EP’si “Geçen” ile 100 yılı aşan bir tarihe sahip 4 şarkıya günümüz anlayışıyla hayat veren Ceren Kaçar’ı bu bahsi geçen EP’nin lansmanında tanıdım ve “acaba bir röportaj yapsak mı?” diyerek kendisini ve oyunculukla şarkıcılığı bir araya getiren multidisipliner sanat anlayışını daha yakından öğrenmek istedim. Kral Kaybederse dizisindeki rolünden, Reka Kolektif ile sürdürdükleri tiyatro serüvenine; Seyyah ile yaptığı grup çalışmalarından solo projesine kadar dalıp çıkmadığımız konu kalmadı. Siz de Ceren’in sanat yolculuğuna eşlik etmek isterseniz, buyurun söyleşimize!
İlk olarak oyunculuktan mı bahsetsem yoksa müzikten mi diye düşünürken yeni EP’n ile giriş yapayım diyorum sohbetimize Ceren. “Geçen” EP’sinin taşıdığı nostaljik ruh sana ilk ne zaman dokundu? Yani sen baktığında hep bu ruhu taşıyor muydun? Bu projeyi solo olarak hayata geçirme fikri ne zaman doğdu?
Bir süre önce nostalji kelimesinin Türkçe’de gurbetle olan ilişkisini keşfettim. Doğup büyüdüğüm yere, büyük bir hızla kuralları yeniden yazılan dünyaya baktıkça kendimi giderek daha çok gurbette hissediyorum. Çok tanıdıklığıyla kalbimi ısıtan, uzaklığıyla canımı yakan bir his. Nostalji, içinde eve dönmenin keyfini de evi bıraktığın gibi bulamamanın acısını da taşır ya hani; 100 yıl önceden gelen bu şarkılar da tam öyle. Hem bir çare bulduğumu hissediyorum hem de bu döngüsel çaresizliği birlikte paylaştığımızı hatırlıyorum. Uzun zamandır kendi kendime mırıldandığım, sahnelerde dinleyiciyle paylaştığımda onları da benim gibi yakaladığını görünce kayda değer bir karşılaşma alanı kurulduğunu hissedebildiğim –en genci 100 yaşındaki– 4 şarkıyla bir anlatı kurmak istedim. Yeni bir zaman ve mekân yaratabilmek, oraya dinleyiciyi davet edip ev sahipliği yapmak.
Cumhuriyet’in ilk dönemine ait eserleri yeniden seslendirmek iddialı bir tercih. Çünkü bu türe kendini adayanların yanında bir de biliyorsun farklı çıkan sesler direkt okları üstüne çeker. Bu tercihin ardındaki kişisel ya da sanatsal motivasyon neydi?
1900’lerin başındaki o geçiş dönemine has bir “yeniye inanma” hâli var. Hem batıya açık, hem gelenekten kopmamaya çalışan, hem de hâlâ kırılgan. Bence bu dönemin şarkıları tam da bu aradalık hissiyle örülü. Ben de o hissin bugün nasıl karşılık bulduğunu araştırmak istedim.Bahsettiğiniz iddia beni başta korkuttu, belki EP’yi bir yıla yayılan bir zamanda üretmemizin sebebi de bu oldu. Gelenekselleşen, köklü kuralları olan bir alanda hem bu zemine saygılı hem de bugün bana ne hissettiriyorlarsa tam da oradan üretmek için açık olabilmeye niyetlendim. Aranjörümüz Ozan Demir’e Toby Kuhn eşlik etti, bir sebebi de buydu Toby’i aramamın aslında. Parçaları bu geleneğin içinden duymuyor, sözleri dahi benim çevirip kendimden yansıtabildiğim ölçüde anlıyor, tüm ihtimallere açık bir dinleyici olarak Ozan’ın da aldığı kararlarda özgürleşmesine katkı sağladı bence. 