela benim bestelerim, piyanoda daha batılı, gitarda daha doğulu duyuluyor.
“Sadece gelecek için değil, şimdi için de yazıyorum…”
Bugün müzik yapan birisisin ama senin şarkılarını dinlediğimde bu hızlı tüketimin içinde sanki geleceğe taşımayı amaçladığın eserler yaratıyorsun. Yani yıllar sonra bile kulakta kalan şarkılar yapmak. Sence bu müzik bolluğunda bu nasıl mümkün olabilir?
Hızlı tüketim kültürünü çoğu sanatçı gibi doğru bulmuyorum. Üretimin kimsenin kazanamadığı sonsuz bir yarış haline getirildiği bu çağda, kendi ritmimde ilerlemek istiyorum. Tabii ki kendi jenerasyonum tarafından kabul edilmek ve anlaşılmak benim için önemli. Sadece gelecek için değil şimdi için de yazıyorum. Ama umarım ki şarkılarım geçmişte kaldıklarında bile dinlenirler. Mümkün olur mu bilmiyorum, ama elimden gelen tek şey yaratmaya devam etmek ve geçen gün tanıştığım harika sanatçı İdil Meşe‘nin de bana söylediği gibi, müzik yaparken “eğlenmeye bakmak”.
Kendini “modern bir şaman olarak” tanımladığını okumuştum daha önce. Şamanlık, beraberinde bir iyileştirme vasfı da getirir aslında. Sen şarkılarınla birilerinin hayatına dokunmak, onların ruhunu iyileştirmek, rahatlatmak amacı da güdüyor musun?
Böyle bir amacım yoktu. Herkesten önce kendimi iyileştirmeye bakıyordum. Bir dönem kötü bir ayrılık, sarsıcı hayat değişiklikleri, pandemi derken müziksiz altından kalkamayacağım zorluklar yaşadım. Müziğimi paylaştıktan sonra, insanlar yazmaya başladılar. Onların da ruhlarına iyi gelmek, bana belki de müzikten bile daha iyi geldi. Beni asıl bu iyileştirdi diyebilirim. Hala iyileşiyorum. Topraklarıma su değiyor.
‘Bana Sor’u 2024’teki üretimlerinin başlangıcı olarak nitelendirebilir miyiz? Yakın vadede neler yapmayı düşünüyorsun? Konserler, yeni single’lar ve belki bir albüm gelecek mi?
Evet. ‘Bana Sor’, kesinlikle bu sene gelecek yeniliklerin habercisi. Bir sürü parçam birikti ve hazır duruyorlar, o nedenle geçen seneye kıyasla daha dolu bir takvimimiz var. Mart ayının sonunda 3 yeni single geliyor ve onların çeşitli mekanlarda lansman konserleri olacak. İlk olarak İstanbul ama Eskişehir, Bursa ve İzmir de konser yerlerimiz arasında olacak. Bu yaz Almanya’da bir turnemiz olacak. Hem stüdyoda, hem yollarda daha çok olacağım bu sene.
Müziğini dinleyenlere, seninle birlikte hayallere dalanlara ve takipçilerine neler söylemek istersin?
Çok seviyorum sizi, iyi ki varsınız. Hayal kurmaktan hiç vazgeçmeyelim. Hep hayalperest kalalım n’olur.