2021 Ekim’inde ilk bölümü izlemiştik. Araya yazarlar grevi girince “Dune Part 2″ye bir tık gecikmeli olarak şimdi kavuştuk. Ama beklediğimize değdi. “Dune Part 2”, ilkinden daha tempolu, daha görkemli, daha heyecanlı ve birçok açıdan daha iyi bir film! Neden mi? Anlatalım…
Doğu Yücel
-
Daha hızlı, daha eğlenceli
Öncelikle “Dune Part 1”, bana kendini fazla ciddiye alıyor gibi gelmişti. Film, Chani’nin hülyalı sesiyle “Gezegenim Arrakis güneş ufuktayken çok güzel” diyerek Dune’u anlatmasıyla başlıyor ve bu anonstaki poetik ciddiyet film boyunca neredeyse hiç yumuşamıyordu. Duncan Idaho’nun (Jason Momoa) kısa bir sahnesi dışında o filmden özdeşleşmeye yardımcı olacak “seyirci dostu” bir an hatırlamak güç. Tabii, kabul etmek gerekir ki, bu bölüm hikayenin doğası gereği de buna açık değildi. Mekanları, geçmiş olayları, karakterleri tanıtmak gibi bir sorumluluğu vardı. O yüzden seyirciyi perdeye bağlayacak olaylar filmin ilerleyen bölümlerinde başlayabilmişti.
“Dune Part 2”, bunun tam tersi. Olaylar bodoslama başlıyor! Tempo bir an bile durmuyor, sürekli seyirciye merak edeceği yeni bir gidişat sunuluyor, gözlerinizi perdeden ayırmanıza izin vermiyor. Tam dozunda espriler de var. Özellikle Stilgar (Javier Bardem) bir harika, tüm yobazlar keşke böyle olsa dedirtiyor! 🙂 Ve “Dune 2″nin, ilk film gibi zorlayıcı bir anlatım tarzı yok. Mesela ilk filmde kitabı okumayanlar zorlanmıştı, bilgi bombardımanına tutulmuş gibi afallamışlardı. Bu defa, kitabı okumasanız da, hatta ilk filmi unutmuş olsanız bile, asgari bir dikkatle filmi takip edebiliyorsunuz.
-
Daha romantik!
İster fantastik destan olsun, ister bilimkurgu klasiği, ortada bir aşk ya da bir aşk ihtimali yoksa o filmin tadı tuzu eksik gelir. Luke-Leia-Han Solo aşk üçgeni olmadan, Anakin-Padme ilişkisi olmadan Star Wars düşünülebilir mi? Ya da Aragorn & Arwen olmadan Yüzüklerin Efendisi? Jon Snow ve Ygritte’siz, Jaime ve Cersei’siz “Game of Thrones”? Harry-Hermoine-Ron’suz “Harry Potter”? Ya da Bella ve Edward’sız “Twilight”? (Şaka şaka: ) ) Villeneuve de bence ilk bölümdeki “aşk” yoksunluğunun farkındaydı, o yüzden en başta Chani’yi hayal meyal gösterdi, sonra da Paul’ün rüyalarına azar azar ekti. Ama bu yeterli olmadı.
Şimdi ise Paul Atreides ve Chani arasındaki ilişkiye tanıklık ediyoruz hemen. Çatışmalarıyla ve ortak noktalarıyla çok da güzel işlenmiş bir aşk hikayesi bu. Timothee Chalamet ve Zendaya’nın ekrandaki uyumlarını izlemek de harika. Ve tabii bu ilişki de sonradan bazı olaylarla sınanıyor ve sadece basit romantik bir yan hikaye olmanın ötesine geçiyor.
-
Yeni oyuncular
Dune destanını okumayı zorlaştıran ama bana göre en güzel yanlarından biri çok karakterli yapısıydı. “Dune Part 1″de de zengin bir kadro vardı ama birçok star hemen ölmüştü 🙂
“Dune 2″de Prenses Irulan rolünde Florence Pugh, Shishakli rolünde Souheila Yacoub, Lady Margot rolünde Léa Seydoux ve İmparator Shaddam IV rolünde Christopher Walken kastı güçlendirmiş. Christopher Walken ile ilgili iki not: Öncelikle koskoca İmparator neden posterde yok? İkinci notumuz da bir trivia. Walken’ın daha önce de Dune dünyasında olduğunu biliyor muydunuz? Fatboy Slim’in Weapon of Choice klibini ve Walken’ın oradaki efsanevi dansını bilirsiniz? Ee ne alaka diyor olabilirsiniz. ‘Weapon of Choice’ın sözlerine bakarsanız Fatboy Slim’in şarkıyı tamamen Dune üzerine kurduğunu görebilirsiniz. “Ritimsiz yürü, bu solucanın dikkatini çekmeyecektir…”, “Sesimle şoka uğrama, bu benim seçtiğim silah” gibi sözler geçiyor. Bir tür Muad’dib kehaneti mi dersiniz?
