Müzisyen ve müzik teorisyeni Güç Başar Gülle’ye merak ettiklerimizi sorduk.
Sebla KOÇAN / [email protected]
Besteci, müzik teorisyeni ve performans sanatçısı Güç Başar Gülle, hem müzik dünyasının hem de akademik dünyanın yakından tanıdığı bir isim. Boğaziçi Üniversitesi felsefe bölümünü bitirdikten sonra Berklee Müzik Okulu caz kompozisyon bölümünü bitirdi. Boston’da yaşadığı dönem Harvard Üniversitesi’nde kendi eserlerini de içeren bir klasik gitar resitali verdi. UCLA, George Washington University, MIT, Rice University gibi Amerika’nın birçok üniversitesinde gerçekleştirilen konserlerde gitarist ve udi olarak çeşitli gruplarla birlikte yer aldı. Berklee Müzik Okulu’nda Osmanlı – Türk Müziği üzerine workshop düzenledi. Leo Blanco, Bruno Raberg, David Fiuczynski gibi önemli caz müzisyenleriyle çeşitli projelerde aynı sahneyi paylaştı.
Yetenekli sanatçı geçtiğimiz yıl yayınladığı Reverse Perspective albümüyle de tüketim ve hız odaklı yaşam konusunda kendimizi dönüştürmemiz gerektiğine dikkat çekiyor. Gülle, “Bu bombardıman içerisinde koşturan modern insan, anlamanın zevkinden çok tanınmanın beğenilmenin uyuşukluğu içerisinde kaybolmuş” diyor. Güç Başar Gülle, Dergy’nin sorularını yanıtladı.
Bugüne kadar ABD ve İngiltere’de pek çok yerde Osmanlı-Türk müziği üzerine çalışmalarda bulundunuz. Türk müziğini bilmeyenler en çok hangi tepkileri veriyorlardı, size en çok hangi sorular geliyordu?Çoğunlukla egzotik bir rüya olarak görüyorlardı. Gerçek ötesi hayali nitelik atfediyorlardı. Fakat bu dünyayı anlayabilecek bir paradigmaya sahip olmadıkları için (ne yazık ki bizimde pek sahip olduğumuz söylenemez) müziğin teknik unsurlarına ait sorularına verilen cevaplar onlara çok anlamsız geliyor ya da sadece teknik bir detay olarak görüyorlardı. Benim bu dünya ve batı dünyasına ait paradigmaları sunumumdan sonra tartışmalar bambaşka bir seyir alıyordu. Özellikle batı müzisyenlerinin Türk ya da diğer müziklere ait nitelikleri kültürel anlam bütünlüğü kurmadan alıp kullanmalarının kurmak istedikleri sanatsal ifadenin içini ne kadar boşalttığını göstermeye çalışıyordum.
Çok yönlü bir sanatçısınız. Akademik dünyanın da içinde bulundunuz. Okuduğunuz, izlediğiniz, karşılaştığınız fikirler müziğinizi nasıl etkiledi, size en çok kimler ilham verdi?
Akademik dünya içerisinde yol alırken en çok ihtiyaç duyduğum şey tarihsel bir perspektif ile konuları bugüne ve kendime yaklaştırabilmekti. Çünkü sanatsal olsun entelektüel olsun ortaya konulan ifadelerin sosyal ve kültürel bir karşılığı var. Bu perspektif olmayınca sanat bir fantezi, düşünsel üretim bir kelime oyununa indirgenebiliyor. Cemal Kafadar, Harvard Üniversitesi’nde Osmanlı tarihi profesörü, benim bu arayışımdaki ilk büyük isim olmuştur. “İlk Renk” albümünün entelektüel alt yapısı onun çalışmaları ile olgunlaştı diyebilirim. Pierre Hadot özellikle antik Yunan, orta çağ ve modern felsefe hattındaki geçiş ve anlam dönüşmesini tarihsel bir bakış ile sunması beni çok etkilemiştir. Ardından Pavel Florenski’nin Tersten Perspektif makalesi görsellik, orta çağ ve Osmanlı kültürüne ait resmi çok daha bütünsel görmemi sağladı Reverse Perspective albümüne şekillendirmemde payı çok büyük.
“ÇOK CİDDİ BİR ANLAM VE İNANÇ KRİZİ İÇİNDEYİZ”
Günümüzde müziğe eskisinden daha kolay erişebiliyoruz. Müzik dinleme ve öğrenme alışkanlıklarımız değişiyor. Peki siz, özellikle de son 10 yılda pek çok janrada ortaya konan eserlere baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Bir değişim gerçekten var mı, çeşitlilik arttı mı sizce?
