İnceleme

Frankenstein: Ölümsüz ve Havva’sız bir Adem

Oscar ödüllü yönetmen Guillermo del Toro, yıllardır platonik hisler beslediği Frankenstein ile en sonunda kavuştu. Ünlü yönetmen, ünlü hikâyenin sinema tarihindeki en nihai temsiline imzasını attı.
Kaan Denk - 11 Kasım 2025
post image

Yılın en beklenen filmlerinden, Oscar ödüllü yönetmen Guillermo del Toro’nun Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yapan yeni filmi “Frankenstein” şimdi Netflix’te erişimde. Mary Shelley’nin iki asırlık klasiğini dev bir prodüksiyonla perdeye aktaran film, ünlü hikâyenin sinema tarihindeki en nihai temsili olmayı amaçlıyor.

Modern çağların en büyük yaratıcı mitlerinden biri hâline gelen bu klasik hikâye, yeni bir hayat yaratacak güce sahip olmanın sarhoşluğuna düşen zavallı ölümlünün kendi elleriyle var ettiği yaratıktan dünyanın sonuna kadar kaçışıyla sonlanır. Guillermo del Toro’nun “Frankenstein”ı tam olarak bu tanıdık sona giden yolda açıyor gözlerimizi. Orijinalindeki gibi, hikâyeyi dinlemeye başlayacağımız üçüncü gözün yer aldığı, Kuzey Denizi’nin buzullarına takılmış gemi mürettebatının kahramanlarımıza rastlamalarıyla başlıyor film. Önce onların şahitliğinde, ardından egosunun altında bitap düşmüş doktorun anlatımıyla, en sonunda da söz konusu yeni doğanın bizzat kendinden dinliyoruz bu epik baba-oğul hikâyesini.

Film; yıllardır anlatılan, çeşitli formatlarda uyarlanan, yer yer karikatürize edilen, çoğu zaman da farklı dünyalardaki başka içeriklerin referans noktasında kullanılan Doktor Frankenstein ve onun canavarının hikâyesini tüm şöhretiyle kabul ediyor. Zaten bizzat kendisinin kariyeri boyunca çoğu filminde izlerine rastlamanın mümkün olduğu Guillermo del Toro’nun Frankenstein’a duyduğu hayranlık da bir bu kadar meşhur. Mary Shelley’nin iki asır önce genç yaşında yayımladığı “Frankenstein ya da Modern Prometheus” adlı romanı, del Toro için kendi deyimiyle “Her şeyin zirvesinde” yer alıyor. Bugüne kadarki sayısız uyarlamaları takıntılı bir şekilde takip edip birçok uyarlaması için ayrıca hayranlığını dile getirse de neredeyse hiçbir sinema uyarlamasının orijinal kitabı izlemediğinden de yakınıyordu ünlü yönetmen. Bir yandan çok hayranı olduğu bu kitabın en iyi film uyarlamasını çekmek için can atarken öbür yandan da en büyük hayalini gerçekleştirmekten korktuğunu ve yıllarca bundan çekindiğini de dile getiriyordu. Ancak o gün geldi ve belki de sinemaseverlerin büyük bir çoğunluğunun bugün aktif yönetmenler arasından bir Frankenstein uyarlamasının başına geçmesi üzerinde hemfikir olacağı Guillermo del Toro en büyük hayalini gerçekleştirdi. Peki film, del Toro’nun hayalindeki gibi gelmiş geçmiş en iyi Frankenstein filmi mi?

Baba, oğul ve yalnız ruh

Kulağı geçme hevesinde bir boynuzun hırsıyla kudretine yanaşamadığı babasına karşı duyduğu gıptayı içinde biriken öfkeyle birleştiren Victor Frankenstein’ın kırılma noktası annesini genç yaşta kaybetmek oluyor. Bu kadar “iyi” ve yenilmezken annesini kurtarma konusunda başarısız olan hekim babasına sitem ettiğinde aldığı yanıt hayatı boyunca kafasında yankılanacak bir sese dönüşüyor: “Kimse ölümü yenemez!” Babasını haksız çıkarmak için çalışmaya koyulan genç Victor, girdiği akademideki profesörlerden bile şiddetle tepki görecek şirk koşma denemesinde dikkatleri üzerine çekiyor. Tüm bu aşamaları lafı dolandırmadan ama çok da yüzeysel bırakmadan geçen film bizlere, bu genç anatomist Victor Frankenstein’ı çılgın profesör noktasına getiren motivasyonu vermeyi başarıyor.