-
Daha hızlı
İlk filmde olayların ağır akması ve o dönemki sinema salonlarındaki ışık sorunsalıyla birlikte normalden daha da karanlık olan görüntüler, bu tarz filmlere yabancı seyirciyi uykuya sürüklemişti. Hans Zimmer’in ambient müziği de az ninni etkisi yaratmamıştı açıkçası.
Bu defa hiç böyle bir korku duymayın. Film Paul’un bindiği kum solucanı gibi hızla akıyor. 2 saat 45 dakika, taş çatlasın 90 dakika gibi hissettiriyor. Hem anlatımın ritmi yüksek hem de hikaye ağırlaştığı anlarda aksiyon hemen imdada koşuyor. Bıçak kavgalarındaki koreografiler çok acayip, bıçağı boğazınızda hissediyorsunuz. Savaş sahneleri söylendiği kadar çok değil ama kararında ve hepsi etkileyici. Ayrıca hareketli sahnelerin çokluğuyla Hans Zimmer uyutan değil, en ağır uykunuzdan uyandıracak müzikler yapmış. Uykunuz varsa bile uyanırsınız!
-
Daha “Star Wars”, daha “Game of Thrones”!
Biliyorsunuzdur, George Lucas’ın “Dune”dan esinlenerek “Star Wars”u çektiği söylenir ve bunun doğruluk payı vardır tabii. Frank Herbert, “Star Wars”u izledikten sonra “Dava açmamak için kendimi zorluyorum” demiştir mesela. Kuşkusuz, samuray filmleri, Flash Gordon ve Joseph Campbell’in mitoloji kuramları gibi “Dune” da “Star Wars”a ilham vermiştir ama sonuçta şöyle bir tehlike vardı: Dune için “Sadece Tattooine’de geçen bir Star Wars” denilebilirdi.
O yüzden ilk Dune’da Villeneuve, Star Wars’laşmamak için elinden geleni yapıyordu. Bu da bence filmi durağanlaştırmıştı. Ama bu defa öyle değil. Tabii hızlanan hikayenin de büyük bir payı var ama Villeneuve’in endişelerinden kurtulduğunu da seziyorsunuz. Yani Christopher Nolan’ın Dune 2’yi, “Star Wars”un en karanlık bölümü olarak bilinen “Empire Strikes Back”e benzetmesi boşuna değil. Bu benzerlik de bence her ikisinin “karanlık” olmasından değil, Star Wars tarzı anlatımdan kaçmamasından kaynaklanıyor. Çünkü Dune 1, 2’den daha karanlık…
Aynı şekilde özellikle politik komplolarda “Game of Thrones” gibi görünmekten de çekinmemiş. Ve bu benzerlikler Dune’dan götürmüyor, tam tersine… “Gogol’un paltosundan çıkan yazarlar” misali Dune’un kumlarından çıkan Star Wars’lardan, Game of Thrones’lardan ayrışmayarak kaynak eserin kim olduğu anlaşılıyor ve Dune olduğu gibi kendi haliyle devleşiyor.
-
Romana sadakat
Romanın hayranları ilk filmi çok sevmişti çünkü gerçekten “Dune Part 1”, 1965’te yayımlanan Dune romanının ilk yarısının sinemaya yansıyabileceği en sadık uyarlamaydı. Daha önceki uyarlama girişimlerinde, David Lynch olsun, televizyon uyarlamasını yapanlar olsun, bazı majör değişikliklere gitmişler ya da romanı gerçekten benimseyemedikleri için bazı sahneleri doğru bir şekilde ekrana yansıtamamışlardı. Fakat romanın sıkı bir hayranı olan, “Blade Runner”ın devamında ve “Arrival”ın uyarlamalarında efsane işler ortaya koyan Dennis Villeneuve, Dune’un malzemesini de beyaz perdede mükemmel bir şekilde değerlendirmişti.
Misal, kitabın ikonik sahnesi Gom Jabbar sahnesini hatırlayalım, kitaptaki gerilimi, psikolojiyi ve gizemi tam olarak ortaya koymayı başarmıştı. O sahneyi aşağıda yönetmenin açıklamasıyla izleyebilirsiniz:
Fakat tüm bu birebir olma hali, aslında sinemaya sürpriz duygusu yaşamaya giden seyircinin elinden bunu alıyordu. İlk film, romanı okuyanlar için şöyle bir deneyime dönüşmüştü: Şimdi annesiyle Paul’ün laf dalaşı, şimdi Gom Jabbar sahnesi, şimdi solucan sahnesi, şimdi babasının öldürüldüğü sahne vs vs…
İkinci film için de, romana sadık değil diyemem aslında. Ama birkaç majör noktada kitaptan ayrışması, romanı okuyan seyirciyi “sürprize açık” bir ruh haline sokuyor. (Spoiler olmasın diye yazmıyoruz) Açıkçası kazanılacağını bildiğim halde birkaç “düello”da kolçaklarımı sıkı sıkı tuttuğum doğrudur. Bu durum tüm filme, romanı bilenler ya da önceki uyarlamaları izleyenler için ekstra bir seyir keyfi katıyor.
