Popüler Kültür

Ekim Acun (Şokopop): “Nasıl geçmiş hiç yokmuş gibi hayatımıza devam ediyoruz?”

Bundan yıllar önce beyaz maskesi ile YouTube’dan hayatımıza girdi. Önce herkesin “Gördün mü?” ya da “İzlesene!” diye yolladığı videolarken zamanla, “Eee yeni bölüm hakkında ne diyorsun?” diye sohbet ettiği, yeni bölümün heyecanla beklendiği bir hale büründü. Anonim geçen bir sürenin ardından yüzünü gördüğümüz Ekim Acun, hala durmaksızın üretiyor. Gelin geçmişten günümüze Ekim’i dinleyelim.
İpek Atcan - 2 Temmuz 2025
post image

Aslında çok daha önce buluşacaktık Ekim’le. “Ya acaba neden bugün bir ses çıkmadı kendisinden?” dediğim anda öğrendim gözaltına alındığını. Tam da röportaj günü, röportaj saatimizde bırakıldı ve bana “Kusura bakma” diye mesaj attı. Bizim röportajımız, ikimizin de elinde olmayan ve şaşırmaktan bir an olsun vazgeçmediğimiz sebeple iki hafta ileri attı ama inceliğin mumla arandığı şu günlerde, “Kusura bakma” mesajı ile başlayan ve her yazışmada, her konuşmada bir kez daha inceliğine hayran kaldığım birini tanıştırdı bana. Söz Ekim’de 🙂

Hâlâ orada bir yerlerde yolu seninle kesişmeyenler kaldıysa diye sormak isterim, Şokopop’un doğuş hikâyesi nedir? Bir röportajında çocukken ünlü olmayı istemene dair bir şey okumuştum. Bu isteğinin bu işe girişindeki rolü ne?

Çocukken popüler kültüre çok takıntılıydım. Bunun da birkaç sebebi olduğunu düşünüyorum; hem terapide ortaya çıkan hem de benim kendi iç gözlemimle bulduğum… Ailem sol gelenekten geliyor ve 12 Eylül mağdurları bir yandan da. Sadece çekirdek ailem değil, geniş ailem de bu şekilde. Ama geleneklerinden de kopmamış insanlardı. Ben çocukken İnsan Hakları Derneği gecelerinde sandalyede uyurdum. Aslında 90’ların o karanlık atmosferinde televizyon benim için bir şeylerden kaçış ya da bir şeylerden kurtuluş aracı gibiydi.

Benim nostaljim, asla nostaljinin romantizm tuzağına düşmeyen bir nostalji.

Çok haklısın o zamanlar tam “Kafayı boşaltma” aracıydı…

Çok farkına varmadan yöneldim buna gerçi. Çocukluğumuz, tam pop patlamasının olduğu, özel televizyonların çok coşkun olduğu bir devirdi. Ailem de bir yandan bunları sınırlandırmaya ve hatta neredeyse yasaklamaya doğru gitmişti. Bu da bende ekstra bir ilgi oluşturdu. Aslında beni her zaman ilgi alanlarım konusunda serbest bıraktılar. Özellikle de sanata dair her türlü denememde çok özgür tutmalarına rağmen boyalı basın ve temsil ettiği değerlerden tiksinen ebeveynlerin çocuğuyum. Bu da bende iyice oraya doğru bir eğilim yarattı. Bir de onların gençlik ve çocukluklarının geçtiği Türkiye ile benimki arasında epey bir fark olduğunu daha o yaştan anlayabildim. 11-12 yaşlarından TV’de tesadüf eseri gördüğüm arşiv yayınları, mesela Süper Kanal vardı. Sene 2000 ama 93 yılında çektikleri programları yayınlıyorlar. Ünlülerin eski hâlini görüyorum, bir yandan modada da çok büyük bir değişim söz konusu. 93’ün çok daha 80’lere yakın bir tadı varken, benim kendimi hatırladığım 98-99’un çok daha başka bir modası var. Daha sade, daha başka renkler kullanılıyor. O farkı görmek beni epey şaşırtmaya başlamıştı. Sonrasında ailem ile birlikte yaptığım sahaf gezilerinde Ses ve Hey dergilerinin ciltlerini toplamaya başladım. Yine o dönemde ki ortaokul yıllarıma rastlar, plak topluyordum. Çoğu plak olan albümlere kaset ya da CD olarak ulaşmak imkânsız gibiydi. Online olarak da zordu. Bir tek “birzamanlar.net” diye bir site vardı. Orada çok sıkıştırılmış kalitede MP3’leri dinleyebiliyorduk. Benim büyüdüğüm ortamda pop müzik Yonca Evcimik ve Hakan Peker’le başlamış gibi bir algı vardı ama aslında işin gerçeğinin öyle olmadığını keşfettim. Hafta sonları Radikal’in ekinde hep Naim Dilmener’in köşesini okurdum. Böyle böyle geçmişe ilgi duymaya başladım. Burada hemen ek bir bilgi vereyim: Yükselenim Yengeç ve Yengeç burçlarının eskiye ilgisi olurmuş. Ama benim nostaljim, asla nostaljinin romantizm tuzağına düşmedi, düşmüyor. Bugün çok romantize edilen 90’ların ne kadar karanlık bir dönem olduğunu biliyordum. Ailemden ötürü 80’li yıllarda Türkiye’de ne gibi bir baskı ve kolektif bir depresyon olduğunu da biliyordum. O yüzden bir yerden sonra hikâyeyi anlatmaya başladığımda da bu dilime yansıdı.

Daha özgür bir Türkiye’de bugüne dair bir şeyleri üretebilmeyi ben de arzu ederim.

Özellikle 90’lar ve 2000’ler Türk magaziniyle ilgileniyorsun. Ama yüzeysel ya da dedikodu merkezli içerikler yapmıyorsun. Sence bu dönem neden hâlâ bu kadar cazip? Birçok alanda kopamadık 90’lardan 🙂 Hiç bu nostaljiden çıkıp güncel magazini ele almayı düşündün mü? Yoksa geçmiş daha mı güvenli geliyor?

Kesinlikle geçmiş daha güvenli bir alan. Bunun yanında, bazı serilerin sonunda bugün ne olduğuna da gelmek zorunda kalıyorum. Onlarda da mümkün mertebe kendimi ve ekip arkadaşlarımı korumaya çabalıyorum. Siyaset, magazinin de ortasında yer alan bir konu. O yüzden siyasetten ayrı magazini düşünmek ve yorumlamak aslında imkansız. Bir şekilde konunun içine dahil oluyor. Tabii ki daha özgür bir Türkiye’de bugüne dair bir şeyleri üretebilmeyi ben de arzu ederim.

Şokopop magazindeki bu yüzeysel algıyı nasıl kırıyor, neyi farklı yapıyor?

Ben üniversiteyi University of the Arts London’ın sineme ve medya alanındaki fakültesi London College of Communication’da okudum. Orada bir hocam vardı ve benim gibi lubunyaydı. Annemlerin yaşlarında biriydi. Popüler sinema, popüler kültür ve hatta pembe dizilere de bayılırdı. Aynı zamanda haftada iki gün dersi olması sebebiyle en sık gördüğüm hocalardan biriydi. Daha ilk dersten bir gönül bağı kurdum. Belki ileride pop kültür belgeselleri yaparım diye düşünerek oraya girmiştim. İlk dersimizde bizden istediği makale, sinefil anımızın ne olduğu hakkındaydı. Bunu, yüksek sinema algısı koşullarından ayrı düşünün demiş ve eklemişti: “Benimki Carrie filminde Carrie’nin başından aşağı kan dolu kovanın dökülmesi. Çünkü ben lisede çok zorbalandım ve yaşadığım deneyim ile arasında bir bağ kurdum.” Ben de bunun üzerine kendi sinefil anım olarak “Bu İkiliye Dikkat” filmini seçtim. Orada Banu Alkan ve Serpil Çakmaklı’nın tek bir araya geldiği sahnedeki, sınıf ayrımı üzerinden yaşanan çatışmaya dair yazdım. Sonra bunun üzerine benimle konuştu ve Richard Dyer’ın “Stars” kitabını kütüphaneden alıp okumamı söyledi. O kitap benim Şokopop’u yapmamda çok önemli bir yapı taşı oldu. Dyer kitapta, magazinin egemen sınıfın azınlıklara ve ötekilere nasıl baktığını anlamak için çok doğru bir araç olduğunu anlatıyor. Bir yandan da popüler kültür dediğimiz dünya içerisinde her ismin, medya ve dolayısıyla da serbest piyasa ekonomisi tarafından ürün ve fikir satmanın bir aracı olarak nasıl konumlandırıldığını ve bizim onlara atadığımız tanımlamaları anlatıyor. Kimisine cesur, kimisine mazbut, kimisine müdanasız diyoruz. Aslında hepsi birer ürün ve hepsinin temsil ettiği çeşitli özellikler var. Ve bunun içerisinde de o güne dair bulundukları konum bize bir şey anlatıyor. Bunu anladığım zaman benim de magazine yaklaşımım değişti. İlk yaptığım videolarımdan; yani Gülben Ergen, Seren Serengil Kan Davası’ndan itibaren bunu gözettim. Orada bile 28 Şubat geçiyor. Çünkü 28 Şubat’la beraber TGRT dindar kanal olmaktan çıkıp sekülerden daha seküler bir hâl alıyor. Ne kadar ünlü varsa hepsini servet sahibi yapıyorlar. O güne dek yüzüne bakılmayan kanal, Gülben Ergen’in bugün olduğu star olmasının yolunu açıyor.