Bu noktada del Toro’dan hayranı olduğu romana ilk rötuş geliyor: Zengin silah tüccarı Heinrich Harlander. Oscarlı oyuncu Christoph Waltz’un canlandırdığı Harlander karakteri genç Victor’ın çalışmalarına sıra dışı bir ilgi göstererek kendisine hayalindeki projesini gerçekleştirebilmesi için sınırsız finansal destek teklif ediyor. Romanda hiç yer almayan bu karakterin del Toro tarafından hikâyeye dahli birçok açıdan işlevsel. Her şeyden önce, Doktor Frankenstein’ın söz konusu çalışmalarının ardında havada kalan maddi ihtiyaçlarını karşılıyor. İkincisi ve daha kritiği, bizzat Mary Shelley’nin de yıllar sonra güncelleyerek rahatsızlığını belli ettiği Elizabeth karakterinin Frankenstein ailesiyle bağlantısını Harlander üzerinden kurarak daha anlaşılabilir bir zemine oturtuyor. Elizabeth bu filmde Victor’ın kuzeni ya da evlatlık kardeşi değil, Harlander’in yeğeni; ayrıca Victor’la değil, onun küçük kardeşi William’la nişanlı. Ayrıca hikâyenin yaklaşık bir 50 yıl kadar daha yakın tarihe çekilmesinin de öyküdeki unsurların altını daha iyi doldurabilecek bir teknoloji ihtiyacıyla yapıldığını tahmin edebiliriz.

Orijinal esere sadakatini sorgulatmadan yapılan bu değişiklikleri yalnızca hikâyeyi daha kabul edilebilir bir zeminde, daha kalıcı ve daha ana akım yapacak ve metnin mesajına odaklanmayı kolaylaştıracak değişiklikler olarak görmek mümkün. Bugüne dek gördüğümüz uyarlamalarında Shelley’nin klasiğinin şok edici ve dehşet verici öğelerinin öne çıkıp metnin özünü gölgelediğini söyleyebiliriz. Del Toro’nun bahsettiği sinema uyarlamalarındaki eksiklik de tam olarak bu. Bu yüzden göze takılabilecek her türlü grotesk pürüzü törpüleyip seyircisinin bu romantik baba-oğul masalına dalmasını istiyor yeni Frankenstein filmi. Sıkı bir disipline sahip, hak ettiğini düşündüğü saygıyı görmek için şiddete başvurmaktan çekinmeyen burnu havada bir baba figürünü filmin ilk perdesinde görmemiz boşuna değil. Sonra kendi yaratığını yarattığında sorgusuz sualsiz tam bir itaat bekleyen Victor’un histerik tavırlarının gökten zembille inmediğini gösteren film, babalık müessesesini metnin gereğince bir çırpıda yaratıcıyla eşleştiriyor.

“Ben mi istedim, çamurumdan beni yoğur diye?”

John Milton’ın fâni insan ile yaratıcısı tanrı arasındaki ilişkiye odaklanan epik şiirinden alıntıyla başlıyor Shelley’nin romanı. Yaratıcısına yakaran mahlukun bilincini elde edip varoluşunu sorgulaması, Frankenstein’ın canavarı için fânilerinkinden çok daha acı olacaktı. Hikâyeyi doktorun ağzından takip ederken giriş yapıp “Şimdi benim hikâyemi dinleyin.” diyerek sazı eline alan yaratık seyirciyi tutup en derine çekiyor. Bugüne kadar alışık olduğumuz karikatürize çiziminden ayrı tutulacak daha sade ve incelikli tasarımıyla izlediğimiz yaratığın içinde yıldız aktör Jacob Elordi’nin, başrol partneri Oscar Isaac’in aksine özenli bir performans sergilediğini de araya sıkıştıralım. Hayatını adadığı çalışmasının sonucunda ortaya çıkan “şeyi” kabullenme sorumluluğunu alamayan Doktor Frankenstein, henüz yeni doğmuş bir bebeğin bilincinde olan ve korkunç bir sıkıştırılmış hafızaya sahip yaratığını ölüme terk ederek kaçıyor. Yapmak için harcadığı mesainin onda birini canlandıktan sonra tanımak için harcamayan doktor, yaratığının ölümsüz olduğundan da bihaber tabii ki.

