
Sinemada; “Ev”, “Tamam mıyız?”, “7. Koğuştaki Mucize”, “Kuru Otlar Üstüne” ve diğerleri… Tiyatroda; “Gagarin Sokağı”, “Macbeth”, “Babil”, “Kral Lear”, “Nora (Bir Bebek Evi)”, “Güneşin Oğlu” ve diğerleri… Televizyonda; “Kanıt”, “Çalıkuşu”, “Poyraz Karayel”, “Ya İstiklal Ya Ölüm”, “Bir Zamanlar İstanbul” ve diğerleri…
Deniz Celiloğlu’nun yaptığı tüm işleri yazmaya kalksak buradan köye yol olur. Üstelik her karakterde tekrardan uzak durup yeninin peşinden koşuyor. Buradaki formülünü de şöyle veriyor: “Daha önce araştırdığım bir karakter karşıma çıktıysa ve metin yeni bir bakış açısı getirmiyorsa o hâlde o rolü üstlenmiyorum. Karakterin çatışmaları beni, üzerine gidip araştırmaya yöneltmesi gerekiyor.”
Şu sıralar Nora (Bir Bebek Evi) ile tiyatro sahnesinde izlediğimiz ve en yakın tarih olarak 22 Kasım’da Alan Kadıköy’de izleyeceğimiz Deniz Celiloğlu ile bir araya geldik. Biz sorduk, o da okuyan, düşünen, araştıran ve işini çok seven insanlara mahsus bir dille sorularımızı cevapladı.
Dostoyevski’nin, “Dünyanın en zor hissi, kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur.” şeklinde bir sözü var. Bu cümle, Kuru Otlar Üstüne filmindeki Samet Hoca’nın hissiyatını anlatıyor bir şekilde, ağzında hep bir “gitmek” var çünkü. Deniz Celiloğlu olarak sizin gitmekle aranız nasıldır? Gitmek sizin için bir kaçışı mı ifade ediyor yoksa özgürlüğü mü?
Kişinin kendiyle kurduğu ilişkiye bağlı bence bu. Kaçış ya da özgürlük; belki çok da farklı şeyler değildir. Gitmek; çok güçlü bir eylem. Eğer gitmek kişinin kendi tercihi dahilinde ve gerekliyse bence bir özgürlüktür. Ya da bir başkası için kaçmak gibi algılanırken kişinin kendisi için özgürlüktür. Kaçmak gibi hissettiriyorsa örneğin gitmek size, o hâlde üstünde düşünülmesi gereken şeyler vardır. Kendini iyi okuyabilmeli insan. İhtiyaçlarını, içten gelen dürtülerini doğru kavramalı. Bunu yapabilenler için her eylem özgürlüktür zannedersem.

Yine bu filmle alakalı bir programda, “Filmin etkisinden kurtulmak için film için ayırdığım süre kadar zaman geçmesi lazım, bu da üç yıl” gibi bir açıklamanız var. Bu sadece Kuru Otlar Üstüne’ye özel miydi yoksa sizde süreç hep böyle mi işliyor? Bu yorucu değil mi? Ve bu kurtulma süreçlerinin bir sonraki projeye nasıl bir katkısı oluyor?
Bu söylediğim şey, Kuru Otlar Üstüne ile alakalıydı. İçinde yer aldığım her hikâyenin, her karakterin üzerimde dönüştürücü bir etkisi olur muhakkak. Bu etkileşim oyunculukla ilgili en değerli bulduğum yanlardan biri hatta. Fakat her rolde bu denli güçlü bir etki altında kaldığımı söyleyemem. Bu biraz da bu film özelinde bir duyguydu. Bu etkilenme de birçok başka sebebin bir araya gelmesiyle ilgiliydi sanıyorum. Ve kariyerim boyunca ben bu filmdeki deneyimime benzer bir şey yaşamadım. En başta rolün ağırlığı, hikâyenin uzunluğu, çalışma süresi; sonra en güçlü etkenlerden biri olduğunu düşündüğüm mekân ilişkisi, fiziksel zorluklar, psikolojik baskılar bir araya geldiğinde bu etki daha da büyük oldu. Erzurum’un Karayazı ilçesinde gerçekleşen çekimler, coğrafyanın da çetin koşullarıyla benim için kapalı bir evren etkisi yaratmıştı. Çekimler bitse de o gün, atmosferden çıkmadığımız için karakterin dünyası üzerimdeki baskıyı daim kılıyordu diyebilirim. Tabii çok iyi yazılmış, gerçeğe çok yakın yaratılmış katmanlı bir karakterin içine yerleşip orada uzun süre kalmak bir süre sonra oradan gidişi zorlaştırıyor. Ben karakter yaratırken duygularını ve çelişkilerini gerçekten içimde kurmayı, derinden hissetmeyi doğru buluyorum. Böyle bir süreç izlemek gerçekten kolay değil. Karakter dediğimiz, görünmez bir kaya gibi sırtınızda taşıdığınız bir şey olabiliyor. Fakat her seferinde daha da kolaylaşıyor diyebilirim. Bunun yanında,o süreç bitip de oradan çıktığımda, büyük bir hazine bulmuş gibi hissediyorum kendimi. Her karakter beni kat kat zenginleştiriyor. Kendime ve dünyaya dair yepyeni izlenimler, bilgiler ediniyorum.
“Ev”, “Tamam mıyız?”, “7. Koğuştaki Mucize”, “Kuru Otlar Üstüne” ve diğer filmleriniz. Buralarda sizi hep farklı bir karaktere hayat verirken görüyoruz. Sadece bir tür karakterin bir oyuncunun üzerine yapışıp kaldığı ve belki istenerek belki istenmeyerek ama yine de öyle devam edildiği mevcut genel geçer algıda sizin karakter çeşitliliği konusunda bu tavrınız bilerek yapılmış bir tercih mi? Bununla bağlantılı olarak bir karaktere evet derken, teknik detayların dışında, sizi en çok etkileyen unsur(lar) ne oluyor?
Bu soruya cevap olarak “karakterin çelişkisi” diyebilirim. Karakterin içsel çatışması ne kadar güçlü ve sağlam kurgulanmışsa o kadar çok etkileniyorum. Ve tabii ki farklı olmalarına da özen gösteriyorum. Daha önce araştırdığım bir karakter karşıma çıktıysa ve metin yeni bir bakış açısı getirmiyorsa o hâlde o rolü üstlenmiyorum. Karakterin çatışmaları beni, üzerine gidip araştırmaya yöneltmesi gerekiyor. Bir de tabii yönetmenin dünyası ile de bağ kurabilmem çok önemli. Bu arkadaş seçmeye ya da bir hobi ile ilişki kurmaya benziyor. Sizde bir karşılığı olması çok önemli o kurulan dünyanın. Kendinizi ait hissetmelisiniz. Aksi takdirde uyum sağlayamazsınız. Bazen yönetmenin ya da yapımcının beni uygun gördüğü bir hikâyede ya da karakterde ben kendimi göremeyebiliyorum. Sezgisel işleyen süreçler bunlar ama günün sonunda sezgilerimin verdiği bir kararı uyguluyorum. Bir macera gibi, oraya çekilmek isterim heyecanla. Biraz da korku ve tedirginlik olsun isterim. Fazla rahat olmamam gerekir, bir miktar özgüven zorlayıcı bir işe kalkışmak isterim. O gerginliklerin yaratım aşamasında pek çok faydası olduğuna inanırım.

Tiyatro, bir oyuncu için tabiri caizse “nefes aldığı yer” midir? Koşulların, diğer oyunculuk alanlarına göre daha zor olduğunun söylenmesine rağmen bir oyuncunun bulduğu her fırsatta tiyatroya adeta kaçmasının sebebi nedir?
Birinci sebep, tiyatro sinemaya nazaran daha kolektif bir iş. Sahne, yaratımın ve inisiyatifin daha eşit dağıldığı bir dünya. Oyuncu olarak özgürlük alanına daha çok sahip olduğum bir yer. Sinemanın estetik seçenekleri oyuncunun elinde değildir. Böyle bir fark var. Sinema, yönetmen sanatı bir mecra; tiyatro ise oyunculuk. İkinci sebep ise çok klişe olacak belki ama canlılık durumu. Tiyatro o anda orada gerçekleşen bir eylem. Seyirci ile icracıların aynı zamanı ve mekânı paylaştığı büyülü bir etkinlik. Fakat zorluk/kolaylık açısından karşılaştırmayı doğru bulmuyorum. Tamamen kendi biricik yaratım süreçleri olan farklı dünyalar benim için. Sinema ve tiyatronun farklılıkları benzerliklerinden çok daha fazladır bence.
Şu an “Nora (Bir Bebek Evi)” oyununun bir oyuncususunuz. İlk prömiyerini 1879 yılında yapmış bir oyunu 2025 senesinde -modernize edilmiş hâliyle de olsa- oynamak size nasıl hissettiriyor?
Tiyatro tarihinin en önemli oyunlarından biri Nora. Oyuncu olarak beni fazlasıyla heyecanlandıran ve tatmin eden bir karakteri oynuyorum: Shanede Torvald. Oyuncu için çok zengin bir karakter. Bütün potansiyelinizi gösterebilmenize olanak verebilecek bir karakter.
Eski bir eserin modern döneme uyarlanması içerisinde riskler barındıran bir iş elbette. Sizce bunun iyi yapılabilmesi için püf noktalar neler?
