“Bir dönemin rol modelleri” olarak bahsetmenin çok ötesinde, her dönemin bir parçası olan, her anın nabzını tutan Burçin Acer ve Özgür İnceoğulları ile değişen medya, podcast yayıncılığı ve tabii ki Men-E-Men üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Hadi gelin, bir çırpıda ve keyifle okuyacağınız röportaja buyrun!
İpek Atcan / [email protected] & Men-E-Men severler 🙂
Podcast programının hedef kitlesi kim? TV programını ilk gençlik yıllarında dinlemiş şimdi orta yaşlarında olan kitleyi mi temelde ana dinleyici olarak düşünüyorsunuz? Yoksa yeni gençliğin de dinleyeceği bir program yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Burçin Acer: Tam da en başta söylediğiniz gibi. Temel çıkış noktamız ve bu podcast’ı yapma motivasyonumuz; televizyon programını izleyen, ama o sıralar pek de etkileşim imkanı bulamadığımız izleyicimizle yeniden buluşmaktı. Hatta bunu bir çadıra benzettik en başta. Biz Menemen çadırı dedik, sonra isim kendiliğinden 90’lar çadırına döndü. Sonuç olarak ağırlıklı dinleyicimiz, bizi eskiden beri tanıyanlar veya gençliklerini 90’larda yaşayanlardan oluşuyor. Zaman içinde konuştuğumuz popüler kültür konuları, yeni dinleyicileri de çekti elbette.
Özgür İnceoğulları: Aslında podcast’ımız Men-E-Men’i dinlemesini hedeflediğimiz kitle, tüm podcast dinleyicileri. Yani yaş ve sosyoekonomik statü farketmeksizin tüm podcast dinleyenlerin bizi dinlemelerini isteriz. Tür olarak popüler-kültür podcast’ı hazırlayıp sunduğumuz için büyük çoğunluk, bu alana ilgi duyanlar. Hem yıllar önce televizyonda hem de şimdilerde podcast’ta, bizi izleyenler/dinleyenler hep bizim yaşlarımıza yakın kişiler oldu.
O dönem gençlik için parlak birer rol modeldiniz, Türkiye’nin dört bir yerinden gençlik İstanbul’dan seslenen bu iki adamı biraz da hayranlık duyarak izliyordu. Bu manada sizler gibi profillerin nereye evrildiği, orta yaşlarında nasıl hayatlar yaşadığı merak konusu bizce. Ülkenin evriminin de izdüşümleri vardır belki birer birer sizin hayatlarınızda. TV programından beri Burçin ve Özgür’ün hayatlarında neler oldu? Kariyerler, hayatlar nereye evrildi?
Burçin: Çok teşekkür ediyorum. Çok nazik ve mutluluk verici bir tanımlama bizim için. İkimiz hayatın farklı yollarını tercih ettik. Özgür, ben henüz televizyon ve radyo hayatıma devam ederken kurumsal bir yol izlemeyi tercih etti. Ben de medya alanında kalmayı tercih ettim. Kendi adıma ülkenin son 30 yılında yaşanan her iyi ve kötü “an”ın etkisini yaşadığımı görüyorum. 90’ların nispeten daha özgür ve umut verici yıllarının, 2000’lerin büyük değişiminin, dijitalleşmenin yarattığı köklü etkilerin, siyaseten yaşadığımız çalkantılı sürecin ruhlarımızda bıraktığı izler son derece derin ve canlı. Medya özelinde bakarsak, geleneksel medyanın uğradığı erozyondan kendimi bir nebze koruduğumu düşünüyorum. Radyo ve podcast bu anlamda önemli oldular benim hikayemde.
Özgür: Çok güzel bir soru. Bunu üç yıl önce kaydettiğimiz ilk podcast bölümümüzde biraz anlatmaya çalışmıştık. Ben 2000 yılında askere gittim ve bu sebeple Men-E-Men televizyon programı bitti. Dönünce de Burçin’e devam edemeyeceğimi söyledim. Televizyonda kendimi ne maddi olarak, ne de manevi olarak güvende hissediyordum. İyi bir üniversitede, iyi bir eğitim almıştım. Uluslararası bir şirkette çalışmayı hedefledim. Yaklaşık 22 yıldır yöneticilik yapıyorum. Son altı yıldır da eşim ve 14 yaşındaki oğlumla beraber İsviçre’de yaşıyorum.
“90’ların sonundayken o günün gerçek influencer’larıydık.”
TV programı yapmakla, podcast yapmak arasındaki deneyim sizce nerelerde farklılaşıyor? Zorlukları, avantajları, keyif noktaları neler? Hatta tam burada “medyanın dünü bugünü?” de demek isterim. Bambaşka yerlerdeyiz çünkü.
Özgür: Televizyon daha büyük bir kadro işiydi. Yönetmenimiz, kameramanlarımız, ışık – ses teknisyenlerimiz, reji odası görevlileri vs. vardı. Podcast’ta Burçin’le biz bizeyiz. Sadece iki kişi yapıyoruz tüm işi. Hem daha kolay, hem daha zor oluyor. Hiç kuşkusuz televizyonda kitlemiz daha genişti. Daha fazla kişiye ulaşıyorduk. Podcast’ın trendi yükseliyor olsa da televizyonla henüz karşılaştırılamaz. Dolayısıyla yarattığımız etki de daha farklı oluyor. Yani 90’ların sonundayken o günün gerçek “influencer”larıydık. Hiçbir zaman o şekilde adlandırılmış olmasa da, ciddi etkimiz vardı. Dolayısıyla markalar bizimle iş yapmak için sırada bekliyorlardı. Podcast’a yatırım yapan çok fazla marka/firma görmüyoruz henüz. Ama yakında bu alanda yatırımlar artacak. Son olarak bir de podcast’ın yapımcı/sunucu için çok daha pratik bir format olduğunu söyleyebilirim. İstediğiniz zaman kaydınızı yapıp, yayınlayabiliyorsunuz ve tüm kayıtlarınız podcast’ların dinlendiği platformlarda (Apple, Spotify, Google, vs.) bir şekilde arşivlenmiş oluyor. Haftanın 3 gecesi 2 saatlik canlı televizyon programı yapmak hiç kolay bir iş değildi. Hele ki üniversitedeyken sınav dönemlerinde… 😊
Burçin: En temel fark kuşkusuz birinin görsel, diğerinin işitsel olarak bir deneyim yaşatması. Televizyonun her zaman geçici bir konak olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü orada, düşünceniz, anlatım beceriniz bir yere kadar değer taşır. Daha mühim olan, görsel açıdan yarattığınız manzaradır. Güzel bir dekor, güzel insanlar, kusursuz akışlar… Yani bir yerden sonra sizden daha iyi anlatan, düşünen değil, sizden daha güzel olan tercih edilecektir. Bu da televizyon için anlaşılır bir gerçeklik. Podcast ve radyo, bunun tersi bir yerde duruyor. Düşünceniz, fikirleriniz ve onları aktarım biçiminiz esastır. Bunu yaparken ne giydiğiniz, güzelliğiniz, yaşınız, ortamın dekoru ya da ışığı hiç önemli değil. Bu sayede kazanılan bir başarı çok daha tatmin edici, yaratım çok daha uzun süreli olabiliyor. Benim de temel amacım hep anlatmak olduğu için bu alanı severek sahiplendim. Elbette bu süreçte medyanın geldiği nokta, aldığım kararlarda etkili oldu. Yozlaşma bu kadar hızlı gerçekleşmeseydi, hala geleneksel akımlarda olma zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilirdim. Bu arada medyanın durumunu, genel olarak toplumun her alanındaki durumlardan farklı görmüyorum. Bileşik kaplar teorisi işliyor kanımca. Şu an, hangi alanda umut verici bir ilerleme var ki, biz medyada bunu bekleyelim. Sanat? Spor? Edebiyat? Teknoloji? Hemen hemen her alanda vasat bir standardı yeterli gören karar vericiler var. Bu da maalesef şahit olduğum ve inandığım olağanüstü potansiyelin harekete geçmesi için en büyük engel.
“Eskiden dinleyiciyle/izleyiciyle iletişimin fırsatını bulamazken, şimdi bize yazılan her mesaja cevap vermeye ve gerçekten ‘tanışmaya’ başladık.”
Medyanın ve iletişimin tek yönlü bir monologdan çıkıp diyaloğa evrildiği gerçeğini birebir yaşıyorsunuz diye düşünüyoruz iki farklı dönemde yaptığınız iki programla. Podcast’la birlikte siz de yeni medya formatlarını kullanır, dinleyicinizle diyaloğa girer oldunuz. Bu evrimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce sizi zenginleştiriyor mu?
Özgür: Hiç kuşkusuz… Men-E-Men podcast’ın dinleyicisi müthiş katılımcı ve entelektüel bir kitle. Ki bence bu podcast formatı için genel bir durum. 90’larda televizyon programını yaparken, bizi izleyenlerin çok fazla katkısı olamıyordu. Sosyal medyanın bu iletişimi güçlendirdiğini net bir şekilde görebiliyoruz. Öyle ki 25 yıl önce bizi izleyen, şimdi de dinleyen arkadaşlarımızla Instagram sayesinde yeni tanıştık diyebilirim. Sadece tanışmakla kalmadık, bir kısmı önerileriyle, fikirleriyle içeriğimize, konuştuklarımıza müthiş katkılar yapıyorlar. Biz de isimlerini de vererek onlardan bahsediyoruz. Gerçekten çok keyifli…
Burçin: Kesinlikle. İlk soruya verdiğim cevap da bu noktanın önemini vurgulamak istemiştim. Televizyon programı yaparken, faks, mektup, az da olsa telefon bağlantıları, etkileşimimizin bütününü oluşturuyorlardı. Biz aslında olduğumuz yerlere gelirken, karşımızda bizi izleyen, destekleyen izleyicilerimiz hakkında çok az bilgiye sahiptik ama her zaman müteşekkir olduk. Çünkü bunun iki taraflı bir hikaye olduğunu biliyorduk. Sadece ispatlayamıyorduk 🙂 Şimdi bu fırsatımız fazlasıyla var. Aslında bu podcast bir yeriyle, izleyicimize bir teşekkür… O dönem bunun fırsatını bulamazken, şimdi bize yazılan her mesaja cevap vermeye, her adıma koşmaya ve böylece gerçekten “tanışmaya” başladık. Bu başlı başına bir zenginlik.
Bu kadar vakit ayırdığınız bir iş gönül işi olarak devam edebilir mi? Yoksa bir gelir beklentisi doğar mı illa bir noktada? Ya da gelirsiz devamı mümkün mü sizce? Bu konu podcast ile ilgili en çok merak edilen detaylardan hep.
Özgür: Bence devam edebilir. Üç yıldır devam ediyoruz. 116 bölüm kaydettik, paylaştık. Zaman ve enerji harcıyoruz. Dinleyici kitlemiz de arttı. Klişe olacak belki ama belirteceğim; sayılardan çok nitelik bizim için önemli. Yani bu denli kaliteli insanların dinlediği bir podcast’ın ortak yapımcısı ve sunucusu olmaktan büyük keyif alıyorum. Bu keyifle de gelir kaygısı olmadan devam ediyoruz. Ama eminim ilerde firmaların podcast’a olan bakış açıları da farklılaşınca, uygun markalarla işbirlikleri olacaktır.
Burçin: Bu aslında bir tercih. Bizimkisi bu yayını elimizden geldiğince kesintisiz devam ettirmek. Evet çok zorlandığımız zamanlar oluyor. Çünkü bir bölümün fikrinin, akışının çıkarılması, edit ve paylaşılması dahil bütün aşamalarıyla kendimiz ilgileniyoruz. Bu da asıl işlerimizin yoğunluğuna göre bazı zamanlar zorlayıcı olabiliyor. Şu an için bu yayından bir gelir elde etmesek de devam edebilecek durumdayız. O yüzden sadece bir miktar gelir için, istemediğimiz angajmanlara girmeyi çok tercih etmiyoruz. Eğer imkan olursa, bizim de karakterimize uyacak tek bir marka ile devam etmek her zaman daha huzurlu bir yol olacak bizim için. Ama daha çok podcast yapmak istiyoruz. Planlarımız, dinleyici ile denediğimiz bazı mekanikler var. Bunları yapmak için kesinlikle yardıma ihtiyacımız olacak. Bunu da belki bağış yoluyla sağlayabiliriz. Bu konuda adım atmayı tartışıyoruz bir süredir. Bu daha adil bir ilişki gibi geliyor bize. Yani dinleyicimiz bize yeni bir podcast için destek olursa, demek ki doğru yoldayızdır. Eğer destek gelmiyorsa zaten yapmanın da çok anlamı yoktur diye düşüneceğiz. Özetle, disiplininize güveniyorsanız bir podcast gelirsiz devam edebilir ama sayı arttıkça ihtiyaçlar da kaçınılmaz oluyor.
Telif sorunu yüzünden şarkı çalmayı bıraktınız podcast’ta. Sizce bu sizin formatınızda bir program için sürdürülebilir bir durum mu? Çünkü müzik, ağırlıklı konularınızdan biri. Bu telif sorununu çözmek için bir yol buldunuz mu? Ya da düşünüyor musunuz?
Özgür: Evet, bu çok önemli bir konu. Teşekkür ederim gündeme getirdiğiniz için. Popüler-kültür podcast’ı yapıyoruz ve müzik bizim için çok ağırlık taşıyan bir konu. “İstek parçası” podcast’ımızın sevilen bir kısmıydı ve bu kısmı kaldırmak zorundaydık. Henüz bir gelir modeli olmayan bir podcast’ın yüklü telif ücretlerinin altından kalkması mümkün değil. Ara ara, konuların gidişatına göre müziği kısa klipler halinde de kullanıyorduk, onu da pek yapmıyoruz artık. Podcast’ında müzik kullanmak isteyenlerin izlemesi gereken yol pek belli değil. Henüz bir çözüm yolu bulamadık.
Burçin: Düşünüyoruz ve ötesinde istiyoruz. Ben bu sektörün içindeyim. Radyo yayıncısıyım aynı zamanda. Her emeğin bir hakkının olması gerektiğine inanmanın ötesinde, bunun gerekliliğini savunan bir noktadayım yıllardır. Şu an için podcast’larda telifle ilgili net bir uygulama yok. Bu durumda herkes her şeyi yapabilir pozisyonda. Böyle gitmeyeceği çok net. Ancak podcast’lara, bir televizyon, bir radyo istasyonu tarifesi uygulanmasını da doğru bulmuyorum. Burada yeni bir fikre, yeni bir metoda ihtiyaç var. Kabul etmeliyim ki, meslek birlikleri için podcastler şu an en önemli problem olmayabilir. Ama işin içinden çıkılmayacak bir noktaya gelmeden makul bir zemin bulmak şart. Dışarda bunun örnekleri var.
“Müzikal olarak vazgeçemeyeceğim bir dönem 90’lar.”
Şahsi müzik zevkleriniz, hemen her yayında özlemle andığınız 90’larda kaldı mı? Yoksa yeni müziği yakaladığınızı, ondan keyif aldığınızı düşünüyor musunuz? Keyif saatinizde eliniz 90’lara mı gidiyor yoksa yeni bir şeyler mi açıyorsunuz?
Özgür: Ben Burçin sayesinde güncel müziği takip edebiliyorum. Yeni müzikten de çok keyif alıyorum. Müziğin değişimini, gelişimini net bir şekilde takip edebiliyorum. Ama en sevdiğim şarkıcılar, gruplar, albümler hala 90’lardan 🙂
Burçin: Hayatımız bir 90’lar nostaljisiyle geçmiyor elbette 🙂 Ama müzikal olarak vazgeçemeyeceğim bir dönem 90’lar. O zamanlar dinlediğim bazı şarkılar ve albümlerin üzerine hala çıkılamadığını düşünüyorum. Ama işim gereği dinleme yelpazem çok geniş. Popüler müziğe istemediğim kadar hakimim 🙂 Yeni şeyler keşfetme dürtüm hala çok canlı. Buna ciddi ve profesyonel bir zaman ayırıyorum.
Müzik üretiminin ve dağıtımının plak şirketlerinin dominesinden çıkıp dijital platformlar aracılığıyla herkese açık bir imkan haline gelmesi sizce müzikal kaliteyi artırdı mı? Müzik endüstrisindeki bu yeni dünya düzenini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özgür: Bence artırdı. Bağımsız şirketlerin, yapımcıların ve müzisyenlerin bir şekilde seslerini duyurabilmeleri çok önemli. Hala işleri çok zor ama bir şekilde kendilerini gösterebilmeleri için daha çok imkan ve platform olduğunu düşünüyorum. Eski dünya düzeninden tek özlediğim şey, albümler. Yani en az 8-10 parçası olan tam bir albümü piyasaya çıkaran grup, müzisyen sayısı azaldı. 45’likler daha kolay ve ticari geliyor galiba. Basılı malzemenin eksikliğinden, CD kartonetinden yıllar boyunca öğrendiğimiz birçok detaydan bahsetmeyeceğim bile. 😊
Burçin: Beklentimizle alakalı birden fazla cevabı olabilir bu sorunun. Üretimin muazzam şekilde arttığı bir gerçek. Üretim imkanlarının kolaylaşması, aracıların önemini yitirmesi, paylaşmanın sayısız farklı yolu olması üretici açısından bakarsanız müthiş fırsatlar içeriyor. Bu durumun kaliteyi de aynı oranda arttırmasını beklemek hayalcilik olur. Ancak düşürdüğünü söylemek de kolaycılık… Kocaman bir ovada , en güzel çiçeği bulmak elbette biraz araştırma, emek ve gayret gerektiriyor. Benim açımdan bu, işimin heyecanlı bir parçası. Çok iyi işler dinliyorum, çok etkilendiğim kayıtlarla karşılaşıyorum. Denemeden haz alan üreticiler bize çok kıymetli kapılar açıyorlar. Şimdi bu tabloya bir de, o ovanın en çiçeksiz, renksiz yerinden de bakabiliriz ve pekala, bu nasıl bir çoraklıktır da diyebiliriz. Hele de burnumuzda hala eskiden kokladığımız çiçeklerin kokusu varsa. O eski funk’lar, sahnede büyüyen rock grupları, müthiş sözler, güçlü vokaller…Biz onlarla büyüdüğümüz için, her zaman ayrıcalıklı olacaklar elbette. Ama 2010’larda doğan bir genç arkadaşımız için bu durum son derece farklı tezahür edecek. Bunu da kabul etmeli ve anlamalıyız. Bu ne Kate Bush’un şarkısı ‘Running Up That Hill’in zamanlar ötesi bir yapıt olduğu gerçeğini değiştirir, ne de PinkPantheress’in BBC’yle birlikte yeni sound’un öncüsü olduğu hikayesine, evinde GarageBand’le yaptığı şarkılarının TikTok’la popüler olmasıyla başlamasını değersiz kılar.
Bir de algoritmalar dünyası var tabii. Siz AI yönlendirmelerinden kaçıp kendi keşiflerinizi nasıl yapıyorsunuz?
Özgür: Benim için “arkadaş tavsiyesi” hala geçerliliğini koruyan bir keşfetme yöntemi. Bunun yanı sıra yeni müziğin filmlerde ve dizilerde daha çok kullanılması yeni isimlerle tanışmamızı sağladı. Bu noktada Shazam’a da buradan sevgilerimi gönderiyorum. 😊
Burçin: Bu benim için bir radyo gerekliliği olduğundan, manuel yöntemlerim hala mevcut 🙂 Yani çeşitli kaynaklarım var. Bunları dönem dönem değiştiriyorum. Bazen bağımsız plak şirketleri, bazen bir röportajda rastladığım bir isim, bazen de algoritmalara kendimi bırakıp, rastladığım yetenekler beni mutlaka bambaşka seslere ve sound’lara ulaştırıyorlar. Bu dinamik hala çok canlı. Onun dışında mutlaka tüm türlere dair ana ve alternatif listeleri takip ederim. En önemlisi seçimlerine güvendiğim arkadaşlarıma kulak kabartıyorum. Bu hala en analog ama en garanti yolardan biri benim için 🙂
Bu arada Burçin, Harun ile “Mümkün”e başladınız onu da dinlemek isterim.
Burçin: Aslında en doğru olan bunu Harun’un anlatması. Çünkü ateşi o yaktı. Fikir ondan çıktı. Sonrasında ben ve Podfresh ekibi beraberce bu fikri yoğurmaya başladık. Sonuçta, birçoğu klasik podcast’larda duyulmayan yeni denemeler yapmaya karar verip, varacağı hedeften çok yolun kendisini önemsediğimiz bir seriye başladık. Harun’la röportaj yapmayı ve dolayısıyla sohbet etmeyi her zaman çok besleyici bulmuşumdur. Hiçbir zaman tek bir boyutta kalmayan sohbetler oluyor aramızda. Paylaşabileceğimiz kadarını da paylaşacağız elbette. Burada çıkış noktamız, grubun “Tamiri Mümkün” konser filmi oldu. Ne bu film, ne konserin kendisi, ne de “Sirenler”, sadece kendi disiplinlerinde konuşulmayacak, o kaplara sığmayacak kadar boyutlu adımlar. Bunları konuşmak, bir anlamda ülkenin, geldiğimiz durumun, bu durumun ruh hallerimizde yarattıklarının tarihe kayıtları aynı zamanda. Bu kayıtların bir parçası da bu Podcast serisi olacak umarım.
Ve kocaman teşekkürler 🙂
Özgür: Büyük bir zevkti. Size ve tüm der.gy ekibine sevgiler…
Burçin: Yine müthiş sorular. Ben teşekkür ederim bu zevkli yolculuk için.