Vahşi doğada hayata tutunan, en son sığındığı bir kulübede gerçek bir köylü ailenin sıradan yaşamını dikizleyerek insanları, duyguları ve okuma yazmayı söken “yaratılan”, 2,5 metrelik korkutucu vücudu ve yeri oynatabilecek kuvvetine karşı canavarlıktan çok uzak bir hassasiyet kazanıyor. Milton’ın kitabını almasını söylerken, “İnsanın tanrıya soracak soruları vardır.” diyor kulübedeki kör yaşlı adam “yaratılanımıza”. Filmin, son perdesinde artık çoktan içine çektiği seyirciye bu sahneleri sunması canavarın hassas dokusunun nasıl oluştuğunu göstermek istemesinden kaynaklanıyor. Sadece bir silüet olarak görünecek uzaklıktayken dehşet verici bir korku saçan bu mahluk, kendisine canavar demekten kaçındıracak kadar yaklaşmamızı istiyor yönetmen. Görebildiği izleri takip edip yaratıcısını sonunda bulduğunda lafı dolandırmadan en büyük ihtiyacını talep ediyor: “Bana bir eş yap.” Yalnızken yaşamanın, ölmekten daha acı ve sonsuz olduğunu yakarıyor. Aldığı hızlandırılmış medeniyet ve felsefe eğitimiyle kendisinin sosyal yetilerine çoktan eriştiğini görmek Victor’ı şok etmiş olacak ki konuyu hâlâ kendi iradesi üzerinden yorumlama cüreti gösterince canavarımız da haklı öfkesini dışa vurmaya başlıyor: “Asıl mucize benim konuşabilmem değil, senin dinleyebilmen!”

Hem Shelley’nin hem de del Toro’nun eserlerine yakışır karanlıkta bir duygu yoğunluğu bu yüzleşmeyle filme sirayet ediyor. Filmde, Victor’ın tanrıtanımaz yanıyla çarpışması amacıyla kullanılan inançlı Elizabeth karakterinin canavarımızla kurduğu dokunaklı ama sınırlı iletişim, günün sonunda Victor’a karşı bir intikam kozu olmakla yetiniyor. Adem’in yaratana yakarışını hatırlayan canavar kendisinin ne kederini dindirecek ne de düşüncelerini paylaşabilecek bir Havva’sı olmadığını söyleyerek kendi “babasını” tehdit ediyor. “Beni sevgisizliğe mahkûm edeceksen, ben de kendimi öfkeye adarım ve benim öfkem sonsuz!” diyerek üzerindeki laneti yaratıcısına iade ediyor. Kendi elleriyle biçip diktiği Azrail’inden kaçışı olmadığını anlayan Victor artık kendi hazin sonunun geldiğini kabullenmeye başlıyor. İnce ince işlediği karakter yaratımına ayak uyduran bir ritimle yükselen tansiyon, filmi final yolunda takip etmeyi özel bir deneyime dönüştürüyor. Ani aksiyonlardansa yerinde ve romantik edebiyat formuna yaraşır gösterişte yüzleşmelerle yükselen film son yumruğunu net bir baba-oğul diyalogunda zirveye taşıyor. Büyük prodüksiyonunun altında ezilmeyen güçlü bir senaryoya sahip filmi genel anlamıyla olgun ve etkileyici bir uyarlama olarak değerlendirebiliriz. Hayatı boyunca yaptığı her filmde arkada bir yerde kendini hissettiren Mary Shelley’nin ölümsüz klasiğini sonunda kendi elleriyle çekerek en büyük hayalini gerçekleştiren Guillermo del Toro, Frankenstein ile “yaratıcının” sorumluluğundan kaçınmayarak en büyük korkusunun üstesinden başarıyla gelebilmiş gibi duruyor.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans