Bundan yıllar önce Cihangir’de bir kafede arkadaşlarımla oturuyorum. Arkadaşlarımın da tanımadığım bir arkadaşı yolda, geliyor. İsmi geçmediği için o esnada kim gelecek bilmiyorum tabii. Ve Ece Temelkuran geliyor…
İpek ATCAN / [email protected]
O gün masada çıkmak üzere olan bir kitabının sohbeti dönüyor. Sonradan anlıyorum ki o kitap “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”. İşte üzerinden geçen 11 (Şubatta 12 olacak) senenin ardından bu muazzam kitap Londra’da bir tiyatro oyununa dönüyor. Lerzan Pamir’in Birleşik Krallık’taki ilk yönetmenlik deneyimi olan bu oyunun kadrosunda, Nicole Ansari-Cox Madame Lilla’ya, Livia Arditti Maryam’a, Antonia Salib Amira’ya ve Gamze Şanlı Eve’e hayat veriyor. Mercedes Assad, Öncel Camcı ve Sara Diab ise topluluk oyuncuları arasında yer alıyor. Arcola Tiyatrosu’nun kurucu ortağı Leyla Nazlı, Temelkuran’ın özgürlük, dayanıklılık ve sarsılmaz kadın dostlukları üzerine bu güçlü hikâyesini uyarlıyor. 24 Ekim’de prömiyeri gerçekleşecek olan ve 23 Kasım’a kadar devam edecek olan oyunu ve çok daha fazlasını bu vesileyle sanal olarak da olsa bir araya geldiğim Ece Temelkuran’dan dinleyelim.
Arcola Theatre’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar‘ı sahneye taşıması, eserinize yeni bir boyut kazandıracak. Kitabınız çok katmanlı bir hikâyeye sahip. Bu derinliği tiyatro sahnesinde görmek açıkçası çok heyecan verici. Kitabı ve yola çıkmış olan oyunu kıyaslayacak olursanız, kitabı okuyan birini neler bekliyor?
Kitap çok fazla insana ulaştı ve çok fazla insanın hayatında bir anlam ifade ediyor, benim için de bir anlam ifade ediyor. Herkes için ifade ettiği anlamı ortaya koymak kolay bir şey değil. Hem yönetmen için hem de adaptasyonu yapan Leyla Nazlı için. Dolayısıyla onların “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”ını izleyeceğiz. Fakat ikisi de kitabı neredeyse bana karşı bile koruyacak kadar çok sevdikleri için umarım onların kurdukları hayal, insanların kurdukları hayallere ve insanların hissettikleri heyecana değecek diye düşünüyorum. Ama tabii ki bu kitap benim için çeşitli sebeplerle çok önemli. Heyecanlanıyorum çünkü insanın yazdığı şeylerin başkalarına ilham vermesi, bu kadar çok insanı bir araya getirip heyecanlandırması her şeyden önce beni tabii ki çok onurlandırıyor. “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır”ı izlerken de aynı heyecanı duymuştum Türkiye’de. Bir sürü insan aylarca çalışıyorlar, bir sürü şey ezberliyorlar, sırf sen bir gün bir şey yazdın diye. Dini bir şey olarak değil ama duygusal olarak şükür duygusu yaşıyorum.
Uyarlama sürecini takip ettiniz mi? Nasıl gidiyor genel olarak süreç?
Çok az dahil oldum. Ama dediğim gibi bu onların eseri. Dolayısıyla her yaratan insana bir saygı duyarım. Benim değil okuyucunundu kitap, şimdi izleyenlerin olacak. O izleyenlere de Leyla, Lerzan ve bütün ekip aracılığıyla gidecek. Çok dahil olmadım ama text’i okudum, çok zor bir şey böyle bir kitabı oyun yapmak. Hele bu kadar çok seveni olduğu için kitabın (gülüyor) sahipleneni de çok, kolay bir şey değil buradan oyun yapmak.
Gerçekten çok heyecanlı bir şey…
O heyecanı hepimiz yaşayacağız. Ben de ilk gösterimlerden birine gideceğim ve ben de çok heyecanlıyım. Uzun yıllardır bu kadar neşeli bir heyecan yaşamamıştım, öyle söyleyeyim.
“Çok güçlü kadınlar var. Londra’da bunun duyulmasını, görülmesini, tanık olunmasını istiyorum.”
Romanınıza “masal” yakıştırması yapan çok sayıda yorum ve görüş var. Siz katılıyor musunuz buna? Sizce doğulu bir hikâye olmasının mistisizmi mi masal yakıştırmasına sebep oluyor? Sahnede de bu masalsılığı görecek miyiz?
Ben masalsı olduğunu düşünmüyorum. İçinde mistik gibi anlaşılabilecek ögeler var, onu anlıyorum. Hiçbir şey masal değil, çoğu gerçek bu kitabın. Karakterlerden bir tanesi gerçek ve gerçek ismiyle var zaten Amira Şebli. Umarım o da ilk gösterimlerden birine gelecek. Ama şöyle bir şey, hikâyenin geçtiği dönem masal gibi bir dönemdi gerçekten, Arap Baharı. Birçok insan için hayatlarının en zor ama en güzel zamanları olarak hatırlanacak. Şimdinin gerçekliğinden bakınca masalsı bir dönemdi. Şimdi imkânsız gibi görülen birçok şey yapıldı, özellikle kadınlar yaptılar. Masalsı ya da hafif oryantal gelmesinin nedeni olayların oralarda geçmesi. Ama “orient”te geçen her şey oryantal değildir.
Kitabınızda Orta Doğu ve Akdeniz coğrafyalarının insanları ve yaşadıkları zorluklar öne çıkıyor. Bu temaların Londra gibi çok kültürlü bir şehirde sahnelenmesi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Oyundan çıkan bir Londralı’da hangi düşüncelerin, hissiyatların oluşması sizi memnun eder? “İstediğimi verebildim” duygusunu uyandırır?
Cast’ı mükemmel yaptılar bence. Çok kültürlü bir cast oldu ve o bölgeden gelen insanlar oldu. Her şeyin ötesinde cast’tan çok heyecanlıyım. Benim ismimi de değiştirdik, benim fikrimdi. Oyunu yazarken isim gerekiyordu anlatıcı olarak. Ece’yi “Eve” yaptık. Çünkü ne zaman auto-correction’da bir şey yazsam benim ismimi Eve yapıyor. Ama tabii aynı zamanda Adam & Eve (Âdem ve Havva) gibi de olmuş oldu, güzel bir ayrıntı oldu. Londra’da seyirci ile buluşması benim için şundan önemli; hele böyle bir zamanda Gazze sürerken, dünyanın o tarafı sadece ölüm ve trajedi ile ilgili değil. Çok güçlü kadınlar var. Bugün de gördüğümüz üzere inanılmaz bir direnme güçleri var. Hiç yoktan güzellik var etme güçleri var. Londra’da bunun duyulmasını, görülmesini, tanık olunmasını istiyorum. Batı başkentlerinde buna tanık olunmasını istiyorum. Batılı politik güçler sanki dünyanın belli bir enleminin altında kalan nüfustan vazgeçmiş gibi görünüyorlar bana. O nüfus istatistik değil, o insanlardan vazgeçmek insanlıktan vazgeçmek anlamına geliyor benim için ve öyle zaten. Kimlerden vazgeçtiklerini görsünler istiyorum.
Cast seçiminde sizin de yönlendirmeleriniz oldu mu?
Olamadı (gülüyor). Karışmak istemiyorum böyle şeylere. Tiyatrodan hiç anlamıyor değilim tabii ki ama ben tiyatrocu değilim. Tiyatro benim işim değil. İşini bilenlere bırakma taraftarıyımdır hep. Öyle ukalalıkları da hiç sevmem, başkasının bilmeden işe karışmasını. Yaratıcıya duyduğum saygıdan dolayı karışmak istemem.
“Epeydir söylüyorum ben bunu, kadınlara karşı global bir savaş başlatıldı.”
“Düğümlere Üfleyen Kadınlar” kitabınız hem bireysel hem de toplumsal özgürlük arayışlarına odaklanıyor. Farklı kültürlerden ve ülkelerden kadınların ortak bir mücadelede buluştuğunu görüyoruz. Dile getirdiğiniz meselelerin çoğu hâlâ güncel ve yakıcı. Bugünün Türkiye’sindeki özgürlük arayışlarıyla bu temalar arasında hala bir paralellik var. Geldiğimiz nokta ise ortada ve acı… Günümüz Türkiye’sindeki kadın hareketi iyi/kötü nasıl bir evrim geçirdi sizce? Sizin için bu kitabı yazdığınız dönemle, yani 12 sene önce ile şu anki Türkiye arasındaki en büyük fark nedir?
Tabii ki bunlar hala yakıcı konular olarak gündemimizde. Daha da kötü olacak bana sorarsan. Sadece Türkiye açısından değil, global anlamda. Epeydir söylüyorum ben bunu, kadınlara karşı global bir savaş başlatıldı. Kadınlardan nefret ediyorlar diye değil ama sistem sarsılıyor. Hem ekonomik hem politik sistem sarsılıyor ve her sistem sarsıldığında kadınları yakarlar, böyle olur yani dünya böyle. Kadınlar kurban edilir. Burada da bizim yaşadığımız şey kapitalizmin ve demokrasinin krizine bağlı olarak bir erkeklik krizi. Erkekler hakikaten bugünkü dünyada bu kadar güçlü kadınlarla “Benim dünyadaki rolüm nedir?” diye sorgulamaya başladılar. Ve bu onlarda hiç tanımadıkları bir panik yaratıyor. Ve o paniği tabii ki bir öfke olarak yaşıyorlar. Sonuç olarak da en korktukları şey olan kadına saldırıyorlar. Bu global savaşın sıcak cephesi İran, Afganistan vs. olabilir ve Türkiye bence şu anda ama Batı’da da aynı şey var. On yıllardır hiç konuşulmayan kürtajın suç haline getirilmesi mesela ve iyi gelişmiş uluslar bunu yapıyor. Dolayısıyla dünyadaki kadınların bir kısmı bu savaşı çok yakından, derisinde hissediyor olabilir ve diğerleri o kadar hissetmiyor olabilir ama hepimiz aynı saldırının hedefiyiz. Bugün seninle konuşmadan önce şunu düşünüyordum; iki gündür bir video var sosyal medyada dönüyor ama kızın ismini göremedim. Gazze’de belki 10 yaşında bir kız çocuğu kendinden 1-2 yaş küçük yaralanmış kardeşini sırtında taşıyor. Dedim ki, “bu oyun bu kız için!”. O yorgunluğu hissettim yani. Kız çocuğu nezdinde hepimizin sırtında taşıdığı şeylerin yorgunluğunu hissetim. Bütün o bölgede, bölgenin dışında, Türkiye’de… Hepimiz sırtımızda bir yaralı kardeşimizi ya da ölü kardeşimizi taşıyoruz ve çok yorgunuz. Türkiye’de olanlar için çok samimiyetle söylüyorum sözüm kalmadı. Sonra düşünüyorum, ne demek sözüm kalmadı? Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir lüksümüz var mı? Ama bunlar artık sözün tarif edebileceğinin ötesinde korkunç şeyler. Zaten biz bunlara sözcük bulmak zorunda kalmamalıyız, insanlık dışı. Hepimiz yorulduk. Yorulanlara nefes olsun istiyorum tabii oyun. Hem dünyanın alt tarafında, hem dünyanın üst tarafında. Çünkü dünyadaki bütün kurumlar öyle garip bir parçalanma sürecinden geçiyor ki, tutunacak, nirengi noktası alacak hiçbir şey kalmadı. Birbirimizden başka hiç kimsemiz kalmayacak yakında, özellikle kadınlar için söylüyorum. Kadın dostluğu duygusal olarak değil sadece, politik olarak da son sığınağımız olacak gibi geliyor. Zaten kadınlar bir araya geliyorlar da tam da bu sözün bittiği noktada daha çok bir araya gelmeleri lazım. Artık kaybedecek çok az şeyimiz kaldı gibi geliyor.
“Hala inat eden insanları görüyorum ve umutsuzluktan bahsetmek gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum.”
Kitabınızda yer alan “umut” kavramı, Türkiye’deki sosyal ve politik koşullara rağmen sizce hala sürdürülebilir mi? Siz, kişisel olarak Türkiye’nin geleceği için umut taşıyor musunuz?
Benim zaten bu “umut” sözcüğü ile çok büyük problemim var. “HepBeraber” kitabı da böyle başlıyor zaten, umut çok kırılgan bir sözcük artık umuttan konuşma bölümünü geçtik. O kadar sert şeyler yaşıyoruz ki. Umut çok çabuk kırılıp işe yaramaz hale geliyor. Ben “inat”ı kullanmayı tercih ediyorum ve çok fazla inatçı insan görüyorum. Başka ülkelerde de konuşmalar yapıyorum, Amerika, İngiltere… Hep onlara şunu söylüyorum, siz bizim 20 yıl boyunca yaşadığımız şeyin 10’da 1’ini sadece 4 yıl yaşadınız ve hala kendinize gelemiyorsunuz. İşte Trump dönemi, Boris Johnson dönemi… Biz bunun en kötüsünü yaşıyoruz ve hala insanlar bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar. Daha önemlisi insan kalmaya çalışıyorlar, kimse ipin ucunu bırakmış değil. Bu inatçı insanları gördüğüm zaman, ahlaki bir borcumuz var direnen insanlara… Mesela kendim için söylüyorum, umudumun kırıldığı zamanlarda kendime şunu diyorum, “Sus, kapa çeneni otur o zaman. Bugün umudun yoksa bunu kendi kendine hallet”. İyi, güzel bir şey söyleyebileceksen; insanları güçlendiren bir şey söyleyebileceksen konuş. Dolayısıyla ben Türkiye’de hala inat eden insanları görüyorum ve umutsuzluktan bahsetmek gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Onlara olan ahlaki borcumuzdan dolayı.