Aslına bakarsanız bilmiyorum. Ben daha önce herhangi bir oyun yönetmedim ya da uyarlamadım. İşler yönetmen ve oyuncu arasındaki farka gelince o noktada tiyatroda da sinemada da bazı hassasiyetler var. Bir oyun sahneye koymanın bir dünya yaratmak olduğunu düşünüyorum. Tabii ki sahneye koyuculukta saysız farklı yaklaşım ve üslup var. Fakat benim, adına “dünya yaratmak” diyeceğim bu çok önemli sorumluluk yönetmene ait. Her şeyi dışardan görebilen ve dünyanın tutarlı olup olmadığını tartıp dengelerini kuran kişi yönetmen. Yönetmenin, oyuncudan daha farklı bir yere konumlanan bir gözü vardır diye tahmin ediyorum. Dediğim gibi ben deneyimlemedim. Fakat öyle hissediyorum ki o püf noktanın adı benim için “ritim duygusu” olabilir. Oyunun bütün unsurlarının sahnede birbiriyle uyum içinde olup olmadığını gözleyen, bütün yaratıcı sürecin çıktısını yöneten, her şeyi bir arada tutan biri yönetmen. Bir orkestra şefi gibi enstrümanları ve müziği yönetmesi gerek; bunun için de hissetmesi. Ve o ritim duygusunu hep korumalı.
Yakın gelecekte hayata geçirilecek Onur Ünlü’nün “Güneşin Oğlu” filminin tiyatro uyarlamasında da oyuncu kadrosunda bulunuyorsunuz. Beyaz perdede oldukça ses getirmiş bir filmin tiyatroya uyarlanması içerisinde nasıl avantajlar ve dezavantajlar barındırıyor?
Bu, sahneye uyarlamanın belirli avantajları olan bir proje bence. Şahsen, sahneye daha çok yakışacağını hissediyorum. Yoksa dezavantajlı bir tarafı varsa uyarlama işine bulaşılmamalı kanımca. Mecralar arası geçişler tehlikeli. Bana şarap bardağında süt, bira bardağında çay içmek gibi gelir böyle şeyler. Biçim ve içerik birlikte tasarlanan, bir arada ortaya çıkan şeyler bence. Ben Güneşin Oğlu’nu sinemada izlediğimde bu sahneye de çok yakışır demiştim içimden. Tabii bu benim kişisel düşüncem. Fakat bir önceki sorudaki şerhi buraya da koymam gerek. Bu konular aslında yönetmen veya yapımcının etkili olduğu alanlar. Ben yönetmenime ve yapımcıma güvenip güvenmediğimin kararını veririm ve işimi en iyi şekilde yapmak için elimden gelenin en iyisini vermeye çalışırım.

Deniz Celiloğlu olarak oyunuzu hep oyunculuktan yana mı kullanacaksınız; yoksa ilerleyen dönemde isminiz önüne senarist ya da yönetmen gibi sıfatlar da eklenecek mi?
Muhtemelen. Oyunculuk edilgen bir meslek bence. Oyuncu, tek başına bir işe yaramaz. Bu kısıtlanmışlık duygusu beni huzursuz ediyor. Oynayacak oyunlar, filmler beklemektense kendi hikâyelerimi yaratma arzusu yıllardır içimde kıpırdanıyor.
“Hayat zor” şeklindeki sitemlerin hemen her kesim tarafından sıklıkla telaffuz edildiği bir dönemdeyiz. Bütün sohbetler “ekonomik sıkıtı, pahalılık” gibi sıkıntılara çıkıyor. Böyle bir dönemde tiyatro salonlarının dolu olması, filmlere olan ilginin artan bir ivmeye geçmesi gibi durumlar sizce nasıl açıklanabilir? Böyle bir dönemde böyle bir ilgi sizi şaşırtıyor mu?
Tiyatro ya da film salonlarının dolu olduğunu düşünmüyorum ben. İlginin de kısıtlı bir alanda kaldığını düşünüyorum. Sinemada da tiyatroda da üretim düşük bence. Her şey çok pahalı; film çekmek, oyun yapmak çok zor. Bu izleniminizi neye dayanarak söylediğinizi bilmiyorum ama yapabilenler üstünden değil yapamayanlar üstünden okursanız fotoğraf pek öyle değil gibi. Türk sineması çekilemeyen filmler ödenemeyen borçlar batağında. Tiyatro deseniz artık hobi gibi bir şey; çoğu sanatçının mesleği olan mecra, oyunculara bırakın bir hayat geçindirtmeyi faturalarını bile ödetmeyecek hâlde. Üretken bir sanat atmosferi içinde gibi hissetmiyorum ne yazık ki kendimi. Belki de beklentim daha yüksek. Tabii tiyatro ve sinema için öldü-bitti diyemeyiz ama sağlıklı olduklarını da söylemek zor. Belki tiyatro ya da sinema nakavt olmadı ayakta fakat nakavt olan çok sinemacı, oyuncu, sanatçı oldu.
Son olarak, edebiyatla da iyi bir ahbaplığınızın olduğunu biliyoruz. Bununla alakalı üç sorumuz olacak. Bir kitapçı rafında ne alacağına bir türlü karar veremeyen birine gözünüz kapalı tavsiye edeceğiniz kitap hangisi olur? “Bir kitaptan bir cümle” istesek ne yazarsınız?
Hermann Hesse’nin herhangi bir kitabını tavsiye edebilirim; Bozkırkurdu olabilir örneğin. Cümle ise şu olabilir: “Babam bir bahçıvandı. Şimdi bir bahçe.” Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm adlı kitabından.