Cannes Film Festivali, bu yıl ilk defa bir “immersive” yarışması düzenledi. “Sarmalayan” teknoloji olarak da bilinen bu tür, genelde bir başlıkla deneyimlenen sanal veya arttırılmış gerçeklik eserlerini kapsasa da, karşımıza mekânsal yerleştirmeler de çıkabiliyor.
Melis BEHLİL
Festivaller arasında bu alanın öncüsü Venedik, 2016 yılından beri immersive bölümü düzenliyor; ancak Cannes da 2017 yılında Alejandro Iñárritu’nun çığır açıcı “Carne y Arena” (Virtually Present, Physically Invisible) adlı işine ev sahipliği yapmıştı. “Carne y Arena”da izleyiciler kafalarına geçirdikleri VR (sanal gerçeklik) başlığıyla özel bir alana giriyorlar, yerdeki kumların ve rüzgar efektlerinin de yardımıyla, kendilerini Meksika’dan A.B.D. sınırını geçmeye çalışan yasadışı göçmenlerin yerinde buluyorlardı. Iñárritu’nun kendisinin de dediği gibi, sarmalayan bir deneyim, vücuda doğrudan hitap ettiği için sinemanın rasyonelliğinin çok ötesinde bir etki yapabiliyor.
14 yapıt izleyicilerle buluştu
Araya pandeminin girmesiyle bir miktar yavaşlayan immersive dalgası, geçtiğimiz aylarda Apple’ın “Vision Pro” başlığını duyurmasıyla tekrar canlandı. Cannes’da da bu sene sekizi yarışmada, altısı yarışma dışı özel seçkide olmak üzere 14 yapıt izleyicilerle buluştu. Yarışma dışı seçkideki altı iş, son senelerde gösterime giren, bir kısmı Steam gibi kullanıcılara açık platformlarda da bulunabilen, başlıkla deneyimlenen “filmler”. Buradaki film anlayışı festivalin geri kalan bölümlerinden biraz farklı, zira hala emekleme evresinde sayılabilecek olan ve anlatının yeni şekillendiği immersive alanında neleri görebildiğimiz, başlığın bize sunduğu 360 derecelik alanın nasıl kullanıldığı, etkileşim olup olmadığı gibi unsurlar, hikayenin kendisinden çok daha fazla önem taşıyor. Bu bölümde “Gloomy Eyes” veya “BattleScar” gibi episodik animasyonlar da var, “Spheres” gibi belgesel yapımlar da. Anlatıların hiçbiri izleyicinin müdahalesiyle yönlenmiyor, ancak kimilerinde minik etkileşimler -mesela “Spheres”de gezegenleri hareket ettirmek- izleyicinin daha da sarmalanmasına katkıda bulunuyor. Seçkinin en eski işi olan “Notes on Blindness” 2017 yılında !F İstanbul’un IF Tomorrow bölümünde, aynı projenin lineer belgeseli ise bir sene önce yine !F seçkisinde gösterilmişti.
Eserlerin detayları…
Yarışmadaki sekiz eser ise birbirinden çok daha farklı; bazıları başlık kullanımı bile gerektirmiyor. Örneğin karanlık, ufak bir odada göz hizasındaki bir kaide üzerinde dört farklı yönden dört farklı performansın izlenebildiği “Telos 1”, bir modern dans performansını holografik olarak sunuyor. Ancak hologramların küçük boyutları, izleyicinin ciddi bir efor sarfetmesini talep ederken, aynı zamanda onu neredeyse bir röntgenci şeklinde konumlandırıyor. “En Amour” ise tam aksine, büyükçe bir alanda, deneyimin çıplak ayakla ve yumuşak zemin üzerinde ister yürüyerek, ister oturarak, veya hatta yatarak deneyimlenmesini hedefliyor. Tüm zeminde ve karşı duvarda akan görüntüler kâh bir dere, kâh deniz oluyor, mekanı sarmalayan hoparlörlerden ise kimi zaman müzik, kimi zaman eserin adındaki gibi “aşık olma” hissini ve bir aşk hikayesini anlatan bir metin duyuluyor. Ancak tüm deneyimi en unutulmaz kılan, görüntülerin arasındaki minik parıltıların, tıpkı denizde yakamozlar gibi katılımcıların el hareketlerine tabi olarak oynaması. Benzer şekilde “Evolver”de de bir VR başlığı ile katılımcılar çevrelerini saran minik parçacıkları elleriyle yönlendiriyor, Cate Blanchett’in anlatımıyla bedenleri ile evrenin ritmleri arasında bir ilişki kurmaya davet ediliyorlar. “Evolver”in yaratıcılarından Ersin Han Ersin ise Londra bazlı Türk bir sanatçı.
Yine VR başlığıyla deneyimlenen işlerden “Maya: The Birth of a Superhero”, ilk reglini yaşayan genç bir kızın hikayesinden yola çıkarak kadınlık halleri üzerine bir anlatının tam ortasına yerleştiriyor izleyiciyi. Gösterildiği alanda yer alan, hepsi yönetmenin elinden çıkma resimlerden, anlatının kendi içindeki görselliğe uzanan çok etkileyici bir dünya yaratıyor. Etkileşimi de oldukça etkileyici şekilde kullanan Maya, kimi noktalarda birinci tekil şahıs oyunu hissi de veriyor. Yine yoğun etkileşim talep eden bir başka deneyim “Traversing the Mist”, deneyime aynı anda giren üç kişiyi, birbirinin avatarlarını da görecek şekilde, Tayvan’da bir eşcinsel hamamına sokuyor. Kimi noktalarda bir hayli grafik cinsel sahneler içeren “Traversing the Mist”, hikayeden çok bir keşif yolculuğu niteliğinde.
Tam aksine, Rosa Parks’tan birkaç ay önce otobüste yerinden kalkmayı reddettiği için kendisini hapiste bulan 15 yaşındaki Claudette Colvin’in hikayesini arttırılmış gerçeklik aracılığıyla anlatan “Colored”, deneyimden ziyade hikayeye odaklanıyor, gösterildiği salonda sıra sıra dizilen bankları otobüs, mahkeme ve hapishane gibi mekanların görselleriyle iç içe geçirerek kullanıyor. Gerçek olaylardan yola çıkan bir diğer eser, “Human Violins”, 15 yaşındaki Yahudi kemancı Alma aracılığıyla Holocaust’ta kamplara giderken yanlarına sadece enstrümanlarını alan insanların öyküsü anlatıyor. Alma kurmaca bir karakter olsa da yaşadıkları tarihin karanlık sayfalarında yazılı. Soykırım gibi travmatik olayların görsel temsilinin yetersizliği sinemada uzunca süredir tartışılan bir sorun; “Human Violins” bu problemi oldukça soyut bir animasyon kullanarak ekarte ediyor. Yaratıcı ekibin ağırlıklı Romanyalılardan oluşan künyesinde, ses tasarımcısı olarak Berrak Nil Boya’nın da adı geçiyor.
Tüm bu işlerin ortaklaştığı nokta, tamamının 360 derece videolardan uzak durup oyun motoru bazlı yaratımlar kullanıyor olması. Etkileşimleri olsun olmasın, sinematik dile daha yakın olan videodan kaçınmaları önümüzdeki senelerde sanal gerçeklik üretimlerinin nereye gitmekte olduğuna dair de bir ipucu veriyor.