Maskeyle başlamak stratejik bir giriş miydi yoksa başka bir sebebi mi vardı?

Aslında kendimi korumak için. Hem göz önünde olmaktan korkmak hem de “Ben ileride bu sektörde nasıl iş bulacağım?” sorusundan… Ben zaten kurgu yapıyorum, ben zaten editörlük yapıyorum ama olur da bu iş birilerinin canını sıkarsa… Türkiye’nin ne olduğunu biliyoruz yani. Bir de topuklarına sıkılması gibi durumlar var.

Peki maskeden vazgeçme ve bu korkulardan sıyrılma konusundaki kırılma noktan neydi?

Ben bu işten para kazanabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. 2010-2016 arası Londra’daydım. 2016’da Anadolu Kültür’ün yeni film fonunu kazandım ve Serbülent Sultan’ın, yani Bülent Ersoy’un 70’lerdeki rakibinin belgeselini çekmek üzere Türkiye’ye döndüm. Tabii bir yandan geçinmem de lazım; o yüzden LinkedIn’den NetD’ye başvurup kurgucu oldum. Oraya Şokopop’u teklif etmiştim, kabul etmediler. Daha sonra oradan ayrılıp Şokopop’u kurdum. 140 jurnos, “Gel sana bir maaş ödeyelim, karşılığında reklam gelirlerini alalım.” gibi bir teklifle geldi ve bunu böyle bağımsız olarak sürdürdüm. Bu cidden hayal bile edemeyeceğim bir senaryoydu. 140 jurnos ile beraber çekirdek çevrem dışındaki insanlar da kimliğimi öğrenmeye başladı. Anonimliği koruyamaz hâle geldim. Henüz maskemi açmamışken tokat videosunu yayımlayacağımı duyurduğum için Hande Ataizi ismimle başlayarak bir mesaj attı. Whatsapp gruplarında fotoğrafım dönmeye başladı ve o dönemde de bir TED Talk’um oldu. Onu da maskeli ve sesimin değişmiş olması şartıyla kabul etmiştim. Fakat provada, maske ışıklarının altında beni müthiş derece terletti. Doğal sesimle konuşup kulaklıktan pitch shifter’la inceltilmiş sesimi duyma deneyimi provada delirtici bir hâl aldı. O gün molada sigara içmeye çıktım ve dedim ki “Ben bugün açıyorum!”

İzlemeye gelenler şaşırdı mı?

Şaşırdılar. Hatta o gün annem, babam, ablam ve ekip arkadaşlarım oradaydı. Bilmiyorlardı bunu.

Annenler bütün sürece hâkim miydi?

Aslında ben Şokopop’a başladığımda ilk üç ay sakladım onlardan; sadece ablam biliyordu. Ondan öncesinde de -2016-2018 arasında- İstanbul Onur Haftası Gönüllüsü’ydüm, oradan arkadaşlarım biliyordu. İlk üç videoyu yükledikten sonra bir Petek Dinçöz videosu yapmıştım. Bunun üzerine Can Tanrıyar ve Uçankuş Medya benimle uğraştılar ve kanaldaki tüm videoları kaldırttılar. Böyle bir gündem oldu. İşte tam o dönem, “Ben böyle bir iş yapıyorum” diye anneme ve babama açıkladım . Aslında onlara karşı ikinci coming out’um olmuş oldu.

Güzel bir yere geldi konu, kendini açıkladığında ne tepki verdiler?

İlki çok zor bir süreçti. Daha genç kuşaklarda o konu biraz daha şefkatli ve rahat bir yerden geçiyordur. Bizde de elbette sevgiden geçen bir yol vardı ama bir yandan da 20 yaşıma kadar aramızda bilinen bir sırdı resmen; üzerine konuşulmuyordu. Böyle şeyler de psikolojik olarak çok hasar bırakabiliyor. Sol gelenekten gelen insanların da homofobi ve transfobisi çok yüksek olabiliyor. Benim ailem özellikle homofobik değildi ama sol gelenek de aslında eril kültürü kutsayan bir yerde durur. Feminizmin ortaya çıkışı da 68 hareketi sonrası bir eleştiri olarak filizleniyor ya… O yüzden ilk açılım süreci, benim için de epey zorlu bir yol oldu.

