Türkçe rock müziğin kendine özgü isimlerinden Gökcan Sanlıman, son şarkısı “Üç Kalp” vesilesiyle Dergy’nin sorularını yanıtladı.
Sebla KOÇAN/ [email protected]
Türkçe rock dünyasının yaşlanmayan isimlerinden biri, Gökcan Sanlıman. 10 yıldır aktif olarak bulunduğu müzik dünyasında, artık onun için bazı şeylerin değiştiğini düşünüyor. “Kimse seni sen kadar önemsemiyor, bu yüzden kendi işini kendin halledeceksin” diyecek kadar kabuk tutmak gerektiğini söylüyor. Belki de kendini korumak için bazı şeyleri öğrenmek zorunda kalmış. “Başından beri en çok dinlemem gereken ses kendi iç sesimmiş” diyor şimdi… Gökcan Sanlıman’a yeni şarkılarını, 2000’lerin görkemli Türkçe rock serüvenini ve günümüzdeki müzik dinleme alışkanlıklarını sorduk.
“Üç Kalp” coverınızla başlayalım. Ajda Pekkan’la özdeşleşmiş bir parçayı coverlamaya nasıl karar verdiniz, biraz anlatır mısınız?
Çok sevdiğim ve ara sıra sahnede de çaldığım bir şarkıdır ‘’Üç Kalp’’. Plak şirketim Avrupa Müzik’ten Deniz Erdem, yeni albüm ile ilgili toplantımız sırasında “Üç Kalp” şarkısının benim yorumumla tekli olarak yayımlanması önerisini gündeme getirdi. Sözleriyle ve bestesiyle de unutulmayan aşk şarkılarından biri “Üç Kalp”. Anılarımı gözümün önüne getiren bu şarkıyı hemen kaydetmek istedim ve aranjörüm Alper Atakan’a koştum. Konserlerimde çalarken aldığım tepkiler de büyük etken tabii. Ama en büyük sebebi, insanların bu şarkıyı benim sesimden de bir kere duymalarını sağlamak ve şarkıya yeni bir yorum getirmek istememdi. Zaten melankolik şarkılar beni her zaman daha çok etkilemiştir. Üçüncü kalplere ve dışarıda kalanlara armağan ediyorum o yüzden bu şarkıyı.
Son albümünüz 2016’da yayınlandı. Sonrasında ise single’lar yayınladınız. Şimdi sırada ne var, yeni bir albüm hazırlığı var mı? Yoksa yeni bir single daha mı?
Benim için şarkı yazmanın bir dönemi yok, kağıt kalem elimin altındadır hep. Ama eskiz ama tam, onlarca şarkı biriktirmişim. Şimdi onları olgunlaştırmak ve bir albümde toplamak üzere yeniden ele aldım, bir aksilik olmazsa 2020 sonbaharında yayınlamayı planlıyorum.
Bu arada piyano çalıyorum bir süredir, eskiden gitarı elimden düşürmezken şimdi piyano ile beste yapmanın ne kadar ufkumu genişlettiğini, yaratıcılığı beslediğini keşfettim ve bir şarkı yazdım. Kesin olmamakla beraber belki sabırsızlanıp albüm öncesi son bir tekli olarak çıkartabilirim bu şarkımı. Elimde olmayan bazı nedenler yüzünden de kesin konuşamıyorum çünkü dünya gündemi malum ne zaman neyle karşılaşacağımız belli olmuyor.
“TEOMAN BENİM USTAMDIR, ONDAN ÇOK ŞEY ÖĞRENDİM”
Kariyerinizin başından beri sesinizi, yorumunuzu Teoman’a benzeten dinleyicileriniz var, sinir oluyor musunuz buna?
Teoman benim ustamdır, ondan çok şey öğrendim. Sinir olmanın aksine bu durum hoşuma bile gidiyor çünkü her şeyden önce kendisine ve sanatına büyük saygı duyuyorum.
Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk sahne performanslarınızı gerçekleştirdiğinizi biliyoruz, nasıldı o yıllar? İlk sahneye çıktığınız günü hatırlıyor musunuz?
