Ana SayfaMüzikİki yakanın hiç susmayan müziği… Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul

İki yakanın hiç susmayan müziği… Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul

Söz konusu İstanbulun müziği olduğunda, sayfalarca yazı yazılabilir; saatlerce çalacak müzik listeleri oluşturulabilir. Peki İstanbulun müziği 90 dakikaya nasıl sığdırılabilir? İşte o da Fatih Akın’ın ustalığı ve Alexander Hackenin bakış açısıyla mümkün olmuştu. 2005 yılında müzikseverleri heyecandan heyecana sürükleyen Crossing the Bridge: The Sound of İstanbulun 5 Temmuz itibarıyla MUBI’de 4K olarak yeniden çıkmasının şerefine, belgesele kısa bir bakış atıyoruz!

Batıkan BAKSI / [email protected]

İki yakasında da müziğin hiç kesilmediği İstanbul gibi başka nereler vardır, gerçekten bilmiyorum. Belki de müziksiz yaşayamayan bizlerin bu şehre bu kadar saplanıp kalmamızın sebebi de budur. Bir sokaktan diğerine gidene kadar müziğin değiştiği, müzikle beraber insanların davranışlarının bile farklılaştığı bir yer burası. Ne aşklar, ne isyanlar, ne şenlikler gören bu sokaklardan geçmek ve o sokakların müziğine eşlik etmek beni nedense sonsuz bir mutluluğa boğuyor. Sırf İstiklal’in bir ucundan yürümeye başladığınızda bile cazla başlayıp metalcilerin gürültüsüne eşlik edip, Taksim Meydanı’nda Romanların müziğiyle coşabilirsiniz ve işte bu müzikal zenginlik; İstanbul çocuklarının birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasının da adeta bir nişanesi.

Şu sıralar çok popüler bilirsiniz, yapay zekaya müzikler yaptırmak. Ben de bu yazıya başlarken yapay zekaya “İstanbul bir müzik olsaydı hangi türe ait olurdu?” diye sordum. Bana verdiği cevap tam da tahmin ettiğim gibi fusion oldu. Bunun gerekçesi olarak da İstanbul’un bugüne dek kesişim noktası olduğu kültürleri; şehrin her köşesinde çalınan farklı enstrümanları, gelenekselin ve modernitenin birleştiği bir konumda olmasını ve her geçen gün değişip dönüşmesini gösterdi. Haksız da değil bence, 15 dk sonra ne yaşanacağının bile kestirilemediği bu şehrin müziğini tanımlamak gerçekten de güç. Ancak 19 yıl önce çıkan bir belgesel, aklımızdaki sorulara bazı yanıtlar bulmamız için harika bir kapı aralamıştı. Ben de Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”dan hemen sonra çektiği “Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul”un tam da 4K olarak yeniden  MUBI’de seyirciyle buluştuğu bugünlerde, hem belgesele hem de İstanbul’un seslerine masalsı bir yolculuk yapmak gerekirdi diye düşündüm.

Einstürzende Neubauten grubunun bas gitaristi Alexander Hacke’nin gözünden İstanbul’un müzik dünyasını izlediğimiz, aldığı kayıtlardan seslerini dinlediğimiz belgesel, bana göre yalnızca İstanbul’un değil Türkiye’nin de müziğini en ayrıntılı şekilde gözler önüne seren bir yapım. Zaten övmelere doyamadığım bir belgesel olduğu için bu 4K mevzusuna da ne kadar sevindiğimi anlatmamın imkanı olmadığını düşünüyorum. Vakt-i zamanında turuncu renkte basılan double LP ve CD versiyonlarıyla defalarca dinlediğim soundtrack’iyle ayrı, ele aldığı konularla ayrı bir yerde duran Crossing the Bridge’e gelin hızlı bir bakış atalım.

Konfüçyüs der ki…”

Belgeselin başlangıcında Bizon Murat’ın sesinden duyduğumuz Konfüçyüs sözü şöyle der: “Yeni gittiğiniz bir yerdeki kültürü, derinlikleri, sığlıkları anlamak için o ülkenin müziğini dinleyin.” Altına imza atılacak bir söz değil mi ama? Çünkü herkes yalan söylese de, müzik kolay kolay yalan söylemez. Hisler neyse, oranın müziği de öyledir. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi. Bizon Murat, devamında İstanbul’u 72 milletten insanın geçtiği bir köprü olarak tanımlıyordu ki binlerce yıldır belki de İstanbul’un hiç değişmeyen özelliklerinden biriydi. Pink Floyd’un peşinden Zeki Müren’in duyulduğu başka neresi vardı ki hem? Haliyle bu şehrin insanları da benzersiz bir füzyonun içinde buldular kendilerini. Tabii biz Crossing the Bridge’in ilk dakikalarında bunları izlerken arka planda çalmaya başlayan mistik Mercan Dede parçası ‘Ab-ı Hayat’, İstanbul’un gizemli kapılarını bize aralamaya başlıyor, yavaş yavaş hikayeye dahil ediveriyor.