Peki bölümlerinde araştırma süreci nasıl işliyor? Arşivlere ulaşmak, eski haberleri taramak zor oluyor mu? Oldukça meşakkatli olsa gerek. Çünkü artık her şey internette ama geçmiş o kadar yok… 2010 öncesi ekstra zor mu mesela?

2000 yılıyla 2012 yılı arasındaki görüntülere ulaşmak da zor. En azından kaliteli görüntü zor. Dijital dünyada bir Milliyet Gazetesi’nin bir de Cumhuriyet Gazetesi’nin epey geriye giden arşivleri söz konusu. Cumhuriyet’inki ücretli ama Milliyet’inkine ücretsiz olarak ulaşabiliyorsunuz. 1950 ile 2007 arasındaki her şeyi kupür olarak görüntüleyebiliyorsunuz. Ben İstanbul Onur Haftası’nda gönüllüyken ve Serbülent Sultan projesini hazırlarken arşivci yazar Serdar Soydan’la tanışmıştım. Özellikle lubunya külliyatı konusunda müthiş bir isim. Türkiye’de en geniş arşive sahip kişi. O dönem bana, İstanbul’da Atatürk Kitaplığı ve Beyazıt Kütüphanesi’nde süreli yayın dediğimiz gazete ve dergilerin neredeyse tüm arşivine ulaşmak mümkün demişti. Tek yapmanız gereken herhangi bir vatandaş olarak oraya gitmek ve ben araştırma için geldim demek. Belli tarihte yakaladığım bir olayı oraya gidip tüm arşivden tarayabiliyorum.

İnanılmaz bir emek harcıyorsun. Her bir videon için ne kadar zaman harcıyorsun?

Ekip projesi hâline geldiğinden beri her yerinden detaylıca araştırıyoruz. Öyle olunca bir videoyu yaratma süreci neredeyse iki aya çıktı.

Tek başınayken?

Bu süreç daha da uzundu (gülüyor). O yüzden ilk kez, yedi sene sonra “Ekim’e Kadar” diye bir projeye maskesiz olarak başladım. Orada mevcut araştırma ile yetinerek daha özensiz bir şey yapıyorum. Şokopop formatından asla vazgeçmiş değilim. Ama Şokopop, finansal olarak da büyük emek, en az dört kişi çalışıyoruz. O yüzden şartları oluşturdukça yapabiliyoruz.

“Ekim’e Kadar”dan da bahsedelim, yeni bir heyecan…

Bu ismi iki sene önce düşünmüştüm ama bende bir şeyi planlamak ve hayata geçirmek arasında epey zaman geçebiliyor. Şokopop da öyle olmuştu. Geçtiğimiz ay Neşe Karaböcek’in kitap çıkarmasıyla ben de “Tamam artık, yapıyorum” dedim ve başladım. Geri bildirimlerden de memnunum. İlk defa her bir dakikasına görüntü yerleştirmek yerine daha subjektif bir yerden yaklaşabildiğim bir iş yapıyorum. Bana da çok iyi geldi.

Berlin’de Cem Kaya ile “Pop Pein Paragraphen”ı sahnelediniz, ondan da bahsedelim. TR sınırlarından taştın diyebiliriz 🙂

Cem’in işlerini “Remake Remix Rip-Off”tan beri takip ediyorum. 2013’te üniversite öğrencisiyken izlemiş ve hayran olmuştum. 2022’de önce Berlinale’de “Aşk, Mark ve Ölüm”ü izledim, ardından İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde de tanıştık nihayet. Meğer o da Şokopop’u seviyormuş ve bir anda arkadaş olduk. Zaten birbirimizin X ve Y kuşağındaki karşılıkları gibiyiz. Arşiv konusundaki takıntımız ve işe olan özenimiz birbiriyle epey benzeşiyor. O her bir belgeselini beş-yedi sene arasında ürettiği için benim üretimime göre farklı. Onun sinema dünyasında yaptığını ben de YouTube için yapıyorum.

