Haliç kıyısında yer alan ve sağından solundan, üstünden altından bastırılmış İstanbul olan bir mahalle Balat. Sahilden mahalleye doğru adım atar atmaz ilk bu gerçek karşılıyor insanı. “Ben İstanbul’un ta kendisiyim” diyor Balat. Eski bir mahalle oluşu elbette onu bir adım öne çıkarıyor ama Balat’ı İstanbul yapan en büyük artısı, kendini güncelleyebilen bir yer oluşu.
Bir pazar sabahı erken saatlerde Balat’ın sokaklarını adımlıyorum. Dükkânını yeni açan esnaflar, dükkânının önünü süpüren esnaflar, kaldırıma sandalye atmış birkaç mahalle sakini ve ben. Kısa bir süre sonra, birkaç adım mesafesine; bir sinagog, bir kilise ve bir camiyi sığdırıyorum. Anlaşılan o ki Balat bana ‘Eline sağlık Tanrım, dünya çok güzel olmuş’ dedirtecek diyor ve adımlarımı biraz yavaşlatıyorum.
Balat’ın misafirperverliğini duymadım ama okudum; Hagop Baronyan’ın İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti kitabında. “Balatlılar çok misafirperverdir. Öyle ki şu cümle bir deyim gibi söylenir durur: Bağdat’a giden dönmüş, Balat’a giden dönmemiş.” diyor Baronyan, kitabının Balat için ayrılan bölümünde.
Tabii bu “geri dönememek” bahsinde mahallenin çok meşhur olan meyhanelerinin de etkisi var. 1864-1891 arasını İstanbul’da yaşayan Hagop Baronyan’ın söylediğine göre o dönem Balat’ta on adet meyhane varmış. Baronyan, buraya minik bir ekleme yapıyor ama: “Gerçi mahalleli 1500 meyhaneyi yaşatacak güçte.”
Konu tarihten açılmışken hemen biraz detaylandıralım. Balat; Anadolu Yakası’ndaki Kuzguncuk gibi Yahudi, İsevi ve Müslümanların ortaklaşa kurdukları bir kültür kenti. Rivayet odur ki mahallenin ismi Yunanca saray anlamına gelen “palation”dan türemiş. Bu bilgi çok yerde var. Mahallenin çehresi İspanya’dan kovulup Osmanlı’ya sığınan Yahudilerin yerleştirildikleri bölgelerden biri olmasıyla değişiyor. Yahudi ve İsevi nüfusa bir süre sonra Müslümanlar da eklenince ortaya rengarenk ve pek güzel bir “şey” çıkıyor. Haliç kıyısında olması onu deniz ticaretinin de duraklarından biri yapmış; rengarenk çorbanın tuzu-biberi de bu olmuş yani. Gittiğinizde içinize dolan “Burası ne değişik bir yermiş” cümlesindeki “değişik” bundan işte. Cumbalı evler, rengarenk evler, size gökyüzü payı da verecek kadar yüksek olan evler vs. Ne güzeller.
Balat’a kadar gelen birinin mutlaka, hiç olmazsa şöyle bir bakıp “Vakti zamanında ne güzel şeyler yapmışlar” diyeceği yerler listesiyle karşınızdayım:
Fener Rum Patrikhanesi: İçindeki mozaikler ve kutsal emanetlerle etkileyici bir yer olmasının yanında Hristiyanlığın en büyük ikinci mezhebi olan Ortodoksların ruhani merkezi olması bakımından son derece kıymetli.
Ahrida Sinagogu: 15. yüzyılda Makedonya’dan gelen Yahudiler tarafından kurulan Ahrida Sinagogu İstanbul’un en eski sinagoglarından biri. Ziyaret için önceden bir randevu almakta fayda var.
Ferruh Kethüda Camii: Bir Mimar Sinan eseri olan bu küçük camiyi görmeden geri dönüş yoluna geçmeyin.
Üç semavi dine böylece bir selam çaktıktan sonra “Bakın bunlar da önemli” diyebileceğim yapıların başında Surp Hreşdagabed Kilisesi geliyor. Özellikle dilek dilemek isteyenlerin gözde noktalarından biri olan kilise, bu ününü tarihi geçmişine borçlu. Kilise, asırlarca mucizelerin gerçekleştiği, kötülükleri engelleyen kutsal bir mekan olarak kabul edilmiş. Yine denizcilerin koruyucu azizi olan Aziz Nikola’ya adanmış bir Rum Ortodoks kilisesi olan Aya Nikola Kilisesi de yedek üyeler listemizin önemli bir elemanı. Elbette bir de neo-gotik mimarisiyle dikkat çeken ve “Kırmızı Mektep” olarak anılan şehrin tartışmasız en farklı binalarından biri olan Fener Rum Lisesi var. He oraya kadar çıkmışken arkanızı dönün ve Haliç’i içinize çekin.
İki kötü haberimden biri şehrin ana probleminin bir yansıması aslında: Kalabalık. Balat o kadar kalabalık ki renkli merdivenlerdeki renkleri göremiyorsunuz mesela. Yerli halk, yerli turist ve yabancı turistlere Instagram’ın tüm dünya halkları için ortak bir “din” olduğu gerçeği eklenince her yerde fotoğraf/video çekenler, poz verenler derken hareket imkaânınız sıfıra yaklaşıyor. Bir diğer kötü haber de “Gel gel”ci, “Buyurun”cu esnaflar. Böyle bir mekâna sırf bu yüzden girecek olsa da girmeme kararı olan büyük ve sessiz kalabalığın bir üyesi de benim. İstanbul’un Ortaköy’ünün de Anadolu Kavağı’nın da Balat’ının da bu huyunu bırakmasını dilerim.
Gelelim birçok iyi habere. Balat hem gezip görülecek yerler hem de yiyip içilecek yerler bağlamında bol kepçe bir mahalle. Güzel bir kahve konusunda Naftalin ve Cooklife kafeler üzmüyor. İyi bir şeyler yemek konusunda da Forno Balat. Ben kalabalık sonucu birkaç başarısız denemenin ardından kaderime razı olduğum bir anda Vanilla Balat’a girdim. Bazı tesadüfi karşılaşmalar beklenmedik güzel sonuçlar doğrurur ya kendisi öyle bir yer oldu benim için. Kruvasanın elli tonu olmasa da pek çok şekli var burada ve gayet leziz, es geçmeyin derim. Elbette Balat’a kadar gelmişken sanat galerilerine, antikacılara, ikinci el dükkanlarına ve plakçılara uğramadan asla dönmeyin.
He bir de aman bir dizi çekiminin olduğu güne denk gelmeyin. Zira mahalle Türk dizi dünyasının da sıklıkla tercih ettiği bir yer. Evet evet, o ev Deha dizisindeki ev.