Ana SayfaMüzikDream Theater: Baş döndürücü bir rüya deneyimi!

Dream Theater: Baş döndürücü bir rüya deneyimi!

27 Temmuz’da İstanbul’a gelecek olan Dream Theater’ın 40. Yıl turnesini Stuttgart’ta deneyimledik. Mike Portnoy’un dönüşüyle özlenen performansını ortaya koyan grup 3 saati aşan konserlerinde görsel şov anlamında da ağzımızı açık bıraktı.

Doğu YÜCEL

Dream Theater hakkında yazdığım yazılar bir kitap boyutunu muhtemelen aşmış olsa da grup hakkında yapılan en iyi tanımı bir Sözlük entry’sinde (ama sanırım Ekşi değildi) okumuştum: “Rüyanızda görseniz inanmayacağınız grup” diye yazılmıştı. Gerçekten grubu ilk dinlediğimde böyle hissetmiştim. Belli başlı sevdiğim ama hayatta bir araya gelemez diye düşündüğüm grupların en sevdiğim özelliklerini bir aradaydı resmen. Rush, Metallica, Queen, Iron Maiden, Pantera, King Crimson, Yes, Queensryche, Malmsteen ve Deep Purple sanki tek bir vücutta buluşmuştu. Müzik anlamındaki bu “rüya formül”e şarkı sözlerinin edebi ve sinematik derinliği de eklenince kalbimden vurulmuştum. Sonrası işte bugünlere kadar gelen bir hayran yolculuğu…

Tabii grubun kalbi olarak gördüğüm Kevin Moore ayrıldığında büyük bir boşluk oluştuğunu itiraf etmem gerek. O boşluk en doğru isimle, Jordan Rudess’le doldu daha sonra. Fakat grubun ruhu olarak gördüğüm Mike Portnoy’un ayrılığını kabullenemedim bir türlü. Mangini’li albümlere şans versem de hiçbiri tatmin etmedi. Konserler ise tadını tuzunu kaybetmişti. Müziklerinin aşırı teknik olduğu herkesçe aşikar, ama artık iyice işin duygusunu unutmuş, mühendis gibi çalıyorlardı. Derken beklenen oldu, 13 yıl sonra Mike Portnoy tekrar davul koltuğuna oturdu.

Dream Theater’ın Lars Ulrich’i!

WhatsApp Image 2024 11 27 at 11.44.09 1

Bu muhtemelen Oasis’in birleşmesinden sonraki son birkaç yılın en heyecan verici ve en çok medya yankısı uyandıran reunion’ıydı. Şu çok ilginç değil mi: Vokalist döner, grubun ana bestecisi gitarist döner, fark yaratan bas gitaristi döner, böyle bir reunion coşkusu olur, bunu anlamak mümkün, örnekleri de çok. Ama ben davulcunun dönüp de bu kadar fırtına kopartan bir reunion yaşandığına şahit olmadım. Hani belki Dave Lombardo’nun Slayer’a dönüşünden bahsedebiliriz ama orada da sonradan Dave’i gruba kurucu üye değil kiralık davulcu gibi aldıkları ortaya çıkmış, tadımız kaçmıştı. (Sonra da yine kovdular zaten!)

Peki, Portnoy bu kadar erişilmez bir davulcu mu? Aslında değil. Mike Mangini teknik olarak daha iyi, adam Berklee Koleji’nde öğretmen, ayrıca çift bagetle en hızlı vuruş gibi birkaç defa kırdığı dünya rekorları var (1 dakikada 1247! YouTube’da videosu var). Fakat Portnoy’un renkli bir personası ve lider ruhu var. Bir davulcu düşünün, sosyal medyada kendi multi başarılı grubundan (Dream Theater) daha fazla takipçisi (670 bin) olsun… Yapılan sık şakalardan biri: Portnoy’un çalmadığı grup kaldı mı? Gerçekten Avenged Sevenfold’dan Twisted Sister’a, Stone Sour’dan OSI’a, prog’dan alternatif’e gruptan gruba daldan dala atlayan bir adam. Çok büyük bir müzik nerd’ü (Plak koleksiyonunu tanıttığı videolarını izleyin!). Ve tabii adam, Dream Theater’ın Lars Ulrich’i. Grubun pazarlama stratejilerinin mimarı, çoğu vizyoner hareketinin arkasındaki beyin, kapak görsellerinden tişört dizaynlarına, setlist’lerden sahne şovu tasarımlarına kadar her şeyi yöneten bir deha. Tüm bu sebeplerden dolayı, her ne kadar kendimi artık yurtdışında, deplasmanlarda festival-konser kovalamaktan emekli etsem de Portnoy’un dönüşüne seyirci kalamadım. Adeta kulağımın dibinde Ölü Ozanlar Derneği’ndeki (Veya ‘A Change of Seasons’taki!) Robin Williams “Carpe diem, günü yakala” diyordu bana. Ben de sevdiğim grubu yakalamak istedim. Ve izleyince anladım ki, aslında bu yazdıklarımdan da fazlası var.

