Prodüksiyonu sadece teknik bir alan değil, duyguların biçim değiştirdiği bir uzay olarak gören Emin Erdem İnanç (bilinen adıyla EEİ), duyguyu frekanslara dönüştürmenin, aslında o anki varoluş hâlini sese çevirmek demek olduğunu düşünüyor. Lil Zey, Mabel Matiz, Ezhel ve Strick gibi isimlerle ürettiği işlerle Türkiye müzik sahnesine yeni bir ses estetiği kazandıran EEI, türlerin ötesinde bir dünyada çalışıyor. Onun için ses, bazen bir isyanın yankısı, bazen bir kabullenişin sessizliği. Aralıkların duygusunu, hatanın karakterini ve sessizliğin gücünü keşfeden EEI, müzikte teknik kadar sezginin de alanı olduğuna inanıyor. O zaman gelin EEI’nin frekanslarla dolu dünyasına bir göz atalım!
dergy.com‘a hoş geldin EEI! İlk olarak biraz seni yakından tanımak istiyorum. Emin Erdem İnanç, kimdir ve neler yapar biraz anlatmak ister misin?
Ben Emin Erdem İnanç, sahne adımla EEI. Prodüktör, besteci ve ses dünyasıyla uğraşan biriyim diyebilirim. Klasik anlamda “beatmaker” tanımının biraz dışındayım çünkü benim için ses sadece teknik bir unsur değil, duygusal bir madde gibi. Müziğe bağlama ile başladım ve daha sonrasında gitarla devam etti. Zamanla o tek enstrümandan kopup daha geniş bir evrene geçtim. Bugün, hip-hop’tan alternatif pop’a, deneysel seslerden kültürel dokulara uzanan bir üretim alanım var. Türkiye’de ve yurt dışında farklı sanatçılarla çalışıyorum. Lil Zey, Mabel Matiz, Ezhel, Strick gibi isimlerle yaptığımız projeler beni hem teknik hem duygusal olarak geliştirdi. Özetle, ben kendimi “duyguyu frekanslara çeviren” biri olarak tanımlıyorum.
Müzikle ilk temasının gitarla olduğunu duydum. Gitarın sana “aralık” fikrini öğrettiğini söylüyorsun. O erken dönemde seni müziğe bağlayan şey neydi? Sesler mi, duygular mı yoksa daha teorik yapılar mı?
Gitarla tanıştığım dönem, aslında müziğin soyut bir şey olmadığını fark ettiğim dönemdi. İlk başta kulağıma hoş gelen seslerin peşindeydim ama zamanla iki nota arasındaki mesafenin, yani o “aralığın”, aslında bir his taşıdığını fark ettim. Beni müziğe ve besteciliğe bağlayan şey duygu oldu ama o duygunun nasıl bir yapıya dönüştüğünü anlamaya çalışmak, beni prodüksiyona yöneltti. Sesleri sadece dinlemiyor, aralarındaki boşlukları da duymaya başlıyorsun bir süre sonra. İşte orada, duyguyla teorinin kesiştiği noktada müzik başlıyor benim için. Teorik yapılar her zaman merak konusu olmuştur. Ben şanslıydım çünkü müziğin dilini değerli hocam Bahadır Peker’den öğrendim. Zaten 2016’da aralık fikriyle ilk tanıştığım günden beri hayatımdaki katkıları inanılmaz boyutlarda oldu.
Rock ve metal ile olan geçmişteki temasın bugün hâlâ müziğinde hissediliyor bence. O dönemden bugüne ulaşan enerjiyi tam olarak nasıl anlatırsın?
Rock ve metal benim için sadece tür değildi, bir enerji diliydi. O dönem müziğe saf bir öfke, tutku ve dürüstlükle yaklaşmayı öğrendim. Şimdi daha elektronik, daha dijital bir dünyadayım ama o enerjinin özünü hâlâ taşıyorum. Bugün bir beat yaparken bile distortion hissi ya da o “sıkışmışlık” duygusu bir şekilde besteye sızıyor. Metal bana katmanlı düşünmeyi öğretti; bir yanda agresif bir riff, öte yanda melodik bir kırılma… Şimdi o yapıyı synth’lerde, vokal efektlerinde ya da sessizlikte bile arıyorum. Çevrim akorlar ve metal müziğin kasvetli duygusal yapılarının hissiyatını hâlâ sonuna kadar hissediyorum ve dinliyorum. O dönemden gelen şey belki de bu: “Sesin öfkesini” duyguyla dengeleyebilmek. Özellikle Lil Zey ft. Strick-“ÇEK” parçasında kullandığım slide tekniği bunun en güzel örneklerinden biri oldu. Stüdyodaki bir viski bardağını gitar klavyesi üzerinde kaydırarak solo kaydetme fikri, soundu synth gibi duyurdu. Aynı zamanda perdeler arasında geçiş olduğu için sayılı notalar yerine birçok notanın üzerinde sörf yapmak gibi bir his yarattı ve global anlamda fark yaratan bir samplemaking örneğine imza atmış olduk.
Müzik eğitiminden çok, dinleme deneyiminin sana yön verdiğini söylüyorsun. Hangi albümün ya da sanatçının sende “Ben de üretmeliyim” duygusunu tetiklediğini hatırlıyor musun?
Kesinlikle 50 Cent’in “The Massacre” albümüyle başladı diyebilirim. O albümdeki “Candy Shop” gibi parçalar bana groove’un gücünü öğretti. Adana gibi sıcak bir şehirde doğdum ve ilk defa devasa subwoofer kavramıyla orada tanıştığımda her gün son ses 808 ve bass soundları dinliyordum. Davulların taşıdığı o özgüven, minimal ama karizmatik sound, bir parçanın duygusunu sadece ritimle nasıl anlatabileceğini gösterdi. Ama işin ilginç yanı, biraz sonrasında Metallica ile tanıştım; sanırım 2008 civarıydı. O dönem beni çok etkiledi çünkü orada hem güçlü davulları sevdim hem de akılda kalıcı melodilerin hayranı olduğumu fark ettim. Bugün beste üretimlerimde bu iki uç hâlâ var aslında: bir yanda groove’un özgüveni, diğer yanda melodinin kalıcılığı. Sanırım kendi müziğim, o iki dünyanın kesiştiği yerde şekilleniyor. Kendi prodüksiyon kariyerim boyunca da kendimi belli bir stilde sınırlamak yerine özgür olmayı tercih ettim.
“Bir parçaya türle değil, duyguyla başlıyorum” diyorsun. Duygulardan prodüksiyona geçiş sürecin nasıl işliyor? Bir de tabii ki merak edenler olacaktır; bir duyguyu frekanslara dönüştürmek ne demek pratikte? Bu aşamada sezgilerin mi baskın, teori mi?
Benim için her şey bir hisle başlıyor. Bazen bir kelime, bazen bir görüntü, bazen de sessizlik o hissi tetikliyor. O hissi bir renkle, bir sıcaklıkla hayal ediyorum ve sonra frekans aralığını o duygunun tonuna göre kuruyorum. Bu yüzden “Aralıklar ve Anlamları” adını verdiğim bir kişisel çalışmam var. Her sene olmasa da uzun zaman aralıklarında yeniden yaparım. Müzikal aralıkların bende uyandırdığı hisleri not ederim. Bu benim için oldukça felsefi bir şey çünkü yaşantımızdan, deneyimlerimizden ve ruh hâlimizden inanılmaz etkileniyor. Üç yıl önce bana mutlu hissettiren bir aralık, şu an bana havada kalmış bir boşluk hissi verebiliyor. Bu değişkenlik bana şunu hatırlatıyor: Müzik sabit değil, biz de değiliz. O yüzden bir duyguyu frekanslara dönüştürmek, aslında o anki varoluş hâlini sese çevirmek demek. Teori her zaman bir yerde duruyor ama sezgi daha baskın. Çünkü bir hissi her zaman teknikle değil, bazen de zamanla çözüyorsun.
Prodüksiyon ve beste yapımı dediğimiz olgular, hataları da doğruları da içinde bulunduran bir süreç neticede. Bu doğrultuda “Hata karakterdir” diyorsun, bu cümleyi biraz açar mısın? Prodüksiyonda hata ile bilinçli risk arasındaki çizgi nerede seyreder sence?