Fatih Akın, İstanbulu yaşatmayı çok seviyor!

Fatih Akın’ın yapımlarına aşina olanlar bilir; özellikle konu İstanbul’da geçiyorsa Akın, her detayı oldukça estetik şekilde vermeye bayılır. O dönem drone gibi teknolojilerin olmamasına rağmen, İstanbul’un öyle güzel açılardan çekilmiş havadan görüntülerine rastlıyoruz ki İstanbul’a hayran kalmamak mümkün değil. Tepebaşı’nın simgelerinden Büyük Londra Oteli’nde başlayan hikaye BaBa ZuLa’nın “Tabutta Rövaşata”da ilk kez duyduğumuz parçası ‘Tavus Havası’nın canlı çalımıyla devam ediyor ki, burada gruba Fairuz Derin Bulut’un klavyecisi Okan Yılmaz da eşlik ediyor. Murat Ertel’in söylediği “İstanbulu İstanbul yapan şey, bence Boğaz” lafı, grubun o sırada çaldığı Tavus Havası ile birleşirken; grup belgeselin başlangıcını yaptığı gibi filmin sonunda Brenna MacCrimmon ile birlikte gün doğumunda yine Boğaz’ın ortasında ‘Cecom’u çalacaktı.

Bu şehir için ölmeye değer!”

Film, İstanbul’un oryantalist havasına Orient Expressions’ın ‘Istanbul 1:26 A.M’ şarkısının eşlik ettiği gece görüntüleriyle devam ederken bence İstanbul’a en çok yakışan türün de sinyallerini Duman’ın bağıra bağıra söylediğimiz ‘İstanbul’ şarkısıyla veriyor. Duman’ın canlı olarak çaldığı şarkı yüksek enerjisiyle dönemin rock ruhunu da yansıtırken Babylon’un eski halini ne kadar özlediğimizi hissettirecek başka bir performans karşılıyor bizi. Her dinleyişte “ne gruptu be!” diye iç geçirdiğim Replikas’ın canlı olarak çaldığı ‘Şahar Dağı’nın agresif tonları grubun “buralıyız ve buranın müziğini yapıyoruz” sözlerine karışırken aslında Replikas, yukarıda bahsettiğim füzyon tarzın da tanımını yapıyordu. İstanbul’un rock müziğinden bahsederken Erkin Baba unutulur muydu peki? Elbette unutulmazdı. 2004 yılında Rockn Coke’un 2. yılında sahneye çıkan Erkin Koray’ın canlı performansını izlediğimiz bölümde ‘Yalnızlar Rıhtımı’nı duymanın da çok hoşuma gittiğini söylemeden edemeyeceğim.

“İstanbul kalem harp okulundan çıktı en baba rap…”

Rap’in bugünkü gibi herkesin dinlediği bir tarz olmadığı dönemlerde İstanbul’un alt kültürlerinde rock’ın yanında bir de rap vardı. Old school döneme ait üretimlerin bir bir verildiği ve Türkçe Rap tarihine geçmiş albümlerin peşi sıra çıktığı bu dönem Crossing the Bridge’e de yansımıştı elbette. Ceza’nın sokaklarını arşınladığı Üsküdar’a giden Alexander Hacke, rap ve breakdance ile yoğrulmuş getto gençlerin sesine kulak veriyor; üstüne Ceza’nın kült şarkısı ‘Holocaust’ performansını da kameraya yansıtıyordu. Hemen ardından yine “Rapstar” albümünde Ayben ve Sahtiyan’ın feat’iyle duyduğumuz ‘Sinekler ve Beatler’i duyduğumuz akışta rapçi gençler, isyanlarını nasıl aktardıklarını da anlatıyordu.

Alafranga olur da Alaturka eksik kalır mı?

Brenna MacCrimmon’ın söylediği şarkıları ilk duyduğumda “kimmiş” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında kendisinin Kanadalı bir halk müzik şarkıcısı olduğunu öğrendiğimde nasıl şaşırmıştım. Çünkü kendisi hem buranın türkülerini buranın insanı kadar iyi söylüyor hem de Türkçe’yi çok iyi konuşuyordu. Üstelik yalnızca buranın değil Rumeli’nin türkülerine de çok hakimdi ki bu alanda sayısız esere de ses vermişti. Crossing the Bridge’te Selim Sesler ile ‘Penceresi Yola Karşı’yı seslendiren MacCrimmon, İstanbul’un müziğiyle de ilgili yorumlarını yapıyordu. Alexander Hacke’nin Selim Sesler ve ekibiyle Trakya’ya yaptığı yolculukta canlı alaturkaya doyduğumuz sahneler, benim filmde en keyiflendiğim anlardan yalnızca biri.

“Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar…”

İstanbul müziğini İstanbul müziği yapan en önemli şeylerden birisi de kuşkusuz sokak müzisyenleri. “Siya Siyabend CDleri” bağırışını kesin hepiniz duymuşsunuzdur İstanbul’un dörtbir yanında. Kendi şarkılarını kendisi çoğaltarak, performans sergilediği noktalarda CD olarak satan Siya Siyabend, bu sokak müzisyenliği kültürünün de yaşayan en başarılı temsilcilerinden biri. Filmde meşhur şarkıları ‘Hayyam’ı canlı olarak çalıp söyleyen Bizon Murat’ın sesine karışan telefon sesiyle eğlenceli bir hâl de alan performans, Bizon ve Hacke’nin santur ve gitar eşliğinde yaptığı bir doğaçlamayla devam ediyordu. Sokak müzisyenliğinin bir duruş olduğunu ve bunun bir seçim olduğunu kabul etmeyen insanlara karşı verdikleri mücadeleden bahseden Bizon Murat, müziğin dünyayı değiştirmek için oyuncaklarından biri olduğunu da belirtiyordu.

Yüz yıldır aynı topraklarda yaşıyoruz, herkes birbirinin kültürünü kabul etmeli…”

İstanbul demek etnik farklılıkların da yüzlerce yıldır bir arada yaşadığı bir komünite demek aslında. Tüm etnik toplulukların kendi dilinde şarkılar, türküler söylediği bu şehirde farklılıkları kabul ederek yaşamak, bu zenginliği çoğaltmak belki de en makbulü. Aynur Doğan’ın, bir hamam akustiği eşliğinde canlı olarak söylediği ‘Ehmedo’ya Hasan Saltık’ın ve yine Aynur Doğan’ın etnik farklılıkların müzik üzerindeki etkilerini ve geçmişteki sansür mekanizmalarının nasıl çalıştığını anlattığı röportaj eşlik ediyordu filmin bu bölümünde. Şehirden yükselen farklı seslerin bir araya geldiğinde nasıl bir ahenk yarattığını en iyi yansıtan sahnelerden biri de bu.

“İstanbul hatırası: Bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı…”

Belgeselin sonuna nasıl geldiğimizi anlayamamışken son performanslar da nasıl geçtiğini anlayamadığımız bir tempoda ilerliyor. Orhan Gencebay’ın divan sazıyla ‘Hatasız Kul Olmaz’ı çalarak başladığı son bölüm, Müzeyyen Senar’ın hafızalarımıza kazınan rakı kadehi döndürme sahnesini de içinde barındıran ‘Haydar Haydar’ ile devam ediyor ki burada bardağın fırlatılmasının ardından çıkan cam kırılma sesi sonradan eklenmiş çünkü yerler halı olduğu için bardak kırılmamış. Damakta tat bırakan Senar performansının ardından Sezen Aksu’nun 1989 çıkışlı “Sezen Aksu Söylüyor” albümünde yer alan ‘İstanbul Hatırası’ şarkısını Ara Güler’in eski İstanbul fotoğrafları eşliğinde yine canlı olarak Aksu’dan dinliyoruz. Belgeselin kapanışında ise BaBa ZuLa’nın Brenna MacCrimmon ile gün doğumu esnasında canlı çalıp söylediği ‘Cecom’ bizi büyülü bir atmosfere sürüklüyor.

Son olarak filmin credits kısmında Madonna’nın 2000 yılında çıkardığı ‘Music’ şarkısını Sertab Erener’den epey oryantalist şekilde dinliyoruz ki ben bu versiyonu da çok seviyorum. Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul, İstanbul’un müziğinin yıllar içinde ne kadar büyük değişimlere uğradığının da çok başarılı bir göstergesi. Ancak hızına yetişemediğimiz bu şehrin müziğini anlatmak için her 20 yılda bir bu tarz belgesellerin çekilmesi gerekiyor gibi. Çünkü ne İstanbul, 2005’teki İstanbul; ne de Türkiye’nin müziği ve kültürel yapısı 2005’teki gibi. Ne zaman 2000’lerin dokusunu özlesem ilk başvurduğum yapım da Crossing the Bridge oluyor. Neyse ki şimdi 4K olarak yeniden ortamları şenlendirecek ve uzun yıllar daha büyük bir keyifle 2000’ler İstanbul’unu doya doya izleyebileceğiz.

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR