Kurduğu tekinsiz dünyalar ve incelikli kurgusuyla her metninde hayranlığımızı arttıran Hakan Bıçakcı’nın ilk kurgu dışı kitabı olan “Alakalı Filmler 1 Tema 3 Film 33 Yazı” çıktıktan sonra aklımızdaki sorulara cevaplar aradık.
Ant Arın ŞERMET
Hakan Bıçakcı’nın kitaplarıyla tanıştığım ilk anı dün gibi net hatırlıyorum. Beyoğlu’nda gittiğim şu an olmayuan bir kitapçıdan aldığım “Uyku Sersemi”, kitabı aldığım bölgeye nazire yaparcasına Beyoğlu’ndan, İstanbul’dan, Hakan Bıçakcı’nın kendine has tekinsizliğiyle bahsediyor ve edebiyat tutkusu yeni yeni oluşan bir üniversite öğrencisinin zihnine kazınıyordu. Kendisinin kitaplarını okumuş çoğu okur sinemaya olan tutkusunu fark etmiş, sonrasında araştırmaya girdiyse sinema üzerine kalem oynattığı yazılarını okumuştur. Kariyerindeki ilk kurgu dışı kitabı olan Alakalı Filmler 1 Tema 3 Film 33 Yazı’yı okuduktan sonra bir röportajdan ziyade keyifli bir sohbete aracı olmasını umduğum soruları hazırlayıp kapısını çaldım. Sözü Hakan Bıçakcı’ya bırakmadan önce sohbetimizi bitirirken önerdiği R.E.M.’in, ‘Walk Unafraid’ şarkısını açmanızı önereceğim. Keyifli okumalar.
Alakalı Filmler, kariyerindeki ilk kurgu dışı kitap. Ancak senin kalemine aşina olanlar birçok dergideki sinema yazılarını biliyor. Soruyu daha fazla bilgiye boğup senden rol çalmaktansa Alakalı Filmler’in ortaya çıkış sürecini anlatmanı isteyebilir miyim?
Neredeyse romanlarım, öykülerim yayımlanmaya başladığından beri birtakım yerlere filmler üzerine yazıyorum. Benim için çok eskiye dayanan bir durum. Ancak hiçbir zaman bunları kitaplaştırmak gibi bir düşüncem olmadı. ‘Bir gün yaparım belki’ diye hayalini kurarsın ya, o bile yoktu. İlk başladığım zamanlarda yazılarım vizyondaki filmlerle alakalıydı. Gazetelere yazıyordum. Sonra dergilere geçtim. Sonra gazeteler kapandı, dergiler kaldı. Şimdiyse dergiler de git gide azalıyor biliyorsun. Böylece farklı mecralarda yazmaya devam ettiğim için kitaplaştırmayı hiç düşünmedim. Ta ki Murat Özer’in davetiyle Arka Pencere’ye dahil olana kadar. Arka Pencere, matbu olarak yayımlanmaya başladığında “bize düzenli olarak bir şeyler yazar mısın” deyince ne yapabileceğimi düşündüm. Çünkü normaldeki gibi bir film alıp onunla ilgili yazı yazmak değil, farklı bir şey olsun istedim. Böylelikle 3 film karşılaştıracağım alakalı filmler macerasına ilk olarak orada başladım.
Alakalı Filmler devam ettikçe bayağı konsept oturmaya başladı. Temalar, üç film değişiyor ama konsept değişmiyor. Her seferinde bambaşka bir konuda, bambaşka üç filmi karşılaştırdığım; ortak yönlerini, ayrıştığı yerlerin üstüne gittiğim, filmlerin hikayelerine odaklandığım bir seriye dönüştü. Sinema yazarı olarak değil, edebiyatçı kimliğimle filmlerin teknik konularına, tarihçesine, oyuncularına değil de hikayelerine odaklanmaya çalıştım. Filmlerle romanların ortak noktaları olan hikayeler aslında benim odağımdaydı. Yazılar ilerledikçe ilk defa kitaplaşabileceğini orada hissettim. Çünkü gelişigüzel film yazıları değil, teması olan yazılardı.
Arka Pencere kapandı, Seven Mecmua’ya döndü. Orada devam ettim ama o da kapandı. Bir sene kadar da Kafkaokur’da devam ettim bu yazılara. Onlar benden öykü bekliyorlardı ama ben onlara film yazısı yazarım dedim. Öyküyü tercih ederlerdi muhtemelen ama sağ olsunlar kırmadılar. (Gülüyor)
Neyse yazıları toparladım. Bir tane de sonradan yazı hazırladım. O da “Aftersun”ın olduğu “Hatırladığım kadarıyla” başlığını verdiğim yazıydı. Tabii yazıları toplamakla kalmadı. Yazıları toplamak işin %10’luk bir kısmıydı. Onlara yıllar içinde verdiğim atölyeler, aldığım notlar, izlediğim filmler vb. birçok yerden hazırladığım notları kullanarak bir giriş metni yazdım. Sonra yayınevim İletişim Yayınları bölümlere bir kapanış metni yazmamın daha iyi olacağını söylediler ve kapanış metinlerini yazdım. Özetlemek gerekirse çok zevkli olduğu kadar çok yorucu bir süreçti.
