Anlattığı hikayeler, dokunduğu insanlarla bir sinemacıdan çok daha fazlası olan Wim Wenders, son filmi “Perfect Days”in gösterimi için 43. İstanbul Film Festivali kapsamında İstanbul’a gelecek. Wenders’i dokunduğu insanlar ve hikayelerle karşılıyoruz.
Ant Arın ŞERMET
“Çocuk çocukken kollarını sallayarak yürürdü
Derenin ırmak olmasını isterdi, ırmağın da sel
Ve şu birikintinin de deniz olmasını
Çocuk çocukken çocuk olduğunu bilmezdi
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi.”
Wim Wenders – “Der Himmel Über Berlin”
Her sinemaseverin sinemaya aşık olmasını, hayatının değişmez tutkularından birine dönüşmesini sağlayan filmi ve yönetmeni vardır mutlaka. Bazen o yönetmenle ya da filmle öyle bağlar kurmuş oluruz ki sadece ortak zevklerimiz sebebiyle sevdiğimiz dostlarımızla, aşık olduğumuz insanlarla bile tanışma şansına erişebiliriz. 43. İstanbul Film Festivali kapsamında “Perfect Days” ve “Anselm”in gösterimleri için İstanbul’da ağırlayacağımız Wim Wenders benim için o sinemacı. “Der Himmel Über Berlin” ya da Türkçe adıyla “Berlin Üzerindeki Gökyüzü” benim için o film. Bir şehir üzerine yapılmış en acı tatlı film olabilir. Renk seçiminin anlatıdaki yerinden, filmin sonlarına saklanan eşsiz müzikal sürprize kadar birçok noktasıyla ele alınabilir. O yüzden, böylesine niceliği ve niteliği büyük bir sinemacının kariyerine retrospektif yapmak akıl karı değil. Ancak onu, 2000 küsur kilometre uzak bir şehirde yaşayıp hiç görmediği bir şehre aşık olmasını sağlayan filmi anlatmaya çalışmak, en saf haliyle sinemanın gücünün de yansıması olacak. Bu bağlamda Wim Wenders’i Türkiye’de canlı görmek eşsiz bir deneyim olmaya aday.
Bir şehirde yürümek, çoğu zaman bir yerlere yetişmeye çalışırken sağımızın, solumuzun farkına varmamaya neden oluyor. Etrafta görülmeye değecek hiçbir şey olmadığı düşünüldüğünde bile mutlaka bir nüans, orada, şehrin sakinlerini bekliyor. Bunu bizler gibi İstanbul’da yaşayanlar daha çok deneyimliyor olsa gerek. Filmdeki iki melek Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander), curcuna denebilecek o kaosun içinde zamanın akışının tersine gidiyorlar. Şehri izliyorlar. Herkes, her şey bir yere yetişmeye çalışırken onlar sadece şehrin fark edilmeyen ritmini duyup izleyiciye hissettiriyorlar. Ki filmin Berlin Duvarı yıkılmadan çekildiğini ve çoğunluğu Batı Berlin’de çekilse de bazı sahnelerde Doğu Berlin’e de uzandığını düşününce yargılamadan, konuşmadan, anlatıcının sadece bir göze dönüşme hali filmin katmanları arasında nefes almaya başlamanızı sağlıyor. Bu durum, aynı zamanda senaryo bakımından da Wim Wenders’in repertuarının ne kadar geniş olduğunun göstergesi. Özellikle, 1984’te çektiği kusursuz filmi “Paris, Texas”ta diyaloglarla ne kadar güçlü bir anlatı kurabildiğini gösterirken, “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde, bunun tam tersinde de yetkinliğini ispatlıyor. Hatta ispatlamanın ötesine geçip ustalık seviyesinde hakim olduğunu gösteriyor.
Wim Wenders’in anlatıcılığında çoğunlukla yapımı kolay gibi gözüken bir yapbozu tamamlama hali, bilmecelerin cevabında kaybolma öforisi mevcut. Misal, “Nasıl olur da ben olan ben, ben olmadan önce var değildim? Ve nasıl olur da ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım” gibi anlaması basit olsa da içine girdikçe filmin görsel dünyasıyla hemhal olarak yapbozun sonuna yaklaştırıyor. Son filmi “Perfect Days”te de benzer bir durum vardı. Rutini takip ederken, o rutinin içinde hayatını bir yapbozun eksik parçalarından azade yaşamaya çalışan Hirayama’nın (Koji Yakusho) peşinden ilerliyoruz. Berlin Üzerindeki Gökyüzü’nden sonra Wim Wenders’in çok fazla başvurduğu bir opsiyondu bu anlatım.
Konu geçişi arasında akışkan bir geçiş olmasa da filmdeki Nick Cave’in hatta Nick Cave & the Bad Seeds’in varlığından da söz etmek gerekli. Çünkü meleklerden Damiel, melek olmayı bırakıp aşkın peşinden gider ve at kuyruğunu keserek insan olmaya karar verir. Verdiği kararın neticesinde artık dokunulmaz, görünmez ya da ölümsüz değildir. Sıradan bir insan olmuştur. Kanıyordur. İnsanlar onu görüyordur. Karşıdan karşıya geçerken arabaları kontrol etmesi gerekiyordur. Wim Wenders’in mahareti de bu karakter dönüşümü yaşanırken filmin mistik tonunu sağlayan siyah-beyaz renk paletini terk edip renkleri hikayenin son çeyreğine dahil eder. Heh işte, Nick Cave & the Bad Seeds tam olarak burada filmde karşımıza çıkar. Nick Cave’in ilk albümüyle aynı adı taşıyan ‘From Her to Eternity’si çalar Damiel mekana girip grubu izlemeye başladığında. Wenders’in müziğe olan tutkusunun en az sinemaya olan tutkusu kadar olduğunu yine son filmi “Perfect Days”te keşfetmiştik. Gelgelelim Damiel’in hayatı değişmiştir çünkü artık bir hayata sahiptir. Hayatının ilk konserinde Nick Cave & the Bad Seeds’i izlemiştir. Cassiel ise dostunun mutluluğuyla kendi yalnızlığı arasında, aynı mekanda from her to eternity cümlesini defalarca kez duyar. Cassiel yalnızdır. İnsan olduğu için artık onu göremeyen Damiel’in de yanına gider, uğruna insan olunan Marion’un da… Neticede, Damiel, Marion’la kavuşur. Şehir, sakinlerini ve yeni gelenleri öyle ya da böyle kucaklar ortasından bir duvar geçse bile…
“Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde yakılan şiirsel ağıtı, belki de sadece tek bir şehirle sınırlamamak lazım. Hangi isimle sınırlandırılmış toprak bütünün içindeki bir parçadaysak, kendi gökyüzümüzü ve baharımızı orada yaşayabiliriz belki. Wim Wenders’in şehrinin üzerindeki gökyüzünün izinden gidip attığı adımların bir benzerini Berlin’de attıktan sonra, yüzünü değişime çevirmiş İstanbul’da ağırlamak ve burada aynı gökyüzünü paylaşmak sıradan bir yönetmen buluşmasından daha büyük bir anlam ifade ediyor…