1910 ve 1920’ler, genç kadınların aşkı anlatan güçlü sesleriyle bağdaşıyor zihnimde. O dönemin vokal yaklaşımında bir isyan var. Ben görece daha içe dönük, kendi sesini önce kendine duyurma gayreti gösteren, daha gösterişsiz ve yalın bir ifadenin peşinden koştum. Olana bitene kızmadan önce üzülen bir persona hayal ettim. Bir şey üretirken dinleyenin hayatında nerede nasıl karşısına çıkacağını hayal etmeyi çok seviyorum. Kulaklıklarından sızan bu anlatı, onları kalbinin neresinden yakalasa benim bu parçaları duyduğum yerden sızlar diye sordum. Bu aşamalarda kolektif üretim alanlarında ortaklaştığımız birçok farklı sanatçıdan fikirler aldım. Geleneksel icranın kurallarındansa, bu şarkının hissi üzerinden ortaklaşabilmek için o kuralların nasıl esneyebileceğine, nasıl yeniden inşa edilebileceğine odaklanmaya çalıştım. Bahsettiğim araştırma çok uzuuun bir yolculuk tabii ki. İlk EP’m bu araştırmanın ilk çalışması diyebilirim. Bu buluşma alanından geri dönüşler geldikçe, ben de bu niyeti dönüştüreceğim muhakkak. Fakat acelesiz 🙂
“Geçen”i dinleyen biri geçmişe mi çekilecek, yoksa geçmişin izlerini bugünün bakış açısıyla keşfedip daha mı dikkat kesilecek sence?
Umarım ikisi birden. Örneğin ‘Sensiz Kaldığım Geceler’, tango dinleyicisinin aşina olduğu bir eser, onlar için bu yeni bir yorum gibi tınlıyor belki. Fakat, ‘Sen Nazlı Bir Çiçeksin’ (Şefik Gürmeriç) gibi 117 yıllık saklanışının ardından dinleyiciyle ilk kez buluşan bir eserin yeni bir beste olduğunu zannedenler de oluyor. Müziğin bir zamana ait olduğuna inanmıyorum ben aslında. Kayıt teknolojilerinin gelişimiyle, onu duyunca anlıyoruz ne zaman kaydedildiğini belki hemen, ama samimiyetle kırılganlığını kalbini açan besteler ve sözler zaten hep zamansız. Örneğin Saadettin Kaynak’ın bestesi olan ‘Yüce Dağ Başında’ özellikle bir taş plak atmosferinde başlıyor, çünkü bu zaman algısının kendisinin bir kurmaca olduğuna değinmek istedik. Bugün de bir şeyi ister eski ister yeni duyurabilirsiniz, mesele buradan ötede, şarkının ne sakladığında bence. EP’nin isminin “Geçen” olması da bu sebepten ne tamamen düne ait, ne bugünün içinde duran.
Anlaşılmak, dinlemek ve dinlenmek, bağ kurmak bence çok büyülü!
Zaman demişken, dönem müziklerinin kredisi hiçbir zaman bitmiyor biliyorsun. Nasıl ki sen şimdi 100 yıllık parçaları 2025 yılında söyleyebiliyorsan bugünün şarkıları da gelecekte söylenecektir elbet. Peki sence ileride bu yılların şarkıları 100 yıl önceki şarkılar kadar kalıcı olabilecek mi? Ne düşünüyorsun bu konuda?
“Geçen” için çalışırken yeniden fark ettim, kalıcılık biraz da kolektif hafızanın nasıl şekillendiğiyle ilgili. Bence kültürel mirasımızda zaman testine yenilmemiş tüm üretimler, teknik olarak kusursuzluktan çok gerçekten bağ kurma niyetiyle yola çıkan, dinleyicisiyle dolaysız, hakiki ve samimi ilişki kurmaya meyleden eserler oluyor. 20 yıldan fazladır tiyatroyla ilgileniyorum, müzik de son döneme kadar kayıtlı olandan ziyade canlı performans kısmıyla hayatımda daha çok yer kaplıyordu. Fiziksel olarak buluşup elle tutup cebimizde, cloud’larda, plaklarda saklayamayacağımız birçok üretimin zamana nasıl da yenilmediğine bizzat şahit oldum defalarca. Bir seyirci ve dinleyici olarak da bir toplulukla birlikte müzik dinlerken, oyun izlerken yaşadığım o alternatif/kurmaca zaman ve mekâna ait olabildiğim anların zamanın ve ölümsüzlüğün çok ötesinde hissettirebildiğini biliyorum. Yani anlaşılmak, dinlemek ve dinlenmek, buluşmak, bağ kurmak, gerçekten tüm bunları beraber inşaa edebilmek bence çok büyülü. Şimdi bunu kayıtlı alanlarda da araştırıyorum, kamera önünde, stüdyoda bu bağı böyle güçlü kurmak için neler yapabilirim öğrenmeye, denemeye ve yanılmaya çalışıyorum.
