Disney+’ta yayına başlayan “Camden” tam da “Ne izlesem acaba?” girdabına düşmüşken beni kurtardı. Hem de ne kurtarmak…
İpek ATCAN / [email protected]
2023 Aralık sonunda 2 haftalık Londra seyahatimde bol bol random pub’lara oturmuştum. “Neden bizde bu pub kültürü hiç gelişmiş değil?” diye de hayıflanmıştım. (Gerçi sonradan Kadıköy’de Revolte ve The Doors hafif aradığım bar hissiyatını verdi, haklarını yemeyeyim) işte bu oturduğum pub’lardan bir tanesi, aynı zamanda bir canlı müzik mekanı da olan ve Camden’da yer alan The Dublin Castle‘dı. Erken saat olduğu için görece sakin bir mekandı. Bara oturup bir içki sipariş ettikten sonra bardaki adamla epey sohbet etmiştik. Duvarlarda aklınıza gelebilecek her gruba ait sticker’lar, posterler yer alan muazzam bir mekan The Dublin Castle. Adama “Duvarlar kitap gibi okunası” dediğim anda Madness‘dan ‘One Step Beyond’ çalmaya başladı ve ben şarkıya çoşunca “Biliyor musun, Madness ilk burada sahne aldı” dedi. Neeee? Yolda yürürken Madness’ın ilk sahne aldığı mekana mı oturmuştum? Bayılırım böyle bilinçsizce gerçekleşen güzelliklere! Şarkı bitti, içki bitti ve ben Camden sokaklarında yürümeye devam ettim…
Başrolde Dua Lipa
Dua Lipa yalnızca mevzunun başrolünde değil aynı zamanda yapımcısı da. “Camden’da havada bir şeylerin olduğuna ve insanlara bir şeyleri deneme cesareti verdiğine inanıyorum” diyor daha ilk bölümde. Londra’nın bu efsanevi bölgesinin müzik üzerindeki etkisini o kadar güzel anlatıyor ki “Camden”. Evet Amy Wineouse, The Libertines ve çok daha fazlası oradan geçti bunu zaten biliyoruz ama belgeselle konunun derinlerine inmek sizi harika bir müzikal yolculuğa çıkarıyor.
Bazı eleştiriler belgeselin biraz “dağınık” anlattığı yönünde olsa da ben şahsen kurgusunu, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş gelişlerini çok beğendim. Birinci bölüm büyük ölçüde Dua Lipa ve Coldplay’in yükselişine odaklanıyor. Benim tamamen şans eseri yolumun kesiştiği indie kalesi The Dublin Castle aracılığıyla 1979’da Madness’in ska patlamasına ve Camden Kraliçesi Amy Winehouse’un ilk yıllarına da değiniyor. İnanılmaz ama Coldplay de ilk The Dublin Castle’da sahne almış. Keşke bunu o zaman da bilseydim, bir içki de Chris’ciğim için içerdim 🙂
İkinci bölümde The Libertines ve Noel Gallagher‘ın katılımıyla tempo artıyor. Sanatçılar ve hayranlar arasındaki bariyerleri yıkan The Libertines üyesi Pete Doherty (yıllar kendisine çok acımasız davranmış, üzüldüm), evlerinde yaptıkları konserlerin duyurularını yarım saat önceden yaptığını ve bu durumun Barât’ı çamaşırlarının banyoda asılı olması nedeniyle nasıl rahatsız ettiğini anlatıyor.
Üçüncü bölüm, Public Enemy ve The Roots gibi Amerikalı hip-hop yıldızlarının, Amerika’da karşılaştıkları sorunlardan kaçmak için Camden’a nasıl yerleştiklerini anlatıyor. Boy George‘un banliyöden Camden’ın büyüleyici dünyasına girişi, DJ Norman Jay’in, Londra kulüplerine tepki olarak ücretsiz depo partileri düzenleyişi ve Faithless‘ın ilk konserini yine Camden’da yer alan Jazz Café’de verişini anlatıyor.
En vurucu noktalardan biri tüm Camden güzellemlerinin arasında, Amy Winehouse’un ilk menajeri Nick Shymansky’nin “Camden, onun gibi biri için tehlikeli bir yerdi” demesiydi bence. Menajerin gözünden Amy’i Camden’ın bitirdiğini görebiliyordunuz. Ama Amy hariç genelde güzel hikayeler mevcut…
Chris Martin‘in Coldplay‘in ilk günlerinin altı tane pub etrafında döndüğünü (“On kişiyi getirebileceğinizi garantilerseniz, size çalmanıza izin verirlerdi”) anlatması, herkesin yolunun bir şekilde oradan geçtiğini görmek, zamana kafa tutan, özgürlükçü bir Camden dünyası izlemek insana romantik duygular yüklüyor. Dua Lipa’nın daha 15 yaşında Camden’dan çıkması zaten… Tabii onun Camden’ı, belgeselde anlatlanlara göre çok yeni eh kendisi 1995’li.
Benim gördüğüm ve deneyimlediğim Camden’ın bu belgeselde anlatılanla uzaktan yakından alakası olmasa da (çünkü artık dev bir Aznavur Pasajı gibi) hala o dokuya ve ruha dair şeyler de barındırıyor. Bir sonraki sefer bu belgeselde adı geçen ve hiç uğramadığım mekanlarına da uğrayacağım kesin! Ama The Dublin Castle’da bir daha yer bulunur mu bilmem 🙂