Yorgun düşmüş olan kadınlara bir mesajınız var mı?
Şimdi bu yanlış anlaşılabilecek bir şey, sanki kitabın reklamını yapıyor gibi olacak ama “HepBeraber”i tam da bu sebeple yazdım ben. Her şey kaybolduğunda tutunacağımız ve bizi bir araya getirip güçlendirecek değerler nedir diye. Gerçeklik çok pis, çok zalim, çok acımasız, çok çirkin, kirli diye gerçeklikten kaçmaya başladıkça insan kendini daha da güçsüz hissediyor. Gerçeklikte aldığımız bütün yaraların tedavisi gerçekliğin içinde. Realitenin içinde yaşamakta olan insanlarla bir araya gelmek tek çözüm. Büyülü, hepimizi ayağa kaldıracak bir laf yok. Bizim şu anda hem toplumsal hem de politik olarak güzel olduğumuzu hatırlatacak, iyi insanlar olduğumuzu hatırlatacak ve dolayısıyla bizi iyi ve güzel insanlar haline getirecek liderlere ihtiyacımız var. Sadece politik değil, toplumsal liderlere. Deprem zamanı “Danimarka’dayım” diyorum herkese ama 2 gün sonra havalimanında anladım ki İsveç’teyim. İsveç’ten dönerken “aaa neden havalimanında bu kadar çok Norveç tshirt’ü var duty free’de?” dedim. Çünkü ben Norveç’e gitmişim aslında… O kadar fiziksel olarak olduğum yerde değilim ki, o kadar kafam Türkiye’deki. O zaman anladım ki istediğin kadar uzaklaş, unuttum de, ay ben takip etmiyorum Türkiye’yi bıraktım o işleri, umut yok o ülkede lanet gelsin desen bile yok öyle bir şey.
“Aklımda çok güzel bir aşk hikayesi var onu yazmak istiyorum”
Düğümlere Üfleyen Kadınlar sizin kişisel tarihinize de belli oranda ışık tutuyor. Tunus’da küçük bir bahçede yazdığınız hikâye, sizi yaşama bağlasın diye tutunduğunuz karakterler 22 ülkede okunduktan sonra Londra’da sahnelenme başarısını gösteriyor. Yaşamınızdan beslenen başka hikayeler, başka romanlar bekleyelim mi sizden? Yoksa yazın hayatınıza son iki kitabınız gibi kurgu dışı türlerde mi devam edeceksiniz?
Ben şimdi yeni bir kitap yazdım evle ilgili ama o çeşitli ülkelerde 2026’da yayınlanacak. O kurgu dışı ama yine edebi bir kitap. Umarım ölmez de yaşarsak, 2026’da o kitap yayınlandıktan sonra, aklımda çok güzel bir aşk hikayesi var oturup onu yazmak istiyorum. Roman olacak ama daha var.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Şimdi çok garip ama ben karakterlerimi özlüyorum. Bir tanesi gerçek insan ama diğerleri değil -ki o da gerçeği değil-. Ama yarattığım karakterleri insanmış, arkadaşımmış gibi gördüğüm için sanki Londra’ya onlarla buluşmaya gidiyormuş gibi hissediyorum. O yüzden çok heyecanlıyım gerçekten, epeydir görmemişim gibi.
Umarım siz izlediğinizde sizin de içinize siner, o da çok önemli yani, ben kesin ağlardım 🙂
Bakalım göreceğiz. “Devir” Almanya’da yapılmıştı geçtiğimiz sene, ilk provasına gittiğimde çok ağladım. Almanca oynanıyor oyun, hiçbir şey anlamıyorum ama birden bir ağlamaya başladım ve salondan çıktım. İnsan şunu düşünüyor; ben bunu yazarken neler yaşamıştım şu hale bak şimdi bambaşka yerlerde. Yazmak gerçekten çok büyülü bir şey. Bazen ben bile hala şaşırıyorum.
O zaman heyecanla yeni romanları bekliyoruz, görüşmek üzere!
Çok teşekkürler. Görüşmek üzere!