“Geçen”deki dört farklı parçayı yorumlarken, hepsine aynı “Ceren” mi eşlik etti, yoksa her birine büründüğün ayrı bir hâlin var mıydı?
Ben ilk kez Seyyah’la ciddi ciddi şarkı söylemeye başladım. Orada da her türkünün / bestenin ne anlattığına, nasıl bir durum içinde kime ne söylemek istediğine hep odaklandım. Bu bana sahnede güvenli bir alan da açıyordu açıkçası, o parçanın hikayesi neyse hop onun içine atlayıp o anlatıyı kendine bir maske olarak görebilmek. O personaların hikayesinin arkasına Ceren’i gizlemek. Galiba uzun bir dönem oyuncu olarak da rollere böyle yaklaşmışım. Solo projem de şekillenmeye başladıkça fark ettim ki o her bir parçada büründüğüm ayrı hâlin, benimle nasıl ilişkilendiğini fark etmeden, o hali yeterince hakiki taşımam mümkün değil. Hatta neden yapasın ki böyle bir şeyi diye de sorulabilir, bir anda çok iş’leşebilir çünkü her şey böyle olunca. Şimdi söylediğim her şarkıda “aa bu bendeki şuna benziyor” diyorum, her söyleyişimde ayrı bir yerini keşfetmeye çalışıyorum. İlk tarif ettiğim hâl ile kendim arasında bir köprü arıyorum diyebilirim. Stüdyoda vokal kayıtlarını Ozan’la birlikte alırken çoook kez durup üstüne uzun uzun konuştuk, dertleştik. Her birinin hikayesinde bu kesişim noktasını araştırmaya gerçekten etraflıca vakit ayırdık. Acele etmek zorunda olmamak, güvende hissettiğim bir yerde bu sorulara hakiki cevaplar arayarak ilerlemek bana çok iyi geldi. EP’nin aranjörü Ozan Demir’e kurduğu tutarlı çerçeveler içinde hem bana hem de eşlik eden tüm müzisyenlere açtığı özgürleştirici alan için gerçekten çok müteşekkirim. Her birinde yeniden bir araştırmaya girebilmenin yolu en başta o alanı yönetirken bu özgünlüğe, meraka, deneme ve yanılmalara alan açmış olması.
Kral Kaybederse, benim ilk dizim…
Bir önceki sorudan aslında nereye geleceğimi tahmin etmişsindir… Sen aslında bir yandan da oyuncusun ve şu an müzikal yönünü bilmeyenler seni “Kral Kaybederse” dizisinde görüp izliyor. Geçmişten bugüne dönüp baktığında kendini daha çok müzikal olarak mı evrim geçirmiş buluyorsun, yoksa oyunculukta mı daha çok değişip dönüştüğünü görüyorsun?
Az önceki sorunuza bir yerden cevap vermeye başlamışım ben de galiba 🙂 Aslında performansçı olarak dinleyiciye/izleyiciye bir kurmacanın kapılarını açmak, orada kendinle o anlatı arasında güçlü bir köprü kurabilmek iki alanda da ortaklaştığım bir arayış. İkisinin de bunu en iyi şekilde yapabilmek için farklılaşan teknik becerilere ihtiyacı var, ayrıştıkları yer burası benim gözümde. Buluşup dünyayı, kendimizi, var oluşumuzu anlamlandırıp tüm çatışmalara alternatif bakışlar edinebileceğimiz alanlar belki de her zamankinden daha fazla. Platformlar, dijital sahneler. Ama her zamankinden daha az bağ kurabiliyoruz birbirimizle, topluluk olarak yan yana olup gerçekten birbirimizi dinlemeye anlamaya meyledişimiz bu hızın ve bencilliğin kurbanı olabiliyor. O yüzden içerik yavanlaşıyor, gündelik yaşamdaki performanslarımız lahana gibi katman katman yüzümüze her an o karşılaşma alanına uygun yepyeni maskeler takmamızla sonuçlanıyor. Kırılganlığımızı gizliyoruz, hüznümüzü bastırıyoruz, yası erteliyoruz. Ben her iki alanda da karşılıklı anlayışlarımızı, ortaklıklarımızı güçlendirebilen üretimlerde bulunmak; kendi gündelik yaşamdaki maskelerimi de burada olabildiğince açık soyunabilmek istiyorum. Reka Kolektif ile tüm bu bahsettiğim araştırmaları derinleştirerek ortaklaşa üretim yoluyla ürettiğimiz oyunumuzu oynuyorum, yeni bir oyunun araştırmalarını da bu aksta sürdürüyoruz. “Kral Kaybederse” benim ilk dizim. Çok şanslıyım ki Merve Dizdar’la karşılıklı oynarken tüm bu sorgulamaları yapan, merak içinde bu maskelerin ardına bakan, kurmacaya kendini bırakıp o en insana dair halleri orada sahiden arayan bir partnerimin olmasının çok öğretici alanında buluyorum kendimi. Devamlı sorular soruyorum, bu dönüşümlere en samimi en canlı kapı nasıl açılır, bu buluşmalar nasıl derinleşir onun peşindeyim.
Peki Türkiye’de hem sahnede hem stüdyoda kadın sanatçı olmanın en görünmez yükü sence ne? Bunu önceki yıllardan günümüze olacak bir perspektifte bakarak düşünebilirsin aslında. Afife Jale’lerden, Seyyan Hanım’lardan bugüne vararak nasıl bir dönüşüm var?
Türkiye’de bir kadın olarak sahnede hem müzisyen hem de oyuncu olarak var olmak çok zor. Bugün birçok ülkeyle, hatta kendi kendimizle bile kıyasladığımda bazı eşitsizliklerin ne kadar derinleştiğini görmek çok üzücü tabii ki. Fakat bahsettiğiniz isimlere bakıp, geçmişle bugünü kıyasladığımda bir asırdan fazladır verilen mücadele sayesinde kazanılmış hakların avantajıyla üretmekte olduğumu söylemem gerekir. 1900’lerin başında tüm ezberleri bozarak bugünkü cesaretimize katkı sunan tüm sanatçılar, bugün sahnelerde eşit temsil edilebilmek için mücadele eden herkesin ışığı elbette. Kadın mücadelesinin queer mücadeleden ayrı görülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu erkek egemen tahakküme karşı, kendi var oluşunu ve kimliğini sahiplenerek kültürel üretimin her alanında mücadele eden herkesin de mücadelesinin görünürlüğüne katkı sunmamız lazım bence.
Bir güzellik faşizmi var; estetik yaptırmayan kadına da yaptıran kadına da yaftalar yapıştırılıyor…
Sanat ortamında kadın olmaya değindiysek hazır… Oyunculuk sektöründe ve müzikte kadın sanatçılara biçilen kalıplar arasında fark var mı sence?
Muhakkak. Ben üretimlerinin başında genç bir sanatçı olarak bu kalıpların dışında kalmaya gayret gösteriyorum, çoktan içselleştirmiş olduklarımı idrak edip önce kendim dönüştürmeye çalışarak. Fakat özellikle benim gibi gelenekten beslenen bir müziğin peşinde olduğunuzda; davranışlarınızın, kendinizi ifade edişinizin, tavrınızın bir kalıp içinde olması bekleniyor. O kalıbın içinde kendi farklılıklarınızı idrak etmek, kabul etmek ve sonra cesurca dışarıya sunmak; bir erkek müzisyene göre çok daha zor elbette ki. Hem içselleştirilmiş hem de pervasızca dışarıdan yönelen yargılar kısıtlayıcı oluyor. Oyunculuk, bir görünürlük sahnesi. Bedeninize dair çok fazla yargının odağında oluyorsunuz. Bir güzellik faşizmi var; estetik yaptırmayan bir kadına da yaptıran bir kadına da durmaksızın yaftalar yapıştırılıyor. Değiştiremeyeceğiniz, değiştirmek istemediğiniz, seçmediğiniz şeylerle yargılandığınızda; emeğiniz ve o alana yatırımınız yok sayıldığında doğal olarak büyük bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Gördüğüm kadarıyla dünyada da Türkiye’de de müzikte bu kalıpların kırılışı çok daha gürültülü, köklü. Dizi, film, tiyatro gibi sektörlerin dinamiğinde bu tartışmalar daha yavaş ilerliyor.