Benim için “hata” çoğu zaman bir karakter göstergesi. Çünkü müzikteki kusurlar, o anın gerçeğini taşır. Bazen teknik olarak yanlış sayılabilecek bir şey, duygusal olarak eserin en doğru kısmı olabilir. Mesela Lil Zey’in “1 Gr Eksik” parçasındaki gitar miximi bir görseniz… Kaydı orijinal 1957 jazz kasa Fender ile yaptık ve hâliyle manyetikler oldukça eskiydi. Ses çıkış seviyesi çok düşüktü. Bir yandan o eski hissi korumamız gerekiyordu, diğer yandan da parçanın günümüz master seviyelerinde ayakta kalması lazımdı. Sonuçta kusurlu da olsa birçok kısmı doğal haliyle bıraktık ve eserde inanılmaz bir özgünlük oluştu. Ben bile o tonu bir daha yakalayamadım ve belki de hiçbir zaman yakalayamayacağım. Bu da John Cage’in “müziğin tekrarlanamaz bir olgu olduğu” görüşünü destekliyor bence. Çünkü bazen bir hata, başka hiçbir şekilde üretemeyeceğin bir duyguyu yaratıyor. Ayrıca bestesinde kullandığım ritmik figürasyonlar ve aralıklar kendi içinde tutarlı ama analiz ettiğimizde tonda olmayan notaların var olduğunu görüyoruz. Aslında beste yapımında tercih ettiğim akorların sesleri arasında da bir düzen var. Sadece iki nota değil 2 akorun arasındaki mesafeler de önemli. O yüzden özellikle gitar gibi enstrümanlardaki akorların tınılarını çok farklı duyurabiliyorum. Her imzanızı birebir aynı atamazsınız, mutlaka doğru ve yanlış yerleri olur ama o yine de sizin imzanızdır.
İçinde bulunduğun işlerde “negatif alanı” yani sessizliği aktif bir unsur olarak kullanıyorsun. Sessizliğin duygusal anlamı ne senin için?
Sessizlik benim için bir boşluk değil, tam tersine anlamın nefes aldığı yer. Bir parçadaki sessizlik, dinleyiciyle en dürüst iletişimin kurulduğu anlardan biri bence. Çünkü o anlarda ses yoktur ama his devam eder. Müziğin sadece notalarla değil, aralarındaki boşluklarla da şekillendiğine inanıyorum. O boşluk, dinleyicinin kendi duygusunu yerleştirebildiği bir alan yaratıyor, tıpkı resimdeki negatif alan gibi. Benim için sessizlik bazen bir veda, bazen bir hazırlık, bazen de bir kabulleniş hissi. O yüzden bir parçayı bitirirken “Burada sessizlik olmalı mı?” diye sorarım kendime. Çünkü bazen bir cümleyi söylememek, onu en yüksek sesle söylemek kadar etkili olabiliyor. M Lisa ile çalışırken bu tekniği çokça kullanmaya çalıştım ve kendisine bu bağlamda etki ettiğimi düşünüyorum. Sessizliğin duygusal anlamını çalıştığım sanatçılarla çokça kez konuşmuşumdur ve bu unsurlara dikkat ettiklerinde müzikal bakış açılarındaki değişimi gördüklerinde kendileri bile şaşırmıştır.
“Free production” ilkesini benimsediğinden bahsediyorsun kendini tanımlarken. Bu özgürlük bazen kararsızlığa yol açıyor mu? Yani aslında fazla özgürlük de insanı çok dolambaçlı yollara sokabiliyor takdir edersin ki.
Kesinlikle, “free production” özgürleştirici olduğu kadar yorucu da. Çünkü sınır çizmediğinde, her yol sana açık hâle geliyor ve bu da bazen fazlasıyla geniş bir alan yaratıyor. Ama ben bu karmaşayı seviyorum. Bence üretim dediğimiz şey, zaten biraz da o belirsizliğin içinde yön bulmak. Özgürlük benim için sınırsızlık değil, sınırsız deneme hakkı. Bir şeyin “yanlış” olduğunu anlamak da üretimin bir parçası. Bazen günlerce bir beste üzerinde çalışıyorum ve sonunda siliyorum ama o sürecin kendisi bile başka bir parçanın temeli olabiliyor. Yani “free production” benim için sadece bir tarz değil, bir yaşam biçimi gibi. Risk almayı, yanılmayı ve yeniden kurmayı öğretiyor.