Eh tabii seninki de bu dünya için seyrek bir üretim…

Kesinlikle… Cem Kaya’nın şu an hâlâ hazırlamakta olduğu bir belgesel projesi var. Bu belgeselde, 80’li yıllarda Türkiye’den Almanya’ya göçmüş bir politik mültecinin hikâyesi üzerinden hem iki ülkenin ilişkisini hem de Alman-Türk ittifakının toksik yapısını anlatacak. Hazırlık sürecinde Berlin’deki Gorki Tiyatrosu, “Bunu sahneye video performans biçiminde uyarlamak ister misin?” diyor. Biz de tam o dönemde İstanbul Modern’de arşivcilik üzerine bir lecture yapmıştık. Sahnedeki uyumumuz çok güzeldi. Bana dedi ki, “Bu hikâyede bir de Türkiye’yi anlatmamız gerekiyor, bunu Şokopop kısmı olarak yapalım mı?” Ve geçtiğimiz sene ben sekiz ay, yoğunluklu sanatçı misafirliği programı kapsamında orada kaldım. Performanslarımız devam ediyor. Bir dahaki ekim ayında olacak.

Peki oradaki izleyicilerin Türk-Alman dengesi nasıl?

Türk-Alman karışık, hatta ikisi olmayanlar da var. Cem Almanca anlatıyor, ben Türkçe anlatıyorum. Bende hem İngilizce-Almanca altyazı oluyor, Cem de sadece İngilizce altyazı oluyor. Benim chapter’ımın İngilizce değil de Türkçe olarak yapılmasına müsaade etmeleri de anlamlıydı. Çünkü biz Türkler her seferinde alt ya da üst yazı okumak zorunda kalıyoruz. Biraz da onlar okusunlar, “Size bol şans” diyorum. (gülüyor)

Sadece YouTube değil burada da Quiz Night’lar yapıyorsun. Hatta bir tanesi 10 Temmuz’da. Fikir nereden çıktı?

Birkaç alandan filizlendi. Öncelikle 2021 yılında Şokopop Quiz adında bir kutu oyunu çıkardım. Ardından 2023 yılında, Hande’nin (Sönmez) fikriyle bunu sahneye uyarladık. Onun üzerine bugüne dek İstanbul, Ankara ve İzmir çok sık olmakla beraber; Antalya, Dubai ve Londra’da da yaptım. Bazen videolar için ön izleme partisi yapıyoruz. Onlardan yine olacak. Huysuz’un final bölümü partisini yapmayı planlıyorum. Bana bu performans alanını açan isim ise Salt’ın küratörlerinden Amira Akbıyıkoğlu oldu. Çünkü o “Sahnede 90’lar” diye müthiş bir sergi bir araya getirdi, hatta yılın sergisi seçilmişti. Orada da benden bir lecture performans istemişti. 90’larda dansın televizyon üzerinden nasıl demokratik bir biçimde yayıldığı ve üzerine dans yarışmalarının yapıldığına dair. Ben o gün sahnede olmanın bana haz verdiğini, seyircide de güzel bir karşılık bulduğunu fark edince yapayım dedim.

Ben balık hafızalı bir toplumda, fil hafızalı bir çocuk oldum.

Biz bildiğini/yaşadığını o kadar çabuk unutan bir toplumuz ki o yüzden yaptığın şey çok kıymetli bence. Mesela 140 jurnos’un belediyelere dair son bölümünü izlerken sürekli “Evet, bu da vardı” dedim. Bilmediğim bir şey anlatmıyor ama hafızamı ayakta tutuyor, bana hatırlatıyor.

Tam olarak bu sebep belki de beni bu işe iten şey oldu. Çünkü benim çocukken plaklarda bulduğum Ajda Pekkan’la 2000’lerde gördüğüm Ajda Pekkan’ın hiçbir alakası yoktu. Yine o dönemlerde plaklarda bulduğum müzikle bizim 2000’lerde dinlediğimiz arasında dağlar kadar fark vardı. Oysa uydudan VH1’ı izleyebiliyorduk ve onlar kendi tarihlerini gündelik dozlarda yine veriyorlardı.

Haklısın, bir sürü yaşımızdan büyük yabancı şarkıyı ezbere bilmemizin sebebi de bu. Bize aşıladılar ama bizde bu hikâye sıfır…

Kesinlikle sıfır. Biz yeni yeni değerli görmeye başladık. O yüzden dediğine son derece katılıyorum. Hatta TED Talk’ta, kendini kodlayan insanlardan hoşlanmasam da şunu söylemiştim: “Ben balık hafızalı bir toplumda, fil hafızalı bir çocuk oldum.” Benim içinde yetiştiğim ortamdan dolayı da oraya takıldım. Biz nasıl oluyor da geçmiş hiç yokmuş gibi varsayıp hayatımıza devam ediyoruz?

Son olarak yakında neler var diyeyim…

Huysuz serisinin son bölümünü hazırlıyoruz, bir de BBG’nin son bölümü olacak. Onları da eylül ayından başlayarak yayınlayacağım.

Şahane, teşekkür ederim!

Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans