Gökcan Sanlıman ile konuşmaya başladığınızda, daha ilk dakikadan itibaren, kendi yolunu çizmiş insanlara mahsus o sakinliğe ve dinamizme dair net emareler alabiliyorsunuz. Son albümü “Nasıl Hayat?”ı konuşmak üzere bir araya geldik ama mesele(ler) bizi “Nasıl olacak bu hayat?”a kadar götürdü. Söyleyecekleri olan ve bu söyleyeceklerini belirli bir anlam bütünlüğüyle vermeye çalışan insanlardan pek çok öğrenebilirsiniz. Sanlıman da söz, anlam, bütünlük, kalite gibi kavramlara fazlasıyla kafa yoran, hatta en çok onlara yoran bir müzisyen. Konuşmamızın içinde birkaç defa “edebiyat” geçti mesela. Bu, çağa uygun mu bilinmez ama insana ve hayata pek uygun.
Yazının bundan sonrasında söz Gökcan Sanlıman’da. “Nasıl Hayat?”, bir de o anlatsın bakalım.
Bilgi Üniversitesi, Sahne ve Gösteri Sanatları’ndan 2009’da mezun oluyorsunuz. Şöyle bir açıklamanız var: “Okulumda Red Hot Chili Peppers konseri seyrettim ben.” Üniversitelerde Red Hot Chili Peppers konserlerinden şimdi bahar festivali düzenlenemez hâle gelen bir süreç. Sizce bu süreçte en önemli kırılma ya da kırılmalar nelerdi?
Gezi Parkı olayları sürecin en büyük kırılma noktası oldu elbette. Gezi’den önce canlı müzik çok daha aktifti. Olayların Taksim ve civarında olmasının da etkisiyle özellikle o bölgede ciddi bir baskı oluşturuldu. Ciddi bir dağıtılma durumu oldu. Bu baskı ve dağıtma elbette müziğe de etki etti, canlı müzik azaldı. Pek tabii olaylar yurt dışında da yankı buldu. Tahminim, yabancı gruplar da o karışıklığı gerekçe göstererek buraya gelmekten imtina ettiler. Bunun yanında bir de sponsorluk başlığı var. Bazı ürünlerin festivallerde sponsorluklarının yasaklanması sektörde maddi bir akış oluşmamasına neden oldu. Bu maddi destek olmayınca, sektöre para girişi sağlanamayınca bu durum sektörel bir kuraklık yarattı. Sonra sonra bir toparladı. Gruplar gelmeye başladı ama sponsorluklardaki sıkıntı, yani işin ticari boyutu süreci bir hayli baltaladı.
Canlı müzik piyasası son dönemde yeni yeni kendine geliyor diyebilirim. Fakat tabii Orta Doğu’daki karışıklıklar şu anki temel mesele. Ben 360˚işin içinde olduğumdan ve organizasyon tarafında yurt dışında grupların getirilmesi gibi süreçleri de yürüttüğümden mevcut tehlikeyi net olarak görebiliyorum. Yurt dışındaki gruplar 2026 için Türkiye’ye gelme konusunda biraz temkinli diyebilirim. Elbette ekonominin mevcut durumunu da unutmamak lazım. Kimsenin morali yerinde değil, geçim sıkıntısı yaşayan bir insanın müzik dinlemeye pek de hâli olmuyor. Evet, müzik insana zor zamanlarında yardımcı olan bir mecra ama konserlere gitmek, festivallere katılmak için maddi olanakların olmadığı bir durumda ne kadar yardımcı olabilir ki?
Yine bir diğer açıklamanızda, “Benim için şarkı yazmanın bir dönemi yok, kâğıt kalem elimin altındadır hep.” diyorsunuz. Üretici olmak, kendi şarkılarını yazmak bu işin kaçta kaçı sizce, size neler kazandırdı bu durum?
Şarkı yazarı olan ya da edebiyatla ilgilenen herkes bilir ki bir süre sonra günlük hayata dahi o pencereden bakıyorsun. Zamanla bende de bu durum yaşandı. O zaman olay, “Oturup şarkı yazayım.” gibi bir mesaiye dönmüyor. Not defterim sürekli yanımdadır. Her daim günlük hayattan malzeme toplamaya çalışırım. Ancak bu şekilde yazılan ya da ifade edilen duyguların gerçek olabileceğini düşünüyorum çünkü. O yüzden, “Kâğıdı kalemi alayım da bir şarkı yazayım.” gibi durumlar bende pek işlemiyor. Bundandır ki bir şarkıyı bitirmem uzun zaman alabiliyor. Benim için müzikte sözler, anlatılan hikâye daha önemli. O yüzden bir anlatım bütünlüğü yakalayana kadar pek çok kez sildiğim cümleler ya da bölümler olabiliyor. Bu da şarkı yazım mesaimin uzun zamana yayılmasına neden oluyor. Zaten o şarkının albüme girmeden birkaç hâli oluyor. Orada bir elemeye gidiyorum. Bu bağlamda ilham perilerine de inanmıyorum. Şarkı yazımının bendeki karşılığı; notlarımı derleyip toplayıp bir bütünlük ve anlam çerçevesinde özetlemek demek oluyor.
