Ve kayıt… Indie’lerin en çok bilinen üçlüleri bir araya geldiğinde, kalbimizi ışıldatacak parçalardan başka ne üretebilir ki? Karşınızda boygenius, “the record” albümüyle bizimle kendi hikayelerini anlatan albümlerinden çıkıp 3’ü bir arada bir albüm çıkartıyorlar.
Eylül BOMBACI
Phoebe Bridgers, Lucy Dacus, Julien Baker’dan oluşan boygenius isimli süpergrup 2018’de çıkardıkları EP’den sonra ilk defa bir albüm yayınladı. Süpergrup terimi, grup üyeleri birbirinden ünlü solo kariyerleriyle dolu olan kişilerin bir grup oluşturmasından oluşuyor. Phoebe Bridgers’ı “Punisher” veya “Stranger in the Alps” albümüyle, ‘Motion Sickness’ isimli şarkısıyla tanınıyor. Lucy Dacus’u “Night Shift”le , Julien Baker’ı da “Little Oblivions” albümüyle. Bridgers’ın “kazara” oluştuğunu iddia ettiği bu grup indie severlerin başına gelebilecek en iyi kazarlardan olsa gerek. Birbiriyle sürekli rock’ta kadın sesleri diyerek karşılaştırılan bu üçlü aslında biraz da bu karşılaştırmadan ve sanki normal bir şey değilmişçesine adeta bir müzik türüymüş gibi herkesin ağzında terim olarak dolanmasından bıkarak da bir araya geliyorlar. “the record”, hikayelerle dolu güçlü bir albüm, üçlünün biraz bireysel biraz ortak anılarıyla dopdolu hale geliyor. Enstrümental anlamda müthiş bir doluluğa sahipken, sözler ve 3lü harmoniler müziği çok daha yukarı taşıyor.
Neden boygenius
Grubun ismi ise bir şakayla başlıyor. Stüdyoda birbirilerine espriyle motivasyon sağlamak isterken başlayan bu muhabbetin ilhamı eskiden çalışmış oldukları biraz fazla özgüvenli erkek işbirlikçileriyle başlıyor. “boygenius” bir arketip, Baker’ın tam tanımıyla: “işkence edilmiş bir dahinin arketipi, doğumundan beri her fikrinin sadece değerli değil hatta mükemmel olduğu söylenmiş bir erkek sanatçı”. Bu şekilde ortaya çıkan boygenius lafı bir süre sonra kendinden şüphe ettikleri anlarda, “hayır hemen bir boygenius ol, senin fikirlerin her zaman değerli” cümleleriyle karşılık buluyor.
Her şey üçlünün yavaş yavaş tanışmaları ve birbirlerine aniden hissettikleri çekimle başlıyor. Bir şarkı çıkartırız diye girdikleri stüdyodan 6 parçayla ayrılıyor, sonrasında da “Boygenius EP”yi çıkartıyorlar birlikte. Bridgers bu birlikteliği anlatırken “aşka düşmek gibi değil, aşkın ta kendisi gibiydi” sözlerini kullanıyor. Aralarındaki uyumu, anlayışı ve sevgiyi ise dinleyicilere gayet tabii geçiriyorlar. 2018’den beri bu ortak projeyi şöyle böyle sürdüren bu üçlü 2020’nin temmuzunda Bandcamp’te dernekler adına para biri biriktirmek için birkaç demosunu paylaşarak 23.000$’ın üstünde bağışta bulunuyorlar. Ve o gün gelip çatıyor, sonunda dinleyiciler o çok bekledikleri albüme çatkapı bir mart sonu erişiyor. Yapımından enstrümanlara yazımından klibine muhteşem kadınlarla dolu bir proje olurken boygenius, albümün tüm yapılarının tüm katkı sağlayanlarıyla çok daha başka boyutlara evrildiğini hissettiriyor. Yani the record sadece Baker, Bridgers ve Dacus’un değil, basist olarak Melina Duterte’nin, Autolux’un Carla Azar’ı, yazar Elif Batuman’ın, kliplerde oynayan Kristen Stewart’ın elleriyle de bileniyor. Albümlerinin giriş müziği de bunu kanıtlıyor bize “Who would I be without you, without them?” yani “Sen olmasan, sizler olmasaydınız, ben kim olurdum?”
“the record” yapımı
“the record”, 12 parçadan oluşan, 42 dakika 18 saniyelik saniyelik bir albüm. Bizimle konuşmaya başladıkları ilk andan bizi de bu sohbete çağırıyor üçlü. Albüm, üçlünün akapella olarak seslendirdiği üçlü harmoniden oluşurken hayatlarını şekillendiren insanlara minnettarlıkla başlıyorlar. Etrafımızda sevdiğimiz insanlar olmasa biz kim olurduk hakikaten? İlk dört şarkı üçlünün kendi dillerinden sesleniyor başta. ‘$20’ ile Baker, 10 yaşındayken George Bush’a isyanından oluşan macerasını anlatıyor. İlk parçadan sonra bir andan bizi başka bir atmosfere sokan bu parçayla Baker’ın muhteşem sesine ve albümün rocka kayan gidişatına tanık oluyoruz. Hemen ardından Bridgers’ın kadife sesi bizi karşılarken onu sevenlerin tanıyamamasının pek bir ihtimali olmuyor aslında.
Bakmaya değer
Biraz indie folk biraz indie rockla bezenmiş parçaların hepsi camları açık bir arabada yaz havasında rüzgara dokunurmuş gibi hissettiriyor. Sözleri ise yaşasın kadın isyanı derken, çoğu şarkı sözünden daha dürüst daha gerçek ve açık sözlü oluşuyla biraz olsun Phil Elverum’un Mount Eerie isimli projesini sözyazarlığını hatırlatıyor. Tabii ki de Mount Eerie kadar derin duygularla dolu şarkılar barındırmıyor da içtenliği ve hikaye anlatışıyla biraz daha şakacı ve mutlu bir yerden yaklaşıyor üçlü. Birkaç yıl önce son albümünü yayınladıktan bir süre sonra hayatını kaybeden Leonard Cohen de albümün parçalarından birinde bir hikayeye tanık oluyor denebilir. Varoluşsal krizler içinde ilham dolu cümleler kuran yaşlı bir adam olarak belirtilirken, sözler onu bir şekilde anladığını belirtiyor.
Albümün bir diğer heyecanlandırıcı parçası ise ‘the Satanist’. 2000’lerin başında kopup gelmiş gibi hissettiren başlangıcı, canlı ritmi ve eğlenceli şarkı sözleriyle albümü sakinleştiği yerden yine havaya uçuruyor. Sevdiğini farklı “hayat tarzları” ve aksiyonlara davet ederken parçanın ortasındaki riff dinleyicileri kendiyle dansa bırakıyor.
Boygenius, içinde barındırdığı tüm karmaşık ve insani duygularla çok gerçekçi bir ton yakalamış bu albümlerinde. İnsan dinledikçe daha fazlasını istiyor. Geçişleriyle akıcılıktan ödün vermezken, üç sanatçıya da alan tanımış heyecanlandırıcı bir albüm. 3 kadının kendisinden parçalarla besleyerek oluşturduğu “süpergrup” başka müthiş kadınlarla albüme dönüşürken boygenius tamamen kendiyle kaldıran bir albüm. Nice gün batımlarına ve parmaklarımızda gezen mutlu rüzgalara bu şarkıyla.