Sen de biliyorsun, autotune son yıllarda en çok tartışılan konulardan birisi. Ancak bu yıllardır vardı, sadece son yıllarda rap müzikte sık kullanılmasından dolayı bu kadar tepki toplamaya başladı. Ancak sen autotune’u bir düzeltme değil, bir “enstrüman” olarak tanımlıyorsun. Bu yaklaşım nasıl doğdu?
Autotune’u hiçbir zaman bir düzeltme aracı olarak görmedim. Benim için bu, tıpkı bir gitar pedalı ya da synth filtresi gibi duyguyu biçimlendiren bir enstrüman. İlk defa autotune kullandığım sanatçı Lil Zey’di. O dönemde inanılmaz doğal bir mix chain’imiz vardı. Autotune ayarlanabilir bir efekt olduğundan ne kadar robotik ya da ne kadar insani duyulacağını tamamen sizin kararınız belirliyor. Özellikle Lil Zey gibi vokalini inanılmaz ustalıkla kullanan birisiyle çalışınca sonrasında birçok sanatçının bu efekti bu kadar iyi yönetemediğini fark ettim. Bu bana şunu öğretti: Autotune’u kullanmayı bilmiyorsan, o seni “perfect” hâle getiremez. Yani sonuç olarak bu efekti doğru ve efektif biçimde kullanmak için gerçekten bir olgunluk, deneyim ve kulağa güvenmek gerekiyor. Bence autotune’un gücü de tam burada doğru kullanıldığında duyguyu daha saf hâle getirebiliyor.
Vokalden söz açılmışken şunu da sormak isterim: Vokal işlerinde sanatçılara nasıl rehberlik ediyorsun? Örneğin bir sanatçının “öz sesini” bulması için ne yaparsın?
Bir sanatçının “öz sesi”ni bulması aslında bir kayıt süreci değil, bir farkındalık süreci. Ben genelde ilk etapta teknik detaylardan uzak dururum. Önce kişiyi tanımaya, nasıl nefes aldığını, nasıl düşündüğünü, neye tepki verdiğini anlamaya çalışırım. Çünkü ses sadece gırtlaktan çıkan bir şey değil; karakterin, geçmişin, özgüvenin yansıması. Stüdyoda sanatçının kendini güvende hissetmesi çok önemli. Bazen kayıt alırken ışıkları kapatırım, bazen de ona kendi yazdığı sözleri okuturum. Çünkü o duygusal açıklık, gerçek sesi ortaya çıkarıyor. Teknik olarak mükemmel bir take her zaman en iyi take değildir. Ben genelde “doğru ses”i değil, “gerçek his”i ararım. O bulunduğunda zaten ses doğal hâliyle parlar.
Biraz da iş birliği yaptığın projelere eğilmek istiyorum. Mesela Mabel Matiz ile ortak işiniz. Mabel Matiz’le çalışırken “Önce his, sonra form” dediğini görüyoruz. Mabel’le olan bu yaklaşımın nasıl bir kimya yarattı?
Mabel’le çalışmak benim için hem sanatsal hem insani olarak çok özel bir deneyimdi. O, müziği sadece bir ifade aracı olarak değil, bir duygu mimarisi olarak kuruyor. Biz stüdyoda çalışırken hiçbir zaman “şarkı formu” ya da “tür” üzerinden konuşmadık. Her şey “hissi bulmak” üzerineydi.Örneğin “Fatih” albümündeki süreçte, bazen bir synth sesi için saatlerce konuşurduk çünkü o sesin şarkının kalbindeki duyguyu taşıması gerekiyordu. Bu yaklaşım bize inanılmaz bir özgürlük alanı sağladı. Benim teknik olarak kontrol etmeye çalıştığım yerlerde o hissetmeye yönelirdi, o yüzden birbirimizi müthiş dengeledik. Sonuçta ortaya hem zamansız hem de duygusal olarak çok katmanlı işler çıktı. Mabel’le çalışırken “önce his, sonra form” demem tam da bu yüzden his doğruysa form kendiliğinden gelir.
Lil Zey ft. Ezhel’le yaptığın Çevir Tavukları projesinde de kültürel bir köprü kuruyorsun. O köprü senin için ne kadar kişisel bir meseleydi?
Çevir Tavukları aslında benim için sadece müzikal değil, kültürel bir yüzleşme gibiydi. Çünkü o sample, Türkiye’nin duygusal kodlarından biri; bir yakarış, bir teslimiyet, bir iç ses. Ben onu hip-hop’ın enerjisiyle birleştirirken doğduğum kültürle büyüdüğüm müzikal dünyanın arasında bir köprü kurmak istedim. Bu köprü benim için çok kişisel çünkü ben hep iki uçta yaşadım: Bir yanda Batı’nın prodüksiyon estetiği, öte yanda Doğu’nun duygusal yoğunluğu. Ezhel’le bu parçada buluştuğumuz nokta da tam olarak buydu. O da bu iki dünyanın ruhuna çok hâkim bir sanatçı. O yüzden bu proje benim için bir şarkıdan çok, geçmişimle bugünün el sıkışması gibi oldu. Kültürel anlamda da “Nereden geldiğimizi unutmadan yeni bir ses yaratabiliriz” fikrinin bir yansımasıydı. Sonuç olarak ekibimle bu eseri sample almayı seçtik, üzerine de kendi vokal kayıtlarım ve gitarım ile bestelerimi eklediğimde her şey hazır gibiydi. Muerte Beatz ile şarkıyı drill formatına soktuk. Lil Zey ilk demo kaydına girdiği anda muhteşem bir iş çıkacağını çoktan anlamıştık. Mod olarak da Phrygian dizisinde ilerleyen bir parça olduğu için özel bir autotune ayarı yapmamız gerekti.
İş birliği yaptığın sanatçılarda ne ararsın? Teknik bir anlayış mı, duygusal açıklık mı?
Benim için teknik her zaman ikinci planda. Bir sanatçıyla çalışırken ilk aradığım şey, duygusal açıklık ve dürüstlük. Çünkü teknik, prova ile gelişir ama his, samimiyetle gelir. Stüdyoda en iyi sonuç, iki insanın birbirine gerçekten güvenmesiyle çıkar. Bazen ilk take’te çıkan bir kırılma, hiçbir miks ya da mastering’le yakalanamaz. O yüzden ben sanatçının ne kadar “hazır” olduğundan çok, ne kadar “açık” olduğuna bakarım. Kendini tamamen bırakabilen bir sanatçıyla çalışmak, bazen 100 saatlik teknik uğraştan çok daha etkili sonuç verir. En iyi müzikler, iki insanın aynı anda sustuğu o anlarda doğuyor zaten.
Önümüzdeki dönemde hangi ses dünyalarına açılmak istiyorsun?
Şu an beni en çok heyecanlandıran şey, akustik ve dijital dünyanın kesişimi. Analog hissi tamamen kaybetmeden, modern prodüksiyonun netliğini yakalamak istiyorum. Yani hem organik hem yapay olanın bir arada var olduğu bir alan. Bunun dışında global ölçekte farklı kültürlerden seslerle daha çok çalışmak istiyorum. Özellikle Orta Doğu, Afrika ve Doğu Avrupa coğrafyalarının tınılarıyla Batı soundunun çok iyi uyum sağladığını düşünüyorum. Bu bölgelerdeki ritim ve melodi algısı çok derin; onları modern sound’la buluşturmak bana çok ilham veriyor. Ayrıca bir süredir “insan sesi” üzerine deneysel çalışmalar yapıyorum. Vokali bir enstrüman gibi manipüle etmek, bazen tamamen yabancı bir dokuya dönüştürmek gibi. Kısacası, gelecekte daha az tür odaklı, daha çok duygu mimarisi kuran işler üretmek istiyorum. Bir duyguyu tanımlamak yerine, onu ses olarak var etmek.