Okumadan yazamazsın da çok doğru elbette. Edebiyatta bir sürü şablon var ve işin matematiğini o şekilde öğrenebiliyorsun. Zamanla kendi dilini oluşturuyor ve hayatını o dille yorumlamaya başlıyorsun.
Malum radyasyon dönemi dahi geride kaldı, dijital çağdayız. Her şeyin daha fabrikasyon olması ve bunun karşılık da bulması kaleminizi nasıl etkiliyor?
Ben bu olaya biraz daha bilimsel, biraz daha data merkezli bakmayı seçiyorum. Zira duygusal olarak bakarsan elbette moralin bozulur. Şu bir gerçek ki bu durum tamamen karşılıklı. Burada “kalite” dediğimiz kavram devreye giriyor. Sen piyasaya ne kadar kaliteli bir içerik pompalarsan piyasa da o seviyede şekilleniyor. Al-ver dengesi diyebiliriz. Bu anlamda ben ne bu seri üretim gibi sunulan içeriği suçlayabilirim ne de onu alan dinleyiciyi suçlayabilirim. Her şey belirli bir data üzerinden işliyor.
İşin duygusal tarafından bakarsam, bu kadar yüzeyselleşmeye içerliyorum aslında. Sadece müzikte de değil, birebir ilişkilerde de keskin bir yüzeyselleşme söz konusu. Karşılıklı saygı ve sevgi gibi hissiyatlar kayboldu. Bunu bir yerden dijitalleşme ile ilişkilendirebiliriz zira insanlar artık telefonda yaşıyor. Dijital mecralar, oradaki büyük manipülasyon bombardımanı insani duyguları köreltiyor. Buna bir yandan üzülüyorum bir yandan da nereye gideceğini -yapay zekâ gibi kavramlardan bahsediyorum- öngöremiyorum. Bence insanlığın ortalama beyin kapasitesi teknolojinin hızına yetişemiyor. Doğru kullanmayı çözemedik. Uzun vadede karamsarım diyebilirim.
Bir içeriği dinlenme ya da tıklanma sayısı üzerinden değerlendirdiğinde bu, “kalite” üzerine de bir çıkarım yapabileceğin anlamına gelmiyor. Parametreler çok değişken ve çok fazla. Yaşayıp göreceğiz.
Gelelim albüme, Nasıl Hayat?
Bütün bu konuşmalarımın bir özeti aslında: Hayat, zor.
Bu albümde diğerlerinden farklı olarak şunu yaptım dediğiniz neler var?
En büyük fark, bu albümün, bütün detaylarıyla kendim ilgilendiğim ilk albümüm olması. Tonundan trafiğine yani A’dan Z’ye her detayıyla ilgilendim, başında durdum. Çok ince eleyip sık dokuduğum bir repertuvar çalışması oldu. Bireysel manada üzerinde en çok çalıştığım albümüm oldu. Önceki albümlerde tek aranjör ya da prodüktör odaklı çalışıyordum, bunda daha geniş bir müzisyen yelpazesi tercih ettim. Albüm üç farklı stüdyoda yapıldı. Çok fazla insanın emeğinin olduğu, en başından en sonuna benim kontrolümde ve kendi içinde bütünlüğü olan bir albüm oldu. Bu albümdeki anlatım fazlasıyla içime sindi. Çünkü daha önce dağınık bıraktığım albümlerim olmuştu. Başkalarına emanet ettiğim, uzlaşı yöntemiyle ilerleyen. Dolayısıyla bu albümüm için, her ne kadar içinde çok fazla müzisyen olsa da en bireysel albümüm diyebilirim.
Albüm hakkında yapılacak hangi yorum(lar) size “Tamam, ben hedefime ulaştım” dedirtir?
Dediğim gibi benim olayım sözlerde. Dolayısıyla söz ve anlatım tarafında övgüler aldığımda çok daha mutlu olurum.