Beethoven salonunda prog rock zamanı!

20 Kasım 2024. Stutgart dev bir buzdolabı gibi. 0 derece. Hava durumu kar yağışı gösteriyordu ama kar mar yok. Kuru, dondurucu bir soğuk sadece. Giriş sırası da yılan gibi diğer binaya kadar kıvrılıyor. Neyse ki kadim arkadaşım Nihat’la donmadan içeri girmeyi başarıyoruz.

Metal turizmi olayının en güzel yanlarından biri dünyanın dört bir köşesinde farklı salonlarda sevdiğiniz müziği deneyimleyebilmek. Almanya, Stuttgart konserini seçmemizin bir sebebi de bu mekan işte, Beethoven Liederhalle, yani Beethoven Salonu. 1800’lerin ikinci yarısında inşa edilen bu salon şehrin en büyük balolarına ve klasik müzik konserlerine ev sahipliği yaptıktan sonar 2. Dünya Savaşı’nda bir hava saldırısıyla saatler içinde yerle bir oluyor. 10 yıl sonra Almanlar mekanı orijinaline yakın bir şekilde orijinal yerinde tekrar inşa ediyorlar. Ve şunu diyebilirim ki: Ben böyle akustik görmedim! Salonun farklı yerlerinde izledik konseri, her noktada aynı kusursuz sound dengesi mi olur arkadaş?!

Konser öncesi seyirciyi gözlemliyorum biraz. Kadın erkek dengesi daha makul olur diye düşünüyordum, maalesef, erkek yoğun bir kitle söz konusu. Aklıma hemen malum Rush fıkrası geliyor, bir Rush konserinin en tenha yeri neresidir? Tabii ki kadınlar tuvaleti!.. : ) Neyse ki köprünün altından çok sular geçti, bu tip şakaların geçerliliği kalmadı. Dream Theater da bu açıdan bir Rush değil, neyse ki! Konser sold-out, beş bin civarında, fazlasıyla sessiz ve sakin insan sevdikleri beşliyi bekliyorlar. Çok sürmüyor bekleyiş, konser 19.30’da başlıyor, bunun bir sebebi var; konser arayla birlikte 3,5 saat sürecek!

‘Metropolis Part 1’ ile perde iniyor ve şov başlıyor. Bu defa sadece enstrümantal bir şov izlemeyeceğimizi hemen fark ediyoruz. Dev ekranlarda her şarkıyı senkronize bir şekilde takip eden, konserler için hazırlanmış muhteşem bir video-art gösterisi akıyor. Tasarımcı Wayne Joyner’ı Dream Theater’a kariyerlerinin ilk Grammy’sini getiren ‘Alien’ın klip yönetmeni olarak tanıyoruz. Wayne’in animasyonları her şarkının ruhuna uygun ve anlamlarını artıran konseptlere sahip. Sahnede nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz, Petrucci’nin insanüstü gitar hareketlerini mi takip etseniz, son yıllarda eleştirilen ama bu turnede vokalini geliştiren frontman James LaBrie’ye mi baksanız, sahnede en arkada olmasına rağmen en görünür olmayı başaran şovmen Portnoy mu derken arkadaki bu görüntülere dalıyorsunuz, çıkamıyorsunuz. Kafanız Jordan Rudess’in melodileriyle, Myung’un harika bas geçişleri ve Portnoy’un hipnotize edici sololarıyla güzelleşirken The Mirror şarkısının görsellerinde ip kopuyor, Alice’in aynadan Harikalar Diyarı’na geçmesi gibi kendinizi rüya aleminde buluyorsunuz! Dream Theater’ın baş döndürücü ultra teknik ve hızlı müziği yetmiyormuş gibi bu görseller sihirli mantar deneyimi yaşatıyor size.

Kalp işaretli metal konseri!

Seyirci klasik progresif rock seyircisi, itiş kakış sıfır, herkes saygılı. Ama coşkulu yerlerde ellerini havaya kaldırıyor, nakaratlara harfiyen katılıyorlar. Dio’nun icat ettiği boynuzlu şeytan / metal işareti sık sık havalanıyor ama arada başka bir hareket görüyorum. Daha çok bizde popüler oldu diye düşündüğüm kalp işareti. Tesadüf diyorum, yer değiştiriyorum, ikinci yarıda önlere dalıyorum, yine iki elin birleşmesiyle yapılan o kalp işareti. Dream Theater’a yakışıyor da bu. Ne de olsa ilk âşık olduğumuz albümleri “Images and Words”ün kapağında alev almış bir kalp vardır, bu 40. Yıl turnesinin tam ortasında da o kalbi görebilirsiniz…

“Başka anneden kardeşimiz ailesine geri döndü”

WhatsApp Image 2024 11 27 at 11.44.08

Zaten Dream Theater’ı diğer turboya takmış progresif gruplarından ayıran önemli bir şey bu: Kalpten gelen bir müzik bu. Ve bu turnede Portnoy’un dönüşüyle o duygusal faktör kendini daha çok gösteriyor. Konserin ilk duygusal ânı sanırım beşinci şarkıdan sonra geliyor. Portnoy ile James LaBrie’nin arasının uzun zamandır kötü olduğunu bilirsiniz. Üstelik aralarına kara kedi Portnoy ayrılmadan önce girmişti… (Kara kedi de şöyle girmişti; Portnoy zamanında Jordan Rudess ve John Petrucci ile kurduğu Liquid Tension Experiment grubunu “Rahatsız edici vokallerin olmadığı Dream Theater” diye tanımlamıştı. Olaya gel! O demeçten sonra da LaBrie Portnoy’a küstü tabii) James LaBrie, onu affettiğini vurgularcasına bir konuşma yapıyor. LaBrie şöyle diyor: “Başka anneden doğan kardeşimiz ailesine geri döndü” Gözyaşlarımız pıt! Derken bir alkış kopuyor, hiç durmuyor, sanırsın Cannes Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın bir filmi gösterilmiş!

Mike Portnoy ona gösterilen bu ilginin hakkını konser boyunca veriyor. Mangini teknik olarak inanılmaz olsa da bana çok mekanik geliyordu. Zilleri böyle tepeye asmasını da çok saçma buluyordum açıkçası, izlemeyi zorlaştırıyordu ve empatik biri olduğum için yemek yaparken sürekli üst raftan bir şeyler almaya çalışan birini izler gibi oluyordum. Mutlaka bir sebebi vardır tabii ama Feyyaz Yiğit deyişiyle “bencesi” böyle : ) Portnoy davuldayken her şeyi görebiliyorsunuz, adeta bir Drumeo videosu izler gibisiniz. Adam en zor davul partisyonlarında bile seyirciyle iletişimi kesmiyor, Lars Ulrich gibi sürekli ayağa kalkıp seyirciyi coşturuyor, onca işinin arasında mikrofon sehpasını da idare ediyor, kanca gibi bir sistemi var, vokal kısımlarında mikrofonu ağzına getiriyor, back vokalleri ve bazense “lead” vokalleri yapıyor. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi şarkı devam ederken bagetini teknisyenine atıyor, o geri atıyor, türlü türlü akrobasiler… : ) Bu arada Mangini’yle birlikte konserlerde metronom klikiyle çalmaya başlayan grup Portnoy’un dönüşüyle tekrar eskisi gibi “kliksiz” çalıyor. Bu klik meselesi büyük bir fark getirmiş grubun performansına. Mangini’li dönemdeki Dream Theater’ı çok mekanik bulma sebebimiz belki buydu. Şimdi çok daha “insan gibi”, “spontane” ve doğal çalıyorlar.