Tabii ki hatırlıyorum ilk sahne unutulur mu hiç. Benimki tam bir kaos oldu. Gitaristin teli koptu, yedek teli olmadığı için çalamadı, konser arasında basçının gitarını düşürmüş müşterilerden biri, yarım yamalak çalabildi ikinci yarı, davulcu desen evde yoktu. Bütün aksiliklere rağmen yine de kör topal bir şekilde bitirdik konseri. Ne olursa olsun hiç unutamayacağım ve en çok mutlu olduğum gecelerden biri oldu hayatımda. O zamanları hala gülümseyerek hatırlıyorum ve özlüyorum.
2010’da Şebnem Ferah, Teoman ve Göksel gibi isimlerle düet yapmıştınız. Şimdilerde popüler bir dizi yüzünden yine 2000’lerin rock müzik dönemini konuşur olduk. Siz özlüyor musunuz o dönemleri? Nasıldı sizin için müzik dergilerinin, Rock’n Coke’ların, hardcopy albümlerin olduğu dönemler?
Söz konusu diziyi bilmiyorum ama 2000’ler gerçekten çok güzeldi, her şey daha masum ve dünya henüz bu kadar kirlenmemişti. Albümler gerçekten vakit ayırılıp dinleniyordu. Teknoloji ve sosyal medya bu kadar müziğin içine sızmamıştı, insan faktörü daha önemliydi. Hal böyle olunca konserler de daha coşkulu geçiyordu. Yabancı sanatçılar kendi evleri belirlemişti ülkemizi. Festivaller inanılmaz eğlenceli ve zengin içerikli gençlik daha özgürdü.
Bilgi Üniversitesi sahne ve gösteri sanatları yönetimi mezunuyum ben Silahtarağa Kampüsü’nde bitirdim okulu, orda bile hafta içi yabancı gruplar gelip konser veriyordu, hafta sonlarını siz düşünün. Kendi okulumda Red Hot Chili Peppers konseri seyrettim ben o kadar söyleyeyim! Kuliste Anthony ile (Kiedis) fotoğrafım vardı, şimdi bulamıyorum ama. Git gide ne olduysa o enerji sönerek yok oldu, dünyayla senkronize bir şekilde. Bir sürü parametre var bu süreçte onları ayrıca tartışırız tabii, ama günümüzle kıyasladığımızda hayat çok daha renkliydi diyebilirim.
“MÜZİĞE VERİLEN DEĞER AZALDI”
Günümüzde müzik dinleme alışkanlıklarının şekil değiştirmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Müzisyenlerin neredeyse her hafta yeni bir single yayınlaması sizce iyi bir şey mi?
Biraz da arz talep meselesi aslında bu durum, tüketim hızlandıkça seri üretim şarkılar elbette kendilerini belli ediyorlar ama bir diğer taraftan da demokratik bir ortam var artık. Büyük plak şirketlerinin yanında bireysel atılımlar piyasayı renklendiriyor bana kalırsa. İnternetin yayılmasıyla filtresiz bir şekilde yayın yapan çoğunluk, müzik sektörüne iyi geliyor. Çok sesliliğin sanatta önemli olduğunu düşünüyorum. Serbest bir piyasa, söylem özgürlüğünü besliyor bu sayede alan da memnun satan da.
Öte yandan müziğe ulaşımın kolaylaşması ona verilen değerin azalmasına sebep oldu, artık herkes müziğini telefonundan ufacık kulaklıklarla dinliyor. Hatta kulaklık bile kullanılmıyor, çoğu şarkı küçük telefon hoparlörlerinde zil çalma sesi seviyesinde değerlendiriliyor, bu da müziğe verilen değerin hazin bir sona doğru gitgide yaklaşmasının göstergesi. Şarkı yazarları olarak biz müziği çok da önemsemeyen ve çoğunluk neyi dinliyorsa onu güzel sanan bir topluluğun 15 saniyelik algı süresine hitap etmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Manipüle edilen tık sayılarıyla birbiriyle yarıştırılan dönemlik isimler gündemden teker teker kaybolurken asıl olan hayatını müziğe adayan gerçek müzisyenlere oluyor. Komik paralara orda burda sipariş repertuvarları tekrar tekrar çalmak durumunda kalıyorlar. Sonra neden Türkiye’de artık yıldızların doğmadığını merak ediyoruz.
Yaptığınız müzik türünü nasıl adlandırırsınız, sizce pop mu, yoksa rock mı? Siz kendinizi nasıl konumlandırmayı tercih edersiniz?
Müziği türlere göre ayırmaktan çok hoşlanmıyorum, sanatçının ufkunu daraltan bir durum oluyor şarkıları sınıflandırmak, dinlerken de böyle yapmıyorum. İyi şarkı iyi şarkıdır bana kalırsa. Yalnız bazı besteler makamsal ya da armonik açıdan bazı türlere daha çok yakışır, ben de genelde böyle çalışırım, salt beste zaten nasıl bir aranjmanla desteklenmek istediğini kendi belli eder. Kimi zaman sade bir piyano eşliğinde bile çabasızca akıp gider, kimi zaman koca koca yaylılar ve kalabalık bir aranjman gerekir. Bu doğrultuda benim müziğime bir tür etiketlemek istersek bu popüler rock müzik olur, en azından şimdiye kadar yaptıklarım üzerinden düşününce. Yarın ne olur belli olmaz.
“ANNEM İYİ BİR DOSTTUR, BENİ KÖŞE BAŞLARINDA YAKALAR”
Teoman’ın uzun zamandır menajerliğini yapan, müzik sektörü tarafından tanınan bir isim olan anneniz Funda Sanlıman’dan bahsetmeden olmaz. Annenizin sizin müziğinize olan katkısı nasıldı, siz küçükken de sizi yönlendirdi mi?
Onun sayesinde müzik sektörünün içine doğdum ve stüdyolarda büyüdüm. Şimdi bile aktif olan birçok popüler şarkıcının ilk kayıtlarına şahit oldum, bu yüzden annemin müziğime olan en büyük katkısı öncelikle beni doğurmakla oldu.
Onun mesleği sebebiyle müzik çocukluğumdan başlayarak ruhumda yer etmeye başladı.
Komik olan şey ise müzikal bir kariyerin zorluklarını tepe noktasında deneyimlemesi, sancılarını bilmesi sebebiyle müzisyen olmamı hiç bir zaman ve asla istememesidir. Duygusal bir yapım olduğu için müzik sektörünün yırtıcı kurallarından yıpranacağımı, çoğu nankör ilişkilenme biçimlerinden yorulacağımı düşündü hep. Buna rağmen her kararımda arkamda durdu.
Bir diğer yandan onun kulağına çok güvenirim ve müzikal fikirlerine, estetik kaygılarına saygı duyarım, iyi şarkıdan anlar bu yüzden yazdığım şarkıları ilk ona dinletirim… Fakat her zaman kendi kafamın dikine gidiyorum ve son kararı ben veriyorum çünkü beni uyardığı her şey “anne” tonunda… Ya da ben böyle duyuyorum.
Nasıl bir anne-oğul ilişkiniz var?
Anne-oğul, menajer-sanatçı başlıkları birbirine çok ve hep karışıyor. Özel bir sabah kahvaltısında bile sadece sektörden konuşuyor buluyoruz kendimizi. “Nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı?” demeyi unutuyoruz birbirimize. Annem de oğlunu özlüyor olmalı benim annemi özlediğim gibi 🙂 İyi bir dosttur, köşe başlarında yakalar beni, onun hakkını hiç bir zaman ödeyemem.
Yaş aldıkça hepimizin dinlediği şarkılar kadar, arkadaşlık ilişkileri, sevdiklerimizle olan bağlarımız değişiyor, dönüşüyor. Siz yaş aldıkça ne gibi deneyimler edindiniz, bunlar müziğinize nasıl yansıdı?
İçimdeki çocuğu her zaman korumaya ve ona iyi bakmaya çalıştım. Hayal gücünü besleyen en yegane unsur insanın çocuk tarafı. Artık daha olgun biriyim, daha az konuşuyorum artık ve başkalarından daha çok kendimi dinliyorum. 10 seneyi aşkın süredir profesyonel olarak müzik sektörünün içindeyim ve vardığım nokta herkesin sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiği oldu, kimse seni senin kadar önemsemiyor bu yüzden kendi işini kendin halledeceksin. Mesleğim gereği çok insan gelip geçti hayatımdan, şimdi baktığımda en çok dinlemem gereken ses kendi iç sesimmiş.
Sahnede söylemeyi en çok sevdiğiniz cover parça hangisi?
Son zamanlarda Vega’dan ‘’Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı’’…
“Keşke o şarkıyı ben yazsaydım” diye için için kıskandığınız şarkı hangisi?
Kesinlikle Mazhar Alanson’un “Yandım” şarkısı. “Bana yeniden şarkılar söyleten kadın’” cümlesi kadar duru bir anlatım çok az şarkıda var.