Şarkıların artık kaydedilebiliyor olması tabii ki peşinden “müzik endüstrisi” kavramını da getirmişti. Artık peşpeşe kaydedilmeye başlanan taş plaklar, kamusal alanda dolanmaya başlayınca müzik de herkesin evine yavaş yavaş girmiş ve insanlar şarkıcıları canlı dinlemek zorunda kalmayıp dilediği zaman gramofonları üzerinden dinlemeye başlamış. Aynı zamanda müziğin global bir şekilde yayılmasına da sebep olan bu kayıt teknolojileri, müziğin evrimleşmesini de hızlandırmış. Düşünün ki Amerika’da çıkan herhangi bir şarkı, artık radyo ve plak teknolojileriyle ülkemizde de çalınır olmuş. Peki yıllar içinde teknoloji gelişirken, bu ilerleme müziğe nasıl etkilerde bulunmuş? Özellikle 1980’lerle birlikte yükselişe geçen bilgisayar teknolojisi müzikte nasıl bir kırılıma yol açmış? Haydi gelin, müzik ile bilgisayar teknolojisinin nasıl bir ilişki içinde olduğuna kısaca bir göz atalım!
Bilgisayar marifetiyle kaydedilen ilk şarkı: ‘God Save the King’
Size biraz önce 1980’lerdeki bilgisayar teknolojilerinin müziğe doğrudan etki etmeye başladığından bahsetmiştim. Ama sizi birazcık yanıltmak istemiş olabilirim. Çünkü (belki inanmayacaksınız ama) bilgisayar tarafından kaydedilen ilk şarkı 1950’lere dayanıyor. Ünlü matematikçi ve şifre uzmanı ’in Manchester’da kurduğu bilgisayar laboratuvarında yaptığı çalışmalar sırasında, öğretmen Christopher Strachey’nin bilgisayar ile bir gece kadar çalışması üzerine ertesi gün laboratuvara gelenler şaşkınlık içinde kalmıştı. Çünkü bilgisayar İngiltere Milli Marşı ‘God Save the King’i çalıyordu. Strachey, yalnızca bununla da sınırlı kalmamış ‘Baa Baa Black Sheep’ adlı tekerlemeyi ve Glenn Miller’ın ‘In the Mood’ şarkısını bilgisayara kaydetmeyi başarmıştı. Tabii ki bunlar oldukça primitif kayıtlardı ancak tarihi açıdan büyük önem taşıyordu. Hatta çok uçuk olacak ama buna ilk yapay zeka müziği demek de yanlış olmayabilir. Ne dersiniz?
Bilgisayardan önce elektronik müzik vardı!
Elektronik müziği seven çok sever, hoşlanmayan ise olabildiğince kaçar. Ben görece mesafeli duranlardanım, iyi yapılmış elektronik müziğe o kadar uzak değilim. Ki bana göre en yenilikçi türlerden biri de elektronik müzik. Adı üstünde, işin içinde elektrik var. Tabii elektronik müziğin tarihi, bilgisayar teknolojilerinden de önceye uzanıyor. Teknolojik gelişmeleri takip eden müzisyenler 1800’lerin son yıllarında elektriği de kullanarak bazı denemeler yapıyordu. Telharmonium adı verilen 7 tonluk müzik aleti, bir yük vagonu büyüklüğündeydi. Bugün hala kullanılan ve bence en deneysel enstrümanlardan biri olan Theremin ise 1920 yılında icat edilmişti. II. Dünya Savaşı’nın ardından deck kasetçalarların dünyaya yayılması, farklı şeyler yapmak isteyen müzisyenlerin, kasetleri endüstriyel tonlar elde edecek bir mix yapmak amacıyla kullanmasına sebep oldu. 1948 yılında ilk örnekleri duyulmaya başlanan ve “Musique Concrète” adı verilen bu müzik türü, daha sonraları elektronik müziğe evrilecekti ancak buna daha çok zaman vardı. 1957 yılında ortaya çıkan iki enstrüman, bilgisayar teknolojilerini kullanmayı da gerektiriyordu. “Music 1” adıyla kullanılan bilgisayar-enstrüman ve “RCA Martk II Sound Synthesizer” adı verilen synthesizer, müzik çalabilmek için özel bir şekilde kodlama yapmayı mecbur kılıyordu. Bu sebeple sahnede kullanımı çok zordu.
Dijitalleşme, müzik endüstrisini de etkilemeye başlıyor…
Şimdi gözlerinizi kapatın ve hiç görmediyseniz bile eski filmlerde ya da grupların stüdyo çalışmalarının olduğu videolarda gözünüze çarpan devasa makaraların olduğu stüdyoları hayal edin. Bana göre müziğin en güzel kayıt edildiği sistem zaten bunlar. Benim gibi analog delisi olan herkes, bunu mutlaka böyle düşünecektir. Ancak tabii ki bu sistemler, dijitale göre hem daha pahalı hem de daha hassas çalışılması gereken sistemlerdi. 1935 yılına kadar çelik ya da demir oksitten oluşan makara bantları, yerini 1935 yılında icat edilen manyetik bantlara bırakmıştı ve sonraları kaset teknolojisini doruğa çıkaracak bu bantlar, stüdyolarda kayıt için en çok tercih edilen araçlar olmuştu. Maliyet bakımından zaten ekstra külfetli olan bu teknoloji, genellikle hatayı kaldırmıyor ve kayıtlardaki en ufak aksama tüm kaydın başa alınmasına da sebep oluyordu. Buna rağmen 1980’lere dek analog kayıt, müzik endüstrisinin en önemli taşıyıcısıydı. 1980 yılında çıkış yapan EMT-420 adlı sabit diskli dijital kayıt cihazı, dijital kayıt teknolojisinin de başlamasına sebep olmuştu. O yıllarda bilgisayar teknolojilerindeki gelişmelerin de hız kazanması, dijital kayıt aletleriyle bilgisayarların birbiriyle ilişki kurmasını sağlamış, bugünkü dijital kayıt teknolojilerinin de öncüsü sayılacak bir noktaya varmıştı.
Ev stüdyoları, büyük stüdyoların yerini almaya başlarsa!
Bundan çok değil, 40 yıl öncesinde bile “albümler evde kaydedilecek, herkes kendi albümünün prodüktörü olacak” deselerdi en öncü müzik insanları bile buna bıyık altından muzip bir gülüş atar, mix ünitesine geri dönerlerdi. Ama teknoloji, o kadar çabuk gelişti ki; endüstri de bu gelişimin yol açtığı değişime ayak uydurma konusunda büyük çabalar vermek zorunda kaldı. Bunlardan en önemlisi tabii ki kayıt formatlarının değişmesiydi. 33’lük ve 45’lik plaklar yavaş yavaş rafa kalkmış, kaset çılgınlığı her yere yayılmış, ardından CD teknolojisi müziği ele geçirmeye başlamış ve 2000’lerle beraber “streaming” furyası büyük bir patlama yapmıştı. 2000’lerin ikinci yarısında müzik dünyası yeniden en başa yani plak formatına dönmeye başlasa da bu tabii ki ana akımı oluşturan bir format değildi. Neyse konumuz da bu değil zaten. Bilgisayar sistemlerinin böylesine geliştiği bir dönemde, ekipman üreticilerinin de dijitalleşmeye ayak uydurmasıyla artık tamamen bilgisayar yazılımları kullanılarak koskoca albümler ev ortamında yapılabiliyor. Buna en çok bir “label” çatısı altında müzik yapmak istemeyen sanatçılar sevinse de artık amatör ya da profesyonel birçok müzisyen albümlerini büyük stüdyolara girmeden, kısa süreler içinde evlerinde kaydedebiliyorlar. Kayıt sonrası büyük stüdyolarda mix ve mastering işlemlerini yapan müzisyenlerin yanı sıra, tüm sürece hakim olmak isteyip bunları da evinde yapan müzisyenler yok değil. Böyle olunca artık endüstrideki rekabet, yalnızca makro düzeyde değil mikro düzeyde de yaşanıyor. Çünkü albüm ya da single’ını evinde kaydeden isimler çoğaldıkça ana akımın dışında bir de bağımsız müzisyenler arasında “teknolojiyi en iyi kullanabilme” mücadelesi de kendisini göstermiyor değil.
Biz yapay zekanın müziği nasıl etkileyeceğine kafa yorarken, bir yandan da müziğin dijitalleşmesini düşünmek zorundayız. Çünkü müzisyenlerin müziği yalnızca yapay zekayla yapamayacağı gibi sürekli kendini yenileyen dijital müzik teknolojilerini de kaçırmaması gerekiyor. Yoksa biraz müzik programı bilen herkesin şarkı yayınlayabildiği bu piyasada ne başarılı müzisyenler yitip gitme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.