Evet bir çeşitlilik var ama ciddi bir anlam ve inanç krizi içerisindeyiz. İbn Arabi’nin çok sevdiğim bir sözü var, “Çokluk içinde kaybolan cahiller” der. Bence bu söz bugüne çok uyan bir niteliğe sahip. 1980 sonrası neo-liberal üretim ve tüketim şekillerinin doyum noktasında ulaştığımızı düşünüyorum. Herkes kendini kayıp hissediyor bu çeşitlilik içerisinde çünkü bu kadar fazla üretim suya atılan imzalar şeklinde bir hal içerisinde. Ne üreten kendi ürettiğine inanıyor ne dinleyen dinlediğine inanıyor çünkü üretim sadece tanınma kaygısı ve maddi kaygılar ile şekilleniyor. Sonucu, organik olmayan fakat teknik olarak mükemmel tınlayan eserler. Bu durum aslında her müzik türünde ve daha doğrusu hayatımızın her noktası için geçerli. Aslında bir değişim var, ben buna “yokluğa yatırım” diyorum. Üreticiler farkında olmadan yokluğa yatırım yapıyorlar ve bence artık bir dönemin sonunu kendi elleriyle hazırlıyorlar. Bu bağlamda değişim denebilir.
Modern Müzik Akademisi’nin direktörlüğünü yürütüyorsunuz. Müzik öğretmek, genç yeteneklerle bir arada olmak nasıl bir duygu, sizi en çok ne etkiliyor?
Beni en çok, müziğe yeni başlayan gençlere anlatmak besliyor diyebilirim. Her zaman kavramlar, tanımlar ve içerikle yeni ve taze ilişki kurmanızı sağlıyor. Her geçen gün anlatım formunuzu ve insana yaklaşım tarzınızı gözden geçirmeye sebep oluyor. Benim anlatma formumda en önemli prensip, “Bilen üç cümlede anlatır” olmuştur. O yüzden yeni başlayan genç arkadaşların temel noktalardaki soruları cümlelerimi daha ekonomik ve etkili kurmama neden oldu diyebilirim. Manevi olarak bana kattığı şeyi cümlelerle ifade edemem. Öğrencilerimin akademik ve profesyonel hayatta ki başarıları ve kendi üretimlerine gösterdikleri özen ve disiplin beni çok ama çok mutlu ediyor.
Los Angeles’ta bir hapishanede mahkumlar için Türk müziği atölyesi düzenlediniz. Bu nasıl bir deneyimdi, neler gözlemlediniz?
11 Eylül sonrası Amerika’da kültürler arası diyalog çok yaygın bir hal almıştı. Beni de böyle bir organizasyona davet etmişlerdi. Mahkumlara Türk müziği anlatmak ve çalmak bu organizasyonun bir parçasıydı. Karşımda çok genç yaşlarda inanılmaz sert hayat tecrübeleri yaşamış insanlar vardı ve hala çok gençlerdi. Gardiyanlar herhangi bir olumsuz durum yaşanırsa bize koşmamız gereken koridoru gösteriyorlardı. Çok gerilmiştim. İlk grup geldiğinde karşımda birçok cinayet işlemiş 10-15 yaşlarında çocuklar vardı. Konuşmamı toparlamakta zorlanıyordum. İkinci grup 15-20 yaş aralığındaydı. Onlarla olan iletişimim daha rahat olmaya başladı. Hatta daha sonra birlikte kodeslerinde yemek yedik. En unutamadığım an ise oradan ayrılırken ismimi tezahür ederek beni alkışlamaları olmuştu. Birçok önemli yerde konser verdim; BBC Senfoni, Berlin Filarmoni konser salonları, Harvard ve UCLA gibi birçok yerde ama bu tecrübe ile kıyaslanmazlar.
“İNSANLAR ANLAMADAN, PANİK HALİNDE HAREKET EDİYOR”
Çocukluğunuzun babanızın Ağrı’dan getirdiği yerel uzun hava kayıtlarıyla geçtiğini okuduk. Biraz daha anlatır mısınız çocukluk yıllarınızı, küçükken dinledikleriniz sizi nasıl etkiledi, sonrası için size nasıl bir anahtar oldu?
Çok renkli bir çocukluk dönemim oldu. Hem 80 sonrası batıya açılan Türkiye hem de ekonomik dönüşüm sürecinde ailemiz Ağrı’dan sonra Kırıkkale ve İstanbul şeklinde bir hat çizdi. Hem doğu kültürüne ait geleneklerin etkisi hem de abilerimin etkisiyle birçok kitap ve müzik bana çok renkli bir dünya gösteriyordu. Babam ben ilkokula yeni başladığım sıralarda birçok Kürtçe uzun hava dinlerdi. Benim de kulağımda çok yer etmiştir ve gerçekten çok etkileniyordum, çok ağlıyordum. “İlk Renk” albümüne adını veren parçanın sonunda uzun hava okuyarak o günlere bir gönderme yapmak istedim. Yine aynı dönemlerde klasik batı müziğinden çok etkilenmeye başlamıştım. Hatta abimin getirdiği bir Maurice Ravel “Bolero” kaydını uykumda ıslıkla söylediğimi söyler abim.
Son albümünüz “Reverse Perspective” geçtiğimiz yıl yayınlandı. Türkiye’deki caz dinleyicisini nasıl tanımlarsınız? Sizce ülkemizde caz müziğe olan ilgi son yıllarda şekil değiştirdi mi, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de caza yoğun bir ilgi olduğunu düşünüyorum fakat bu müziğin iç dinamiklerinin dinleyiciye ifadesinde hem müzisyenlerin hem akademik ortamın hem de organizasyonların ortak bir dil yaratamamış olması bu ilginin yapısal olarak dönüşmesi ve gelişmesinde uzun vadede tehlike arz ettiğini düşünüyorum. Toplumsal iletişim kuvvetli bir nitelik kazanınca var olan aktiviteler, konserler ve atölyeler hem bu ilgiyi daha taze tutabilir hem de yeni nesil müzisyenlere daha fazla şans tanınabilir. Kurumlar ve müzisyenler arası entegrasyon yeterli şeklide desteklenmeyince, konser organizasyonları devamlı bütçe kaygısı içerisinde. Müzisyenler ise, hem tanınma kaygısı hem de finansal problem arasına sıkışmakta.
Son albümün ana fikrinde tüketim ve hız odaklı yaklaşıma farklı bir açıdan yaklaşıp kendimizi dönüştürme vardı. Siz bu hayatın hızı karşısında kendinizi nasıl dönüştürüyorsunuz? Yavaşlamak, sakinleşmek, hatta durmak size neler katıyor?
Dünyada hızlı hareket etme zorunluluğu öyle bir hale geldi ki insanlar anlamadan panik halinde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Benim için de hal böyleydi. Çok ciddi bir akademik ve profesyonel bir birikime sahip olduğumu düşünmeme rağmen müzik adına hareket edemediğimi ve temel noktalarda ciddi boşluklar olduğunu farketmeye başladım ve ciddi bir psikolojik yıkımla yüzleşmek zorunda kaldım. Bana verilen diplomalar bilgi üretiminden çok aferin toplamama yardımcı oluyormuş. Daha sonra yaklaşık 10 sene önce hayatımı durdurup en temel müzik bilgilerinden başlayıp neyi bilip neyi bilmediğimi görmeye başladım. O dönem maddi ve manevi olarak çok zor bir durumdaydım ama çok az da olsa kullandığım ve bütünleştiğim en ufak bilgi, beni hayata karşı daha güvenli hissettirmeye başladı. Şunu anladım ki modern eğitim kurumları enformasyon bombardımanı ile insanın bilgiyle bütünleşme hazzını yok eden bir forma bürünmüş. Bu bombardıman içerisinde koşturan modern insan, anlamanın zevkinden çok tanınmanın beğenilmenin uyuşukluğu içerisinde kaybolmuş. Aslında benim yaptığım anlayabilmek için kendime zaman ve mekan tanımak oldu.
Üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz var mı, sizden yeni neler dinleyeceğiz biraz anlatır mısınız?
Bu aralar doğaçlama üzerine yoğun çalışıyorum yakında bu konuyla ilgili bir kitap yayınlamayı düşünüyorum. Özellikle “Reverse Perspective” tekniği üzerinden geliştirdiğim bir doğaçlama yaklaşımını somutlamaya çalışıyorum. Bu yaklaşımı da yeni bir albümle dinleyicilerle paylaşmak istiyorum.
Karantina süreci aslında hepimiz için bir süre kendimizi dinlediğimiz, günlük rutinlerimizi gözden geçirdiğimiz bir süreçti. Belki de önceliklerimizi değiştirdi. Siz neler yaptınız bu dönemde, günleriniz nasıl geçti?
Bu dönemde durma sürecini çok derinden yaşadım. Tabii çok zorlu bir süreç kayıplar veriliyor ve acılar yaşanıyor ama herkes aynı şeyi söylüyordu, “Korona öncesi süreçte çok mutsuzum.” Anlam kaybı o kadar derinden yaşanıyordu ki herkes aslında durmak istiyordu. Gönül isterdi ki bu daha yumuşak yaşansın. Ben daha çok kitap okuyarak ve uzun meditasyonlar yaparak geçirdim.