Albümün üçüncü şarkısı olan “Ben İyi Bi Çocuktum”da Birol Namoğlu ile düet yapıyorsunuz. Bu da dahil olmak üzere daha önce de yaptığınız pek çok düet var. Düet için kişilere nasıl karar veriyorsunuz? “Bu şarkı ona yakışır.” tarafından yürüyerek mi…
2024 yazında bir şarkı taslağı oluşturdum ki o zaman şimdiki “Ben İyi Bi Çocuktum”dan çok farklıydı. Gripin sound’unu çok severim. Sağ olsunlar, kariyerimin başından beri bana çokça destek olmuşlardır. Taslağı onlarla paylaştım, aranjmanda bir destekleri olabilir mi diye sordum. Zamanla bambaşka bir şarkı oldu; benim yaptığım altyapıya onlar bir müdahalede bulundu, sonra ben onun üzerine bambaşka bir şey yazdım derken şarkı son hâlini aldı. Özellikle mi seçiyorsun derseniz, bu şarkı özelinde evet. Şarkının taslağını yaptığımda Birol’a ve dolayısıyla Gripin ekibine açma fikri daha o zaman doğmuştu. Birol, bilinçli bir seçim yani. Hatta şarkıya dahil olmayacaktı, ben özellikle rica ettim. Çünkü şarkı ortak bir çalışmanın ürünü olarak çıktı. Birol’dan dahil olmasını rica ettim, o da sağ olsun kırmadı. Hem altyapısının dinamizmiyle hem de anlatımdaki o nahiflik ve kırılganlıkla çok iyi bir şarkı oldu.
Cover, karabatak gibi dönem dönem su yüzeyine çıkıp dönem dönem de suyun altında takılan bir durum. Siz de cover yapan ve bunu iyi yapan bir isimsiniz. (Örneğin, Feridun Düzağaç-Buralara Soğuk’a övgü). Peki bunun ayarı nasıl olmalı? Cover’ın kapısı ne zaman çalınmalı?
Cover üzerinden giden arkadaşlarımız var elbette. O seçim yapıldığında devreye otomatikman “O zaman çok iyi yorumcu olmalısın.” giriyor. Yani o şarkıyı yorumlarken bir fark yaratman lazım. Çok iyi yorumcu değilsen sadece cover’dan gidemezsin. Ben kendi cover’larımı hem diskografimi beslemek hem de sahnede kullanmak üzere belirledim ve belirliyorum. İşin özü, anlatacak bir hikâyen olmalı. Dinleyici sende kendinden bir hikâye parçacığı bulursa hemen sahipleniyor. Bunun tam tersi olarak kendi yapamadığı bir şeyi yapan bir personaya sahip olman da dinleyiciyi etkileyebiliyor. Bu bağlamda toparlayacak olursam, ben yeterince cover yaptım, artık kendi yazdıklarımdan devam etmek istiyorum.
Sizce müzikte ve düşüncede “ince işçilik” neden hak ettiği değeri görmüyor?
Müzik bir sanat formu olarak çok da dikkate alınmıyor artık. Daha çok görüntünün arkasındaki background sesine dönüştü iş. İnsanlar video çekerken bir yardımcı araç olarak müziği kullanıyorlar. Biz müzik odaklı büyümüş bir nesiliz. Dijital dönem öncesi dönemi de tecrübe ettiğimiz için bizim için bir CD almak mesela, çok önemli bir işti. Bir yeni jenerasyon eleştirisi değil bu, her dönemin kendine has dinamikleri var sonuçta. Ama bizim zamanımızda müziği bulmak, müziğe erişmek vs çok değerli meselelerdi. Şimdi hem erişim daha kolay hem de çok fazla alternatif var. Bu da bir mecra olarak müziğin değerini düşürüyor. Bir platform olacak ve ben oraya aradığım şarkıyı yazıp bedavaya dinleyeceğim. Bu, bizim jenerasyon için “imkânsız” bir olaydı. Bir şeye erişim ne kadar kolaylaşırsa değeri o kadar düşüyor. Nice müzisyenler, nice enstrümantalistler, nice şarkı sözü yazarları var ki şu an kiralarını nasıl ödeyeceklerini düşünüyorlar. Burada da genel olarak bir regülasyon gerekiyor bence. Türkiye’de “kültür” için ayrılan bütçe çok komik bir seviyede. Ta oralardan başlayacak bir regülasyon gerekli. Devlet, kültürü sahiplenip belirli bir politika çerçevesinde önderliğini yapmazsa böyle başıboş bir sektör oluyor. Öyle olunca herkes istediği gibi at koşturuyor. İşin etiği de ahlakı da bozuluyor; içerikler kalitesizleşiyor. Vasata alıştık ve vasatlık öylesine bulaşıcı bir hastalık ki işi sadece müzik değil; eğitim, ekonomi vs. dört bir taraftan ele almak lazım. Değer yargılarımız vasatlaşıyor ve bu da insanı hiçbir şey yapmamaya götürüyor. Bir enstrüman çalmak eskiden çok değerliydi mesela. Şimdi yapay zekâya “Oradan bir la minör ver.” diyorsun, veriyor. Ama ruhunu veremiyor. İşte o ruh, bizi ayakta tutan tek şey. Ben motivasyonumu üretimden aldığım için karşılığına pek de bakmadan aynı yoldan gitmeye devam edeceğim. Kendi yolunu açan insanlar ancak ve ancak diğer insanlara örnek olabiliyor. Ben de kendi yolumdan gidiyorum; beni seven arkamdan gelsin.