Çocukluğu 90’lara, ergenliği 2000’lere gelen neslin müzik dinleme alışkanlıklarını derinden etkileyen bir kavram korsan müzik. Dünya genelinde müzik endüstrisinin büyük bir dönüşüme girmesine de sebep olan, dijital çağın en büyük krizlerinden biri olan korsan müzik, endüstriyi nasıl ve hangi yollardan etkiledi? Bugün buna tarihsel süreciyle birlikte bakıyoruz.
Batıkan BAKSI / [email protected]
Korsan müzik deyince akıllara hep köşe başlarında naylon poşetin içinde satılan CD’ler ya da özellikle 2000’lerin başından itibaren çılgınca indirilen şarkılar gelir. En azından teknoloji çağına doğmuş ya da ergenliğini o dönemlerde yaşayanlar için bu çok normal. Ancak korsan yayıncılığın tarihi neredeyse 1900’lerin başına kadar dayanıyor. O zamanlarda bildiğimiz korsan dağıtımdan farklı bir yapı olsa da aslında işin özü hep aynı, başkalarının üretimleri üzerinden haksız kazanç sağlamak. Öyle ki 1906 yılında TP O’ Connor Yasa Tasarısı olarak da bilinen Müzik Telif Hakları Yasası, 20. yüzyılın başlarında korsanlık krizi sırasında yaygın korsanlık sebebiyle o dönemde popüler müzik bestecilerinin çoğunun yoksulluk içinde ölmesinin ardından kabul edilmişti. Düşünebiliyor musunuz, dijital hiçbir sistemin olmadığı bir dönemde bile korsan müzik vardı ve bu, müzisyenlerin büyük bir yoksulluk içine girmesine sebep olabiliyordu. Durum o kadar endişe vericiydi ki sonraları İngiltere Enformasyon Bakanlığı, bu konudaki farkındalığı arttırmak amacıyla bir propaganda filmi çektirmiş, “I’ll Be Your Sweetheart” adlı filmle dönemin telif hakları mücadelesini tarihi bir müzikal olarak anlatmıştı. Peki dünyada bu kadar infial uyandırmasına rağmen, önüne pek de geçilemeyen bu korsan müzik kavramı yıllar içinde müzik dünyasını nasıl dönüştürdü? Gelin biraz derinlerine inelim!
Kamusal korsan yayının tarihi 1960’lara dayanıyor!
Biz fiziksel ya da dijital olarak yasadışı şekilde dağıtılabilen yayınları korsan olarak nitelendirebiliyoruz ancak korsan kavramının nereden geldiğini hiç düşündünüz mü? 1960’lara kadar İngiltere’de BBC dışında yayın yapan bir radyo kanalı aslında yoktu. Var olan radyolar da aslında bugünkü streaming mantığına yakın şekilde müzik şirketlerine yakın kuruluşlardan oluşuyordu. Bu radyolar, dönemin müzik firmaları neyi dayatmak istiyorsa onu yayınladığı için insanlar bu durumdan sıkılmaya başlamıştı. Ronan O’ Rahilly adlı bir kişi de bu bireylerden biriydi ki sonraları aklına şeytani bir fikir gelmişti. 1964 yılında satın aldığı bir gemiye verici bir radyo sistemi kurup İngiltere açıklarına götürerek, sınırlardan bağımsız bir noktada müzik yayını yapmaya başlamıştı. Her ne kadar İngiliz hükümeti tarafından illegal olarak sınıflandırılmış olsa da uzun yıllar yayın yapan radyo, hükümet tarafından “korsan gemisi” olarak adlandırıldığı için yasadışı paylaşılan müziğin adı da korsan olarak anılmaya başlanmış.
Türkiye de 70’lerde korsan yayıncılıktan nasibini almıştı…
Korsan yayıncılığın dünya genelinde ayyuka çıktığı 70’lerle birlikte, Türkiye’deki müziğin kalbi olan Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nın koridorlarını da bir panik sarmıştı. Bir anda ortalıkta türeyen korsan plak ve kasetler, orijinal satışların büyük bir kısmını etkilemeye başlayınca bunun kaynağı araştırılmış, aslında müzik firması olmak isteyip başarısız olan kişilerin bu korsan firmaları kurduğu ortaya çıkmıştı. Odeon yerine Odaol, Sahibinin Sesi yerine Sabahın Sesi, Philips yerine Philiz gibi bandrollerle satılan korsan albümleri basan firmalar ilerleyen dönemde plak kataloğu bile bastırmış, hatta şarkıcıların bile korsanını çıkarır olmuştu. Müzik yazarı Murat Meriç’in dikkat çektiği İlhan İrem’in korsanı İlham İren, dönemin en ilginç korsan hikayelerinden biriydi ayrıca. Dönemin en fazla albüm satan isimleri Orhan Gencebay, Ajda Pekkan, Barış Manço gibi sanatçıların bile albüm satışları azalmaya başlamış, Unkapanı korsan yüzünden büyük bir krize girmişti. Tabii bu doğrultuda plak firmaları da kendi önlemlerini alarak, orijinal albümlere korsanlarda olmayan bazı ayrıcalıklar eklemeye başlamıştı, bu da ayırt edici bir yöntem olarak anılıyordu. Ta ki dijitalleşmenin başladığı 90’lara kadar.
Metallica’nın düşmanı Napster, yayın hayatına başlıyor…
Dünyada korsan müziğin dönüşümü bakımından en öne çıkan olaylardan biri Napster’ın 1990’ların sonunda kurulmasıydı. Bu aslında kişiler arasındaki bir dosya paylaşım sitesiydi. İnsanlar kendi arasında dosyalar paylaşma mantığını sınırsız bir hak olarak görüp, ellerindeki müziklerin de paylaşımını telif hakları yasalarını önemsemeden yapınca Napster’da çılgınca müzik paylaşılmaya, indirilmeye ve yüklenilmeye başlandı. Bu öyle büyük bir domino etkisiydi ki Napster’ın sahibi Shawn Fanning’e bir gecede milyonlarca dolar kazandırdı. Tabii Fanning büyük paralar kazanırken müzik endüstrisi de büyük bir şok dalgasıyla karşılaştı, sanatçılar ve plak şirketleri müziklerini izinleri veya telif hakları olmadan paylaşan bu insanlara karşı bir şey yapamıyordu. Ortalıkta henüz dijital müzik dinleme platformları da yoktu ve fiziksel albümlerin içindeki parçalar paylaşılıyordu. Metallica da bu konudan muzdarip gruplardan biriydi ve özellikle Lars Ulrich’in o dönemki çıkışları oldukça sertti. Bu durum yalnızca demeçlerle kalmadı ve Metallica, Napster’a resmi olarak bir dava açtı. 2000 yılında Kuzey Kaliforniya’da görülen dava, Napster’a ve hatta karşılıklı dosya paylaşımı yapılan bir siteye karşı açılan ilk resmi davaydı. Diğer isimlere de cesaret veren bu olayın ardından diğer davalar da peşinden geldi. Metallica için bardağı taşıran son damla, o yıl yayınlanacak olan “Mission Impossible 2” filminde kullanılacak ‘I Disappear’ şarkısının demosunun radyolarda çalınmaya başlamasıydı ve bunun ucu Napster’a uzanıyordu. Metallica, bu davada Napster’dan indirilen her şarkı için 100.000 dolar olmak üzere 10 milyon dolar tazminat talep etti. 2001’in Mart ayında karar Metallica lehine çıktı ve grubun Napster’da yer alan tüm şarkıları platformdan kaldırıldı. 2001’de aylık 80 milyon kullanıcıya sahip olan platform, bu davaların ardından Haziran 2002’de iflas başvurusunda bulundu. Ancak korsan müziğin yükselişi daha yeni başlıyordu. Ama yine de müzik endüstrisinin kafasında bazı şimşekler çaktırarak korsan müziğin ne denli boyutlara varabileceği konusunda önlemler almaya zorlayacaktı Napster.
Napster’dan kaçarken torrent’a tutulmak…
Müzik endüstrisinin en sıkıntılı sınavlarından birisi sıradaydı. Dijitalleşme hayatın her yerini hızla kaplıyor, internetin avantajları kadar dezavantajları da endüstriyi etkilemeye başlıyordu. Endüstri “oh be Napster kapandı, rahatladık!” derken bir başka kabus hızlıca çökmeye başlamıştı. Bu da korsan paylaşımın daha da seri ve anonim şekilde yapıldığı torrent siteleriydi. Sadece basit birkaç basit tıklamayla indirilmeyi bekleyen geniş bir albüm kataloğu ve büyük çaplı diskografiler, kullanıcıların emrine amadeydi. Bu konuyla ilgili Canozan, Dolu Kadehi Ters Tut’un belgeseli “Dedim Olabilir”de bu konuyla ilgili “abi hatırlıyor musunuz bir dönem müzik dinlemek bedavaydı, para vermiyorduk” diyerek, meselenin aslında ne kadar adaletsiz bir duruma evrildiğini belirtiyordu. Torrent siteleri dakikalar içerisinde tüm albümleri indirmeye olanak sağlarken, kişilerin P2P dosya paylaşım programlarına da ihtiyacını azaltıyordu. Hâl böyle olunca, müziğe para vermek istemeyen kişiler bu kaynaklara hızlıca yöneldi. Ancak bu yükseliş, müzik endüstrisindeki firmaların korkulu rüyası olmuştu. Dinleyiciler torrent sitelerine akın ettikçe, firmaların potansiyel satışları düşüyor, sanatçıların telifleri buhar olup uçuyordu. Korsan müziğin böylesine kolay şekilde internet üzerinden dağıtımı, fiziksel korsan CD satanların bile gündemindeydi; korsan satıcılar “Download çıktı, bizim de ekmeğimiz kesildi” diye protestolar yapıyorlardı. Ortamı siz düşünün!