“Kendi dünyanda kalem oynatıyorsun, kurmacanın öyle bir özgürlük alanı var.”
Sıfırdan bir kurgu metin yazsan sanki daha az uğraştırırdı.
Kesinlikle öyle. Kurguda şöyle bir durum var; orada günahıyla, sevabıyla sana ait bir şey ya, olursa senin başarın olmazsa senin başarısızlığın. Kendi dünyanda kalem oynatıyorsun, kurmacanın öyle bir özgürlük alanı var. Tabii bir yandan çok fazla anksiyete yaratacak bir şey çünkü tamamen bir boşluktasın. Yine de onun bir konforu var. Burada daha fazla stresliydi çünkü başkalarının eserleri üzerine kalem oynatıyorsun. Başkalarının çalışmaları üzerine söz söylemenin getirdiği ekstra bir sorumluluk var. Kafamın arkasında hep bir ses “o film onu demiyor ki, belki de yanlış biliyorsun” diyerek benimle konuşuyordu…
Çok didaktik ve ders verir gibi olmasını da istemedim. Bir yandan da çok kişisel ve benim beğenilerim üzerine kurulu olmasın gibi iki uç noktada belirledim kendime. Onun ortasında kalmaya çabaladım. O yüzden hakikaten kurmaca yazmaktan daha zorladı desem yeridir.
Kitabın yapısını oluşturan temayı bulma fikrin ve bunu harika detaylandırman kadar, bulduğun temaları da bir ana kümenin altında da sınıflandırmışsın gibi düşünüyorum. Aile, tekinsizlik, korkular; korkular kendi içinde farklı alanlara dağılıyor sanki. Buna dair düşüncelerini almak isterim.
Çok doğru bir noktayı yakalamışsın ve bunu yakalaman beni çok mutlu etti. Kitabın kurgusu için de çok uğraştım. Gelişigüzel sıralamadım yazıları. Dergiye yazarken her ay bir konu bulup onunla ilgili üç film seçip onu yazmak gibi stresli bir sorumluluğum vardı. O esnada ‘önceki ay ne yazdım’, ‘gelecek ay ne yazacağım’ gibi düşüncelerim olmuyor, sadece yazacağım yazıya odaklanıyordum. Tabii süreç bu yazıları kitaplaştırmaya evrilince işlerin rengi değişti. 33 yazıyı aldım ve bir kurguya oturtup sıraladım. Sıralarken de belli bir mantığa göre dizdim. Senin de fark ettiğin gruplamayı yaptım. Aileyle ilgili filmler bir arada, bilimkurgusal filmler, bilimkurgu korku temalılar bir arada gibi düşünebilirsin. Bir önceki yazı bir sonraki yazıya hafiften pas atıyor, belli belirsiz bir dirsek teması var. Yerlerini defalarca değiştirdim. Oklarla, “bu buraya”, “şu, bunun arkasına” geçsin dediklerim oldu. Örneğin hayaletle ilgili bir yazı varsa öbüründe yine hayalet temalı bir yazıyı onun altına ekledim. Gizli bir kurgu yapmaya çalıştım.
“Varoluşsal olarak tutkuyla bağlandığımız konuların bir göreve dönüşmesi acıklı.”
Günümüzde sosyal medya mecralarından, arkadaş sohbetlerine kadar en fazla dikkatimi çeken noktalardan biri; herkesin, her şeyi izleme, dinleme, okuma zorunluluğu hissetmesi ve çok kısa bir süre sonra bunları hatırlayamayacak hale gelmesi. Bilmem katılır mısın ama tükettiğimiz materyalle baş başa kalmamızın gerekliliğini unutur hale geliyoruz gün geçtikçe. Hatta Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kitabında yer alan “Hiç kimsenin artık diğerleri tarafından tanınamadığı bir toplumda, her birey kendi gerçekliğini tanıyamaz hâle gelir.” sözünü hatırlatıyor bana bu durum. Sence bu tek tipleşmenin duracağı bir nokta olacak mı? Yoksa çoktan mavi hapı seçtik mi?
Bu izleme, okuma listeleri bir yandan hem anksiyete yaratan bir şey hem de bir yandan hayatımızın bir parçası. Senin için de öyle olduğuna eminim. Çağın bize dayattığı yetişme telaşının bir sonucu. Her şeyin elimizin altında olması da yadsınamayacak bir nokta. Her şeyin elimizin altında olması bizi hem panikletiyor hem de pasifize ediyor. Bir kitapla, filmle baş başa kalıp geri kalan her şeyden soyutlanıp onunla bir derinlik sarhoşluğu yaşama olgusunu kaybediyoruz. Hatta bir noktadan sonra göreve dönüyor. Varoluşsal olarak tutkuyla bağlandığımız konuların bir göreve dönüşmesi acıklı tabii ki.