John Petrucci’ye ayrı bir parantez, hatta paragraf, hatta ayrı makale yazmak gerek. O kadar zor partisyonları sanki çocuk oyuncağıymış gibi çalıyor. Onu konserde izleyince sadece bir virtüöz değil, inovatif bir gitarist olduğunu da fark ediyorsunuz. Bu konuda Tom Morello’nun üstüne tanımam ama Petrucci’yi izlerken de sık sık gözlerime inanamadığım hareketlerle karşılaştım. Ve içimden bu adamı “Yaşayan en iyi 100 gitarist” gibi listelere almayan havalı dergilere sövdüm, yalan yok! : ) 27 Temmuz İstanbul konseri için şimdiden aklınızda olsun, önlerde yer tutmak için hazırlanıyorsanız, sağ ön taraftan önlerde olun. Petrucci’den bedava gitar dersi! (Ya da gitar çalmaktan soğumak için sebep!)

Ev’e dönüş

Setlist’e çok girmek istemiyorum, dileyen setlist.fm’den bakabilir zaten. Temmuz’a kadar, özellikle yeni albüm Parasomnia 7 Şubat’ta çıktıktan sonra muhtemelen değişir ama şunu diyebilirim ki, Portnoy mükemmel bir setlist çıkarmış gruba. Sadece şarkı seçimleri değil, şarkıların sıralaması da dahiyane. Sözlerle birlikte düşündüğünüzde bir hikayeyi takip ettikleri ortada. Duygusal bir merdiven söz konusu, yavaş yavaş çıkıyorsunuz onu.

Rüya gibi konser

İlk yarıda Hollow Years ile duygudan duyguya savruluyorsunuz. Petrucci’nin Gary Moore-esk sololarında sahne kararıyor, Moore benzetmemizin altını çizercesine tek bir mavi ışık gitarının üstüne vuruyor. Lazer şov da grubun bir diğer kozu. Açık havada nasıl olur bilmiyorum ama kapalı salonda çok etkili. Özellikle ‘Constant Motion’da ortam Gasper Noe filmi gibi oluyor.

Daha uzun sürecek olan ikinci yarı yeni parça ‘Night Terror’ ile başlıyor, diğer tüm hit’lerin arasında hiç ama hiç sırıtmıyor. Bu yarıya damgasını vuran parça ise tabii ki ‘Spirit Carries On’ oluyor. Tüm telefon ışıklarıyla inanılmaz bir tablo oluşuyor ve duygusal zirveyi yaşıyoruz. Ama bence konserin en akılda kalıcı anları sürpriz bir parçada kendini gösteriyor: ‘This is the Life’. Konserde Mangini döneminden çalınan iki parçadan biri. Sözleri konseri izlerken aklımızdan geçenleri tercüme ediyor adeta: “Bazılarımız zarifçe yaşamayı seçer / Bazıları labirentte sıkışıp kalabilir / Ve eve dönüş yolunu kaybedebilir / Anılar kaybolacak / Zaman hızla akıp gidecek / Ne diyecekler / Sen gittikten sonra / Ait olduğumuz hayat bu / İlahi armağanımız” diyor LaBrie, bu sözlere hem kendi hayatımızdan hem de evinden ayrı kalan Portnoy’un yaşadıklarından yeni anlamlar yüklüyoruz. Birkaç şarkı sonra da hangi şarkı geliyor dersiniz? ‘Home’. Bu kurgunun tesadüf olduğunu söylemek zor. Portnoy evine döndü. Biz en sevdiğimiz gruplardan birinin en istikrarlı, en yaratıcı, en güncel kurgusuna kavuştuk. Bu konserin bir rüya olmadığını biliyorum, gerçekten oradaydık. Ama kesinlikle bir rüya gibiydi!

‘Pull Me Under’ ile muhteşem kapanış gerçekleşiyor. Konserden çıkıyoruz. Rüya analojisine uygun bir şekilde lapa lapa olmasa da kar yağıyor. Sokak lambasının altında yağan karı görüyorum. Tam bir Dream Theater single kapağı gibi bir görüntü. Zihnimde ‘This is the Life’ın gitar melodisi dönüp duruyor. Hiç bitmese miydi bu konser acaba…

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR