
Cemiyette Pişiyorum, punk alemindeki çeyrek asırlık yolculuklarının son durağı olan “Endüstri”yi geçtiğimiz günlerde dinleyicileriyle buluşturdu. Her şeyin metalaştığı bir dünyada, kendi varoluş mantıklarını, “Yozlaşmış endüstriye karşı bizi güçlü kılan tarafımız.” olarak tanımlayan grup; yalnızlık, eşitsizlik ve ötekileştirilme temalarını samimi bir dille işliyor. 25 yıl önceki hislerini de koruyarak ilerleyen Cemiyette Pişiyorum, DIY ruhundan genç dinleyicilerle kurdukları bağa, Türkiye’deki punk sahnesinin dönüşümünden sürdürülebilirlik mücadelelerine kadar her şeyi açık yüreklilikle anlatıyor.
Gelin, Cemiyette Pişiyorum’un 25 yıllık hikâyesini Tolga Can Saygılı ve Ali Özdemir’den dinleyelim.
Aslında bu röportaja başlarken 25 yıla mı vurgu yapsam yoksa son albümünüz “Endüstri” üzerinden mi ilerlesem diye düşündüm ama bence ilk olarak albümle başlayalım, sonra 25 yıllık serüveninize geçeriz. “Endüstri”yi sizden bir duymak isterim, neyin endüstrisi bu Cemiyette Pişiyorum açısından? Albümün doğasında neler var?
Tolga Can Saygılı: Ana tema, endüstri kavramının, “Her şeyin endüstriyel bir ürüne dönüşmek zorunda bırakılması” üzerinden bir değerlendirmesini işliyor. Albümde depresyon ve çöküşün, belki de olmaması gerektiği kadar samimi bir anlatımı var. Mekanikleşmenin bir süre sonra ruhsuzluğa yol açtığı vurgulanıyor. Bir arz talep dengesi yok bizim var oluş mantığımızda. Bu özelliğimiz, bizi yozlaşmış endüstriye karşı güçlü kılan tarafımız. Sadece kendimiz olarak, daha geniş kitlelere ulaşabilmek istiyoruz. Dinleyen veya konserlere gelen insanlarla paylaşabiliyor olmak elbette farklı bir seviye.
Diskografinizdeki diğer albümlerle kıyaslayınca “Endüstri”de; temalar, sözler ya da arayışlar bakımından bir farklılık var mı? Sonuçta 25 yıl gibi uzun bir geçmişe sahip grupların ister istemez dönüşümlere uğradığına da sık sık rastlıyoruz.
TCS: Daha kaliteli bir kayıt olsun istedik. Bu yönden baktığımızda, diğerlerine göre bir adım üste çıkmayı başardı. Şarkılar daha oturaklı ve üzerlerinde daha fazla kafa yoruldu. İlk dönem şarkılarındaki samimi ruhu koruduk fakat konular daha karanlık bir çerçevede işlendi. Çünkü şu an yaşadığımız gerçeklik, bunu gerektiriyor.

TCS: Benim, punk’a göre durduğum yer biraz farklı. Klasik anlamda punk olarak tanımlamıyorum kendimi. Bu da şarkılardaki hikâye anlatım tarzının özünü oluşturuyor. Gençlik yıllarımız, punk olgusunun hakkını sonuna kadar veren insanların arasında geçti ama ben onların yanında daha çok gözlemci gibi takılan biri olmaya özen gösterdim. Anlatılacak hikâyeler vardı ve birilerinin bunları anlatması gerekiyordu. “Endüstri” albümü, bu yolculuğun şimdilik son halkası. 25 yıl önceki hisleri de barındırmaya devam ediyor. Çünkü bizim yolculuğumuz, aynı zamanda o insanlara da adanmış bir yolculuktur. Bu şarkılar da hikâyeleriyle yaşayacaklar. Sorunuzdaki “yalnızlık, eşitsizlik, ötekileştirilme” kavramları, bu komünitenin ve azınlık olduğunu hisseden herkesin ortak derdidir. Bunlardan bahsetmemek olmaz.
Geçtiğimiz günlerde Salon İKSV’de matine/suare olarak peş peşe iki konser verdiniz ve matinede 18 yaş sınırı yoktu. 18 yaş altındaki gençlerin size olan yaklaşımı nasıldı? Coşkuyu hissettiniz mi?
Ali Özdemir: O gruptaki gençlerden konser vermemiz için çok istek alıyoruz ama Türkiye’de, 18 yaş altı insanların canlı müzik dinleyebilmesi için çok az seçenek var maalesef. Durum böyle olunca gençlerin heyecanı da katlanarak artıyor. Gençlere, bir daha kim bilir ne zaman yaşayabilecekleri bir deneyim yaşatmak inanılmaz bir mutluluk benim için.
TCS: Çoğu, onların yaşlarındayken yaptığımız şarkılar. Kendilerinden bir şeyler bulmaları çok doğal. Her yaştan insana ulaşabildiğimiz için gerçekten mutlu oluyoruz. Bu, çok değerli.
Az ama öz konser veriyorsunuz. Bunun, 2000’lerin başındaki dinleyici ile günümüzdeki dinleyici arasındaki farkla bir ilgisi var mı yoksa konserlerinizi, “Dinleyicilerinizle belli dönemlerde bir araya geleceğiniz bir arınma seansı” olarak mı görüyorsunuz?
TCS: Ana etken, artık konser vermenin daha zor olması. Biz, kendi kendimize yetmeye çalışan bir grubuz. Arkamızda kimse yok. Bu yüzden kolay olmuyor. Biz bir beste grubuyuz. “Kavır” grubu gibi sürekli aynı yerde çıkamayız. Konunun dinamikleri farklı.
AÖ: Hem seyirciyi hem de kendimizi sıkmamak, bıktırmamak için daha az konser veriyoruz.
Cemiyette Pişiyorum’un 25 yıllık uzun sayılacak yolculuğunda size göre “önemli dönüm noktaları” hangileriydi? (Örneğin ilk demo, ilk albüm, büyük konsere çıkış vs.)
AÖ: Tolga, “Basçı lazım, stüdyoya gireceğiz.” diye geldiğinde, Cevdet abinin beni sırtımdan ittirip “Buyrun basçı.” demesi. O olaydan 1-2 ay sonra grubu kurduk. İlk konser öncesi Güven Erkin Erkal’ın beni arayıp “Üstad, adınız çok hoşuma gitti. Sizinle ilgili daha fazla bilgi almak istiyorum.” demesi. Grubun tanıtımında yardımı çok olmuştu. Üç grup birleşip ev stüdyosu kurduğumuz dönem. O dönem müzikal açıdan en üretken dönemimiz oldu (2000’ler başı Nevizade). Myspace’de hesap açmamız başka bir seviyeye atlamamıza neden oldu. Hakan Orman’ın bizi çağırıp Peyote’de alan açması. Aynı şekilde Tayfun Polat ve Kadıköy Karga macerası. Pandemi sonrası Hakan Tamar’la yaptığımız konser iş birliği.
TCS: Babylon‘da çalmaya başladığımız dönem, diyebilirim. Bazı kapılar açıldı, bazıları kapandı.