Oyunculuğun sana şarkıcılıkta ne öğretti? Bir metni ya da bir duyguyu sese taşırken nerelerde kesişiyor bu iki vasfın?
En basit ifadesiyle dinlemek diyebilirim sanırım. İkisi için de kurmaca içindeki durumu idrak edebilmek, sonra da kendini bu durum içinde olabilecek olana en mümkün açıklığınla bırakmak benim gayretim. Ne olacağını bilerek başlamamaya çalışıyorum bir performansa. “Şimdi şarkının şurasında şunu yapacağım, bu sahneyi oynarken böyle bir yere götüreceğim” gibi sonucu yakalamaya çalışarak değil de tüm ön hazırlığı yapıp, olabilecek ihtimallere mümkün mertebe açık olmak gibi. Oyunculukta tekrarlanabilirlik bu açıdan benim sınavım oluyor, diziyle de birlikte iyice bu konuya odaklandım bu sıralar. Hiçbir şeyin birebir tekrar edilebilir olmadığını düşünüyorum, bu alandaki çalışmalar da bunu gösteriyor. Bir şeyi oluruna bırakabilmek için hem o “olur”un şartlarını iyi anlamış olmak lazım, çerçevesini, sınırlarını tertemiz idrak etmiş olmak, gerçeğiyle barışmak. Sonra da onun içine atlayınca belirme olasılığı olan tüm renklerin kartelanızda baskısız, açık, her an taşmaya hazır bekliyor olması lazım. Bu ikiye ayırdığım yer var ya, oranın arasındaki çizgiyi ayırt edemediğim anlar o büyülü kesişim alanı aslında. Biraz karmaşık anlattıysam kusura bakmayın, denemesi ve yanılması çok keyifli, anlatması çok zor. Oyuncular performans hakkında çok konuşuyor, tiyatrocular devamlı bu tartışmalarda. Sanırım benim müzisyen kimliğimle karşılaştığım en büyük hayret bu tartışmayı bu alana da taşıdığımda gerçekleşiyor. İki alan birbirini hem çok güzel besliyor hem de bazen birinde hezimete uğradığımda, başarısız hissettiğimde bu başarısızlığın diğer tarafa neler öğrettiğine bakıp ferahlamama yardımcı oluyor. Çok güzel başarısızlıklarım oldu ve oluyor ikisinde de 🙂
Gelecek hedeflerin neler? Ceren Kaçar olarak hem oyunculuğu hem de müziği aynı tempoda mı götüreceksin yoksa arada oyunculuk ya da müzikten biri daha mı ağır basacak? Bu doğrultuda şarkılar mı duyacağız yoksa yeni yapımlar da mı göstereceksin kendini?
Birinden birini seçmek zorunda hissetmediğim, ikisini beraber yürütebildiğim bir sezon geçirdim. Hem dizi hem EP süreci, hem Seyyah’ın yeni albümünün hazırlıkları, hem tiyatro oyunumuz birazcık kişisel hayatımdan zaman çalarak da olsa dengede tutabildiğim şekilde ilerleyebildiği için mutluyum açıkçası. Umarım önümüzdeki süreçte de bu dengeyi kurabilirim. Yeni oyunumuzu Kasım ayında seyirciyle buluşturacağız, şu an onun hazırlıkları içindeyiz. Önümüzdeki yıl dinleyiciye sunmak istediğim yeni şarkılar var, konserler planlıyorum, bir yandan dizi de devam ediyor olacak. Ben de yolculuğun devamını büyük bir heyecan ve bolca enerjiyle bekliyorum.