Bana gelecek olursak bir gel-git yaşıyorum aslında. Bir yandan bir görev insanı olarak bu görev duygusunu bazen hissediyorum. Bazen de kendimi soyutlayıp çağın bana dayattığı listeleri değil de kendi kendime yaptığım listelerin peşine düşünüyorum. Bu bana daha fazla mutluluk veriyor. Görev duygusuyla bir şeyleri takip edince insan kendisi olmaktan çıkıp tam da dediğin gibi tek tipleşiyor. Platformların da etkisiyle herkes aynı filmleri izliyor. Kendimi sadece görmem gereken filmleri izleyerek sınırlasam çok yüzeysel olurdu her şey. Bir nevi bir dengede gittiğimi söyleyebilirim.
Sana soruyorum ama ben de bu tek tipleşmeyi kendimde sık sık gözlemliyorum. O yüzden yalnız hissetmemek için sormak istedim.
Sevdiğimiz şeylerin iş haline gelmesi çok kıymetli. Ne mutlu bize ki bunu iş olarak yapabiliyoruz. Bir yandan da kaçınılmaz olarak böyle erozyonlarla karşılaşıyoruz. Şöyle bir slogan kullanabiliriz bence; hobini işe çevirdiğinde fobin haline gelir! (Gülüyor)
Bir önceki sorunun devamı niteliğinde soracağım bu sorumu. Alakalı Filmler bence çok önemli bir hafıza tazeleyici. Bu kitap özelinde sinemadan bahsettiğimiz için senin izleyicilik deneyiminin edebiyatına ve hayatına yansımalarını öğrenebilir miyim?
İlk kitabım için yaptığım ilk röportajdan beri hep söylerim. En az edebiyat kadar filmlerin de etkisi var üzerimde. Ayrıca bu bir tek bana özgü bir şey değil. Benim kuşağımdaki yazarların çoğunda böyle bir etki olduğunu düşünüyorum. İkisi dil olarak bambaşka formlar. Ancak ikisi arasındaki ortak nokta hikayeler. Bir karakterin başından geçenler, bir climax’e (filmin zirve yaptığı an) doğru yükselip alçalan hikayeler… Burada romanlar kadar filmlerin de etkisi var üzerimde hem bir yazar hem de bir vatandaş olarak.
Bu kitabın amaçları dediğin gibi dönüp bakmak aslında. İzliyoruz, takdir ediyoruz, geçiyoruz. Şimdi ne izleyeceğiz diye bakınıyoruz… Bir noktada durup geriye dönüp bu filmlere tekrar bakmak; sinemaseverlerin bu sık sık yaptığı bir şeydir. Benim için bu kitabın geriye dönüp hafıza tazeleme, temize çekme işlevi de vardı.
Edebiyat kadar sinema ve müziğe olan ilgini de biliyorum. 2023’ü tamamlarken aklında kalan filmler ve albümleri sormak istiyorum. Sinema ve müzik dışında bir alandan “şu harikaydı” dediğin bir şeyler varsa onları da duymak isterim.
Film olarak ilk aklıma gelen “Anatomy of a Fall”. Son dönemde izleyip çarpıldığım, bayıldığım bir filmdi. Hatta filmden çıkınca aklıma iki film geldi hemen. Ama izlediğim zaman Alakalı Filmler’i teslim etmiştim. “Saint Omer” ve “A Separation” filmleriyle bağlantılı yeni bir yazı konusu olarak aklıma geldi ama sonra kendime “dur artık” dedim.
Dizi tarafına geldiğimizdeyse “How to With John Wilson”ı ben biraz geç keşfettim. Muhteşem bir dizi. Bu sene son sezonu yayınlandı. Acayip zihin açıcı bir dizi. Ben bir de tüm diziyi üst üste izledim. Sonrasında sokağa çıktığımda algım değişiyordu. Etrafa bakışımı değiştirecek kadar sanatın dönüştürücü gücünü birebir üstümde hissettim. Uzun zamandır bir diziden bu kadar etkilenmemiştim.
Müzik olaraksa aklıma albüm gelmedi ama ara ara sevdiğim bir gruba tekrar sardığım oluyor. İlk albümlerinden, demolarına, EP’lerinden, konser kayıtlarına bir tarama yapmayı çok severim. Bu böyle “hadi şimdi bunu dinleyeceğim” diye planlayarak gelişen bir durum değil tabii ki. Müzik dinlerken bir şarkısına denk gelirim ve birden o grup tekrar çağırır beni. Son dönemde R.E.M. bana bunu yaşattı.
Of! Daha bu sabah seninle konuşmadan önce dinliyordum.
R.E.M. külliyatına bir girdim, bu ilk dönemlerine… Yani alternatif müziği bayağı başlatan çok önemli bir grup. Yani önemlerini anlatmayayım burada ama özellikle ilk dönemlerinin olduğu bir best of albümleri vardır. Ancak klasik bir best of gibi düşünmeyin o albümü. R.E.M.’in ilk akla gelen şarkıları yoktur orada çünkü sadece ilk dönemi vardır orada. O gitar tonu, o vokal tarzı… Muhteşem. Bu ara R.E.M. ile yatıp R.E.M. ile kalkıyorum. O “Monster” albümü nedir ya öyle…