Korsana karşı streaming platformları devreye girerse!
Sektörün elbette buna karşı yapacak kriz planları vardı. Onlardan biri de üretimleri kendi elleriyle daha ulaşılabilir ve daha uygun fiyatlardan dinleyiciye sunmaktı. Böylece dinleyiciler sadece istedikleri şarkıları kolay yoldan, orijinal şekilde indirebilecek; üstüne bir de sanatçı para kazanacaktı. Bu doğrultuda 2003 yılında iTunes hayatımıza girdi. Dijital kanallar aracılığıyla istediğimiz şarkıları, istediğimiz yerden parasını vererek indirebildiğimiz bu sistem korsanla mücadele açısından umut vericiydi ancak tam olarak yeterli bir gelişme değildi. Zira internet hızla gelişiyordu ve download sitelerinin dışında bir de video paylaşım sitelerinde yayınlanan korsan müzikler vardı. Bir fotoğraf konuluyor, arkada şarkı çalıyor ve insanlar hiç indirmeye bile gerek duymadan gönül rahatlığıyla müzik dinleyebiliyordu. Ancak tarihler 2008’i gösterdiğinde adeta kurtarıcı niteliği de taşıyan bir mecra, yayın hayatına başladı. Bugün de neredeyse herkesin kullandığı Spotify, yasadışı müzik indirmesine karşı alternatif bir senaryo sunuyordu. Ücretsiz bir şekilde müzik dinlenilebildiği gibi ücret ödeyerek ekstra ayrıcalıklardan da yararlanılabiliyordu. Üstelik virüslerden ve düşük kayıt kalitelerinden uzak bir müzik vaadediyordu Spotify. Ayrıca müzik endüstrisi için umut verici bir kaynaktı çünkü Spotify, müziğini platforma taşıyanlara dinlenme başına telif de verecekti. Böyle bir ortamda insanların müziğini oraya taşımaması için bir sebep yoktu. Ancak böyle bir alanın açılması, dijital müzik alanında da büyük bir rekabeti peşinden getirdi. Pazarın diğer oyuncuları da oyuna girerken Türkiye’de de 2010’ların başında bir sürü yerli dijital müzik platformu görmeye başladık.
Dijital platformlar müziğin formatını da değiştirdi…
Bir heyecanla müzik marketlere gidip albüm aldığımız dönemleri çok özlüyoruz. (Ben hâlâ 3 farklı formatta albüm topladığım için bu heyecanı diri tutuyorum o ayrı.) Ancak korsan müziğin endüstrideki etkisiyle gerçekleşen bu dönüşüm; müziğin formatını da ister istemez değiştirmeye başladı ve fiziksel olarak basılan albümler yerini, cep telefonundan ve bilgisayarlardan erişilebilen dijital içeriklere bıraktı. Bu doğrultuda fiziksel müziğe sıkı sıkı bağlanmayı tercih eden dinleyiciler plak, kaset ve cd formatına devam ederken, firmalar bu tür fiziksel dinleyicileri de ihmal etmeyerek baskı yapmaya devam ettiler ancak bildiğimiz albüm formatı da büyük bir değişime uğradı. Sosyal medya odaklı, single ağırlıklı çıkan yeni şarkılar büyük bir karmaşaya sebep vermeye de başladı. Çünkü önceleri bir grup ya da sanatçının kataloğuna ulaşmak ve bütüncül bir albüm dinlemek daha kolaydı. Ancak günümüzde dijital platformların ve sosyal medyanın da zorlamasıyla neredeyse her ay bir single çıkıyor ve bu da müzisyenlerin diskografisini takip etmek açısından büyük bir sorun yaratıyor. “İçerik için sanat” kavramına direkt olarak karşılık gelen bu durum, üretimlerdeki kalitenin de düşmesine dolaylı olarak etki ederken, dinleyicilerdeki albüm dinleme disiplinini de yok eden bir gelişme aslında.
Korsan müzik yıllar boyunca, müzisyenlerin emeklerini hiç saymış olsa da aslında bir noktada çabuk dağıtım ağı sayesinde birçok yeraltı grubun ve müzisyenin insanlar tarafından hızlıca tanınmasına da sebep olan bir kavramdı. Aslında -dı demek çok da mantıklı değil çünkü bugün bile dijital platformların bu kadar kolay ulaşılabilir bir konumda olmasına rağmen insanların 50.000 TL’lik telefonlarına bile korsan müzik uygulaması yüklediğine denk gelebiliyorum maalesef. “Telefona tonlarca para döküp, müziğe çok cüzi miktarlar harcamak istemiyorsanız bence siz müzik dinlemeyin” diyerek çok bilmişliğimi de yapmak istiyorum. Korsan müzik, dünden bugüne müzik endüstrisini krize sürüklemiş olsa da bir yandan sektörü dijital çağa adapte ederek, müziğin yayılımını da hızlandırdı. Bu sebeple aslında müziğin dönüşümünü konuşurken korsan müzik için de ayrı bir parantez açmak gerekiyor.