Sinema dünyasının en hareketli, en eğlenceli ve en heyecanlı bölümü hiç kuşkusuz film festivalleri. Film listeleriyle, kırmızı halılarıyla, göz alıcı ödülleriyle hem profesyonel sektör hem de sinema severleri rüya gibi birkaç güne davet eden festivaller, sinema tarihini şekillendiren en önemli etkenlerin başında geliyor ve seçilmiş filmlerin isimlerini de tarihe altın harflerle yazdırıyor. Biz de biraz bu festivallere yakından bakalım, izleyicileri harikalar diyarına sürükleyen sinema öznelerini heyecanla sarmalayan festivallerin alamet-i farikalarını birlikte keşfedelim istedik. Hazırsanız başlıyoruz.
1932’de Venedik Bienali çatısı altında doğan festival, yalnızca bir ilk olmasıyla değil aynı zamanda festivallerin ideolojik ve politik işlev ve önemlerinin en sembolik örneklerinden biri olmasıyla da listenin başına yerleşiyor. En eski film festivali unvanına sahip olan Venedik, ilk yıllarında, özellikle ideolojik film tercihleri ve ödüllendirmeleri ile faşist bir çizgide duruyordu. “Sinema, Mussolini ve dönüşümünün ortaya çıktığı belki de en etkili sanatsal mecraydı; amacı faşizmi pekiştirmek ve Mussolini ile İtalya’yı güçlü bir ulus olarak sunmaktı.” 1 Hatta 1934’ten 1942’ye (Mussolini’nin devrilişine) kadar verilen büyük ödülün ismi “Mussolini Kupası” idi.
Günümüzde ise İtalya’nın tüm cazibesiyle gözleri kamaştıran, en romantik kentlerinden birinde gerçekleştirilen festival, “büyük üçlü” ismiyle anılan dünyanın en önemli üç büyük festivalinden biri olma başarısını hâlâ sürdürüyor. Bu prestijli sıfatlarının yanına, son yıllarda dijital üretimlere destek vermesiyle birlikte yenilikçi vizyonunu da ekliyor.
Neden Önemli: “Oscar’a açılan kapı” olarak nitelendirilen festivalde filmlerin prömiyer yapması, özellikle son yıllarda Oscar yarışının en önemli habercilerinden biri olarak görülüyor.
Kimler geldi kimler geçti? Birdman (Alejandro González Iñárritu, 2014) ve The Shape of Water (Guillermo del Toro, 2017) hemen ilk aklıma gelenler…
Arthouse sinemanın zirvesi olarak kabul edilen festival, 1946’dan beri düzenleniyor ve “üç büyükler”in en prestijli ve en popüler olanı olarak görülüyor diyebiliriz. Cannes, yalnızca filmlerin prömiyer yaptığı birer vitrin değil; sahne olduğu politik tartışmalar, festivalin her yıl gündeme oturan politikaları ve açıklamalarıyla da tüm dikkatleri üzerine çekiyor. Kırmızı halıların ve partilerin ihtişamının yanında, hem kabul alması hem ödül kazanmasıyla sinemacılar arasında en zorlu festival olarak görülüyor. Ancak büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan yönetmenin de hayatını değiştiriyor. Hangi filmin ayakta kaç dakika alkışlandığı, hangi filmin yuhalandığı sinefillerin de o yılki gündemini belirliyor.
Fransız sinemasından aldığı güçle platformlara ve dijital içeriklere kafa tutuyor. Özellikle film üretim sürecinin en önemli basamağı olan “film pazarı ve ortak yapım gibi ticari faaliyetlerin merkezi olmasıyla iş/ekonomi gündemli/odaklı festival olarak nitelendiriliyor.”2
Çoğu Cannes katılımcısı için en önemli etkinliklerden biri, dünyanın en yoğun film pazarı olan Marché du Film’dir. “Özel dağıtımcılar”, yani yabancı, sanatsal ve diğer niş filmler için izleyici bulmanın yollarını bulma konusunda uzmanlaşmış film dağıtımcıları, genellikle yılın en önemli anlaşmalarını festivalde yaparlar. Filmleri için fon ve dağıtım bulmayı uman film yapımcıları, Cannes’da günlerini dünyanın dört bir yanından finansörler, dağıtımcılar ve tanıtımcılarla iletişim kurarak geçirirler.3
Neden Önemli: Sinemanın yalnızca bir eğlence endüstrisi ürünleri üretim sistemi olmadığını, düşünsel bir üretim olduğunu vurgulayan perspektifi ve hem sanatsal filmlere alan açması, hem de fon ve dağıtım süreçleri için filmlere ortaklıklar kurma imkanları tesis etmesi nedeniyle önemli.
Kimler geldi kimler geçti? Parasite (Bong Joon-ho, 2019), Anora (Sean Baker, 2024) ve elbette, Nuri Bilge Ceylan diyerek noktalıyorum.