-
Renksiz ve korkutucu
“Dune 2″de filmin genel kahverengi pastel hali bir anda kırılıyor ve Harkonnen’lerin dünyasını siyah beyaz izlemeye başlıyoruz. (Bu tercih, “Oppenheimer”da bir bakış açısının siyah beyaz gösterilmesini anımsattı bana) Feyd-Rautha’nın hikayesinin anlatıldığı bu bölümde birden bire eski Nazi propaganda filmlerini izler gibi oluyorsunuz. Harkonnen’lerin bir Nazi alegorisi oluşu iyice kendini belli ediyor ve Austin Butler’ın canlandırdığı Feyd-Rautha psikopatlığıyla gerçekten ürkütücü bir baş düşman olmuş. Çam yarması Dave Bautista’nın canlandırdığı Rabban’dan bile ürkütücü. Bu arada metot oyunculuğuna inanan ve film çekimleri boyunca genelde rolünden çıkmayan Austin Butler, bu defa akıl ve ruh sağlığı için kendini bu role %100 veremediğini söylüyor. Villeneuve ise “iyi ki vermemiş, sette birini öldürecek diye korkuyorduk” diye yorum yapmış. Beyler, sakin, bu sadece bir film! :))
-
Solucanlar
Dune denince akla gelen ilk imge dev solucan tabii ki. Posterlere, fragmanlara gelince bunun ekmeğini bol bol yiyen Villeneuve, nedense ilk filmde solucanları yeterince göstermemiş, gezegenin en eski sahiplerini yeterince korkutucu kılmayı başaramamıştı bana göre. İşte şimdi, “Dune Part 2″de onları görüyoruz, hem de fazlasıyla!
Bu arada filmin en güzel, en kritik sahnelerinden biri olan Paul’ün solucana biniş sahnesini Warner Bros, YouTube’a koydu. Ki bence yanlış hareket. İlk defa sinemada izlenmesi daha etkileyici olur. Ama bir haberdir, bir bilgidir sonuçta, isterseniz aşağıdaki link’ten izleyebilirsiniz:
-
Bitmesi!
Ve “Dune Part 2″yi, Part 1’den daha iyi kılan en önemli etken. Çok basit: Bitmesi! Hem de gerçek bir “climax”le, tırmanan bir gerilimin zirveye çıkıp çözülmesiyle, yani bir film gibi bitmesi. “Dune Part 1″in bana kalırsa en büyük sorunu buydu. Hiç heyecanlı olmayan, büyük bir risk barındırmayan, basit bir bıçak dövüşü ve sönük bir anlatışla seyirciye veda edilmişti. Bittiğini hissedememiştik, üstelik öyle merak ettirici bir son olmadığından sonraki bölümü iple çeker gibi olmamıştık. Bana göre kitabın çok daha heyecanlı bir noktasında ilk bölüm bitebilirdi ya da kitaptan çıkıp başka türlü bir “zirve noktası” yaratılabilirdi. Ama dediğim gibi, ilk filmde Villeneuve, Dune’a bir hayran gibi bir aşk mektubu yazmıştı. “Dune 2″de ise rahatlamış, Dune’un sinemadaki karşılığının ihtiyaçlarının daha farkında bir yönetmen var. O yüzden şimdi hem heyecan, hem politik entrika, hem aşk üçgeni olan, hem de bir an evvel Dune Mesihi isimli bölümü izleme ihtiyacı doğuran bir final var elimizde.
Dune bu neslin “Star Wars”u, “Matrix”i, “Yüzüklerin Efendisi” olacak mı, bu tartışılır. Ben halen daha bu serilere göre seyirciye daha mesafeli bir seriye şahit olduğumuzu düşünüyorum. Karakterlerle özdeşleşmeyi zorlatan, yabancılaştırıcı bir tarafı var. Yoksa bu kadar popüler bir filmin karakterleri nick seçmiş bir sürü sosyal medya personaları görürdük, bu açıdan Neo’ları, Arwen’leri, Obi-Wan’ları düşünün… Nedense hiç Paul Atreides yok, çünkü öyle bir sıcaklık kurmuyor film. Bu filmdeki en sıcak karakterin köktendinci Stilgar olması ironiktir!
Bir de böylesine destansı bir uzay hikayesinde bazı önemli sahneleri niye küçücük yerlere sıkıştırıp tiyatralleştiriyorlar, onu da anlamıyorum. Yani Dune’u tüm artılarına rağmen bir başyapıt olarak göremiyorum. Ama Frank Herbert’ın dünyanın o günkü durumundan, Oregon’daki kum tepelerinden ve Orta Doğu kültüründen esinlenerek yazdığı bu destanın günümüzde geçerliliğini taşımasını hayranlıkla izliyorum. Kısacası: Dune mu Dünya’dan, Dünya mı Dune’dan çıkıyor? Bu soru biraz korkutucu. Ama ne demiş, Arrakis’in ataları, “Korku aklın katilidir.”