Son yıllarda kadın – erkek ilişkilerine dair filmlerde, kadının yaşının büyük olduğu senaryolar sıkça ele alınır oldu. “Lonely Planet”, “A Family Affair”, “The Idea of You” ve “May December” yakın dönemde izlediğimiz filmler arasında. Tam da Nicole Kidman’ın başrolünde yer aldığı “Babygirl” 24 Ocak’ta vizyona girecekken konuyu Psikolog Ekin Soyaslan ile ele aldık.
Ekin SOYASLAN
Orta yaşını geçmiş, düzenli bir hayatı ve başarılı bir kariyeri olan bir erkeğin, genç, hırslı ve çekici bir kadınla karşılaştığı sahneye tanık olduğumuzda, hikâyenin ilerleyen olaylarını tahmin etmek genellikle zor olmaz. İlkel güdülerine teslim olan bu erkek, toplumsal normların ona dayattığı medeni maskeden sıyrılır ve hâlâ doğurganlığını simgeleyen ince beli ve yuvarlak kalçalarıyla tutku saçan bu genç kadınla bir ilişkiye girer. İzleyici, her ne kadar ahlaki bir ikilemle mücadele eden bu adamı izlese de, bir yandan onun “insani zaaflarına” anlayış göstermeye meyillidir. Monoton seks hayatından, gençliğini kaybetmiş karısından sıkılması ve tutkulu gençlik günlerini hatırlatan kadınların peşinden gitmesi, onu ahlaksız, histerik, delirmiş ya da taş kalpli bir adam değil; sadece asıl doğasını medeniyet uğruna reddetmekte zorlanan bir adam yapar. Adamın bir anlık gafleti affedilir, üstelik çoğu zaman bu durumun bedeli de kadınların ödediği bedele nazaran hafif olur. Trajik birkaç olayın ardından ailesine dönerek mahcup bir hayat sürebilir ya da tüm zincirlerinden kurtulmuş ama yalnız bir adam olarak karşımıza çıkar.
Ancak hikâye bir kadını merkeze aldığında, işler dramatik biçimde değişir. Kadının aldatması için belirli “kurallar” vardır. İlk ve en temel kural aşktır: Kadının evliliği mutsuz olmalı ve hayatında eksik olan duygusal tatmini ona verecek bir başkasına âşık olmalıdır. Bu büyük “aşk” unsurunu sahneden çıkardığımızda ise senaryo değişmez bir biçimde şekillenir: Kadının, kendinden genç bir adamla yalnızca şehvet temelli bir ilişkiye girmesinin sonu her zaman felakettir.
Bu affedilmez hatanın bedelini ödetmek için ekranda birkaç yol sunulur. Ya “American Pie” filminden hatırlayacağımız Stifler’ın annesi gibi karikatürize edilmiş, derinlikten yoksun bir histerik figür olmalıdır ya da “Piyano” filmindeki gibi akıl sağlığını yitirmiş bir kadın. Eğer bu iki kategoriye de sığmazsa, o zaman sıra trajik sonlarla biten senaryolara gelir. “Unfaithful” filmindeki gibi bir karakterin mezara, bir diğerinin hapse gittiği hikâyeler ya da “Thelma ve Louise”de olduğu gibi, kadının özgürlüğünün bedelini canıyla ödediği anlatılar buna örnek gösterilebilir. Her biri birbirinden farklı olsa da bu tür hikâyelerin ortak noktası, kadının aşk olmadan yalnızca bedenin ve arzunun peşinden gitmesinin asla kabul edilemez bir “hata” olarak gösterilmesidir.
Her ne kadar 70’li yıllarda cinsel özgürlük devrimi yaşanmış ve en azından Batı toplumlarında kadının cinselliği yaşaması bir tabu olmaktan çıkmış gibi görünse de, yakın zamana kadar bu cinselliği nasıl ve kiminle yaşayacağı konusu en özgür zihinlerde bile belli sınırlarla belirlenmişti. Ancak bu sınırlar gün geçtikçe bulanıklaşıyor. Ana akım medyada “Sex and the City” ile başlayan ve sonrasında birçok film ve diziyle devam eden, kadının arzularını açıkça ifade etmesi ve hatta talep etmesi artık Samantha Jones gibi zorlu karakterlerin tekelinden çıkıyor. Bugün sosyal medya, bu dönüşümün en görünür olduğu alanlardan biri. Örneğin, Instagram’da ip atlayan erkek sporcuların videoları altında her yaştan kadın emojiler ya da tacize varan mesajlar paylaşıyor. Sosyal medya, bir zamanlar kadınların tekelinde olan “cinsel meta” artık demokratikleşmiş, ortalık kendini metalaştırmakta sorun görmeyen erkeklerin hesaplarıyla dolup taşıyor ve kadınlar bu hesapları açık açık takip etmekten çekinmiyor. Evini temizleyip çayını koyan orta yaşlı bir anne, arkadaşına yarı çıplak at binen bir adamın reelsini yemek tarifi paylaşırcasına gönderebiliyor.
Kadın cinselliğinin daha özgür olduğu hikayeler
24 Ocak’ta gösterime girecek “Babygirl”, birçok farklı açıdan incelenebilecek dinamiğe sahip. Kadın-erkek, cinsellik ve iktidar kavramlarını düşündürtecek bir senaryosu var. Ama belki de en büyük farkı, yıllar önce iş yerine girdiğinde genç kadının şehvetine kapılan Richard Gere figürünü Nicole Kidman ile değiştirmesi; sevgi dolu evde bekleyen eş rolünü Antonio Banderas’a vermesi. Ve en önemlisi kadının aşık olmadan, saf şehvetin peşinden histeri krizine girmeden, karikatürize edilmeden, hayatın diğer yanlarındaki işlevselliğini kaybetmeden gidebilmesini göstermesi açısından önemli.
Her ne kadar yükselen sağın “geleneksel eş” (trad wife) akımları ve kadın nefretiyle yanıp tutuşan incel gruplar bu değişimi durdurmaya çalışsa da, hayat geriye dönmüyor. Kadınlar, bu cinsel özgürlük arayışından vazgeçmeye niyetli değil. Aslında, bu temalar yıllardır underground kültürün bir parçası olarak ele alınıyordu; ancak bu anlatılar popüler kültüre yansımalarını ancak son birkaç on yılda buldu. Bundan 27 yıl önce “Sex and the City” ile tanıştığımız, cinselliğini rahatça yaşayan kadın karakterler, bugün ekranlarda daha sık karşımıza çıkıyor. Üstelik arzularını aşk paravanı arkasına saklamaya gerek duymadan, kendilerinden daha genç bedenleri arzuladıklarını açıkça ifade ederek karşımıza çıkıyorlar.
Bu yeni açılım, yalnızca bireysel özgürlükleri değil, aynı zamanda toplumsal algıları da dönüştürüyor. Belli ki, kadın cinselliğinin daha özgür ve çok boyutlu bir şekilde anlatıldığı hikâyeler, farklı senaryolarla işlenmeye devam edecek.