“Üç büyükler”in sonuncusu, Batı Almanya’da 1951’de düzenlenmeye başlayan Berlin Film Festivali’nin de yine politik bir temelle yolculuğa başladığını söyleyebiliriz. Hâlâ daha en iyi alt başlığın “Politik Olanın Sineması” olacağı Berlinale, siyaseti, savaşları sorgulayan özellikle iklim krizi ile göç olgusunu, insan hakları çerçevesinde ele alan filmlere dikkat çekmesiyle biliniyor. Festival yalnızca toplumsal cinsiyet eşitliğini merceğine alan filmlere seçkisinde yer vermesiyle değil, ödüllendirme siteminde getirdiği değişikliklerle de tavrını taviz vermeden sürdürüyor. 2020 yılında ödüllerin cinsiyetlerinin kaldırılmasına karar veren festival, bu kararı ile sinema dünyasında tartışmaların da merkezine oturmuştu. “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Erkek Oyuncu ödülleri”nin yerini “En İyi Başrol” ve “En İyi Yardımcı Performans” ödülü4 aldı. Festival, Altın Ayı ve Gümüş Ayı ödülleri ile seçilen filmleri sinema tarihine altın harflerle yazdırıyor.
Neden Önemli: Sinemanın yalnızca sanatsal ve estetik bir üretim biçimi değil, insan haklarının savunulup siyasi tutumların tartışılacağı bir politik eylem alanı olduğunu vurgulamasıyla önem kazanıyor. Ayrıca festivalin “Forum” bölümünün deneysel ve avangard filmlere açtığı alan ile sinemaya daha da kıymet kazandırdığını ekleyelim.
Kimler geldi kimler geçti? 2017 yılında Altın Ayı’yı kazanan Ildiko Enyedi’nin “Beden ve Ruh” filmini anmadan geçmek kalbimi kırar. Dag Johan Haugerud’un “Dreams (Sex Love)” filmi ise bu yılın Altın Ayı kazananı olmuştu.
Her yılın ocak ayında bağımsız sinemacıları ABD’nin Utah eyaletinde buluşturan festival, büyük bütçeli Hollywood yapımlarının ötesine geçiyor ve bağımsız sinemaya alan açıyor. Bağımsız sinemanın kalesi olarak tanımlanan festival ilk olarak 1978’de Robert Redford öncülüğünde düzenlenmeye başladı ve o günden beri, gişe kaygısı olmadan, klasik sinema endüstrisinin dışında kalan filmlerin kendisine yer bulabileceği bir alan açması sayesinde yaratıcılığın sınırlarını zorlayan, şahsına münhasır, deneysel ve heyecan verici filmlere dikkat çekilmesini sağlıyor. Benim de -her zaman en çok- önemsediğim festival olduğunu eklemek isterim. Ülkemizden ise Tolga Karaçelik, Sundance ile dünya çapında yıldızı parlayan bir yönetmen oldu ve burada kurduğu network ağının da desteğiyle son filmini Amerika’da çekti.
Neden Önemli: Endüstri dışında üretim yapan sinemacıları buluşturması, gişe beklentisi olmayan filmlere alan açması sebebiyle sonsuz yaratıcılık, deneysel çalışmalar, heyecan verici fikirler ile üretilen filmlere görünürlük kazandırması nedeniyle (çok) önemli.
Kimler geldi kimler geçti? Yakın zamanda bizim de dilimizden düşüremediğimiz The Ugly Stepsister (Emilie Blichfeldt), The Things You Kill (Alireza Khatami) bu yıl festivalden kazandıklarımız. (En sevdiğim filmlerden birini de örnek olarak ekleyelim, “Wristcutters: A Love Story (Goran Dukić)” de 2006’da prömiyerini festivalde yapmıştı.)
Kuzey Amerika’nın en önemli festivali olarak anılan TIFF, 1976’dan beri Toronto’nun sinemaseverleri buluşturan etkinliği olarak dikkat çekiyor. Avrupa menşeili festivallerden farklı olarak kendisini -çok da elitist olmayan- daha geniş kitlelere hitap eden bir perspektife konumlandıran festival, özellikle son yıllarda daha da önem kazandı. Festival, diğer festivallerden farklı olarak seyirciye tercih şansı tanımasıyla dikkat çekiyor. “People’s Choice Awards” isimli bu ödül, Oscar’ın habercisi olarak görünüyor.
Neden Önemli: Festivali yalnızca sektör profesyonelleri ve eleştirmenlerin buluşma noktası olmaktan çıkaran ve sinefil seyircileri öncülleyen yaklaşımıyla kapsayıcılığı artıran festival, izleyicilerin oyu ile seçilen filmlerin (People’s Choice Awards) Oscar yarışı için ilk aşamayı başarıyla tamamladığı düşüncesiyle de film festivalleri arasında dikkat çekiyor.
Kimler geldi kimler geçti? Say say bitiremeyeceklerimize şöyle bi bakalım: Slumdog Millionaire (2009), Roma (2018), Nomadland (2020), Emilia Pérez (2024), Anora (2024)…
Daha detaylı incelemeler için:
1: “A study of the Venice Film Festival as a Product of Mussolini’s Italy, 2011
2: Festival ideolojisi ve ekonomisi, Mehmet Fatih Cinoğlu.