Neyin sizi “ayakta tuttuğunu” düşünüyorsunuz? Sahnede ya da çıkardığınız albümlerde ideolojik olarak direnmenin anlamı nedir sizin için?
TCS: Punk gibi politik ve kültürel yönü güçlü bir müzik türünde “ideolojik” kelimesi çok katmanlı bir anlam taşıyor. Direnmenin anlamı, geldiğimiz ve durduğumuz yerden kaynaklanıyor. Kazanımlarımız ve kayıplarımız var. Bunların izlerini taşıyoruz ve ağırlıklarını hissediyoruz. Gerektiğinde, içinde bulunduğumuz durumun şartlarına göre tekrar yorumluyoruz ve bir sonuca varıyoruz. Anlamı, farkındalığı algılayışımızda gizli. Gerisi içgüdüsel.
AÖ: Beni ayakta tutan şey hem yaratım anlamında hem sahnede olma anlamında müziğin kendisi. Distopyada yaşıyoruz ve sahnede 1,5 saat boyunca, insanları o distopyanın dışına çıkartıp, mutlu ettirmek, devam etmemi sağlıyor. Konser sonrasında dinleyicilerle yaptığım konuşmalarda ya da gelen mesajlarda, yaptığımız müzikle insanların hayatına dokunabildiğimizi görmek inanılmaz bir mutluluk ve itici bir güç.
Aradan geçen çeyrek asırda Türkiye’deki punk sahnesinin dönüşümlerini nasıl görüyorsunuz? O damar hâlâ kuvvetli mi?
AÖ: O damar kuvvetli çünkü kesintiye uğramadı. Arada bir yavaşlasa da resmin tamamına baktığınızda hep ileri doğru gittiğini ya da genişlediğini görürsünüz. Şu anda görece geniş bir kitleye ulaşan 3-4 grup var. Bu grupların varlığı punk’ın underground kısmının da genişlemesine sebep oluyor.
TCS: Son beş yılda, önceki 40 yılda aldığından daha fazla yol aldı. Yine de yeterli değil. Henüz, birkaç metropol dışında varlık gösteremedi.

Bugün özellikle punk deyince akla ilk gelen olgulardan biri olan “DIY” (kendin yap) prensibi sizin için ne kadar geçerli? Demo, plak, bağımsız etkinlikler açısından ne durumdasınız?
TCS: Bizim için elbette önemli. “Endüstri” için özel bir box-set bile hazırladık. Hem de baştan sona kadar DIY. Fırsat buldukça yerel sanatçılarla iş birliği içinde olmaya çalışıyoruz. Albüm kapağımızı MRE (Emre Karaoğlu) tasarladı. Görsel sanatlar da müzik kadar önemli ve desteklenmeli.
AÖ: İlk çıktığımızda da her şeyi kendimiz yapmalıyız gibi bir düşüncemiz yoktu. Bence doğal olanı da oydu. Şartlar gereği kendimiz yapıyorduk. Şu anda daha dengeli gidiyoruz. Bilmediğimiz ya da az bildiğimiz şeyler için yardım almakta bir sakınca yok. Albüm öncesi demo kayıtlarını kendimiz yapıyoruz. Albümü kendimiz yayımladık.
Peki Türkiye’de bağımsız müzik ekonomisini düşündüğünüzde sürdürülebilirlik bağlamında ne kadar zorlandınız; bunları nasıl aştınız?
TCS: Minimalist yaşayarak ve farklı mesleklerde deneyim edinerek aşmaya çalıştım. Zamanın gerisinde kalmamaya özen gösteriyorum. Bu bir yarış sonuçta; duran, kaybeder. Sürekli yeni şeyler öğreniyorum ve şaşırmaya devam ediyorum.
AÖ: Müzik dışında da çalışarak.
En az bir 20 yıl daha Cemiyette Pişiyorum’u sahnelerde görür müyüz? Ne dersiniz?
AÖ: Vücudumuz sahneyi kaldıramayacak hâle gelene kadar görürsünüz bence.
TCS: Muhtemelen göreceksiniz.