Piyanist, klavsen sanatçısı ve besteci İklim Tamkan, Ermeni besteci Arno Babajanian’ın “Élégie” isimli eserini yorumladığı yeni kaydını Iklim Tamkan Productions etiketiyle bir süre önce dinleyicilerle buluşturdu. Eserin klibi ise Beşiktaş’taki Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nde çekildi. Babajanian’ın, dostu Aram Khachaturian’ın anısına ve 18. yüzyılın büyük Ermeni ozanı Sayat Nova’nın “Kani vour jan im” adlı halk ezgisi üzerine inşa ederek bestelediği bu lirik eser; derin bir hüzün, kayıp duygusu ve direnci aynı anda barındırıyor. Bir arada, hoşgörü ve barış içinde yaşamayı hayatının her alanında savunan İklim Tamkan da esere getirdiği yorumla bu melodiyi bugüne taşıyarak dinleyicilerini geçmişle sessiz bir diyaloğa ve birlikte yaşama inancının izini sürmeye davet ediyor. Ben de bu vesileye politik duruşunu müzik yolculuğuna da yansıtarak ülkesinde “azınlık” olarak yaşayan dostlarıyla beraber geleneksel sesleri de günümüz dinleyicisine taşımayı ve aynı zamanda yeryüzünde yaşanan insan hakları mücadelelerine destek olmayı da hedefleyen sevgili İklim Tamkan ile eseri yorumlama sürecini ve çok daha fazlasını konuşma fırsatı buldum.
Ermeni besteci Arno Babajanian’ın “Élégie” isimli eserini yorumladığınız yeni kaydınızı yakın zaman önce dinleyicilerle buluşturdunuz. Öncelikle neler hissettiğinizi konuşarak başlayalım derim röportajımıza. Yeni teklinizle birlikte hangi duyguların içindesiniz?
“Élégie”nin yayımlanması, benim için yalnızca bir müzik çalışmasının tamamlanışı değil. Uzun süredir hayalini kurduğum bir eseri, her aşamasıyla bir bütün olarak dinleyicilerimle buluşturmanın mutluluğunu yaşıyorum. Şu ana kadar çok güzel ve değerli kritikler aldım. Elbette çok mutluyum. Bu kayıtla birlikte hem kişisel hem de kolektif hafızanın sesini bugüne taşımaya çalıştım. İçimdeki duygu çok sade ama çok güçlü: Bu eser aracılığıyla yalnızca kendi sesimi değil, birlikte yaşamanın, barışın ve yüzleşmenin sesini de duyurmak istedim.
Bir müzisyen için her yeni üretimin/çalışmanın/projenin bir hikâyesi olduğuna inanıyorum. Yeni teklinizin yolculuğu nasıl gelişip şekillendi? Bu özellikle planladığınız bir yolculuk muydu yoksa kaderin ördüğü ağlar ve birtakım tesadüfler mi bu teklinin yolunu çizdi?
Her eser bir yolculuktur. Élégie’nin yolculuğu da benim planladığım bir çizelgeden çok, kaderin ördüğü ağlardan ve hayatıma sızan tesadüflerden doğdu. Yıllardır hayalini kurduğum bu kayıt, doğru zaman ve doğru insanların bir araya gelmesiyle anlam kazandı. Çalıştığım parçayı duyan çok değerli Ermeni bir dostum bana şaşkınlıkla, “Sen bu eseri nereden biliyorsun?” diye sordu. O soruyla birlikte, bizi bu yolculuğa çıkaran görünmez bağları yavaş yavaş keşfetmeye başladık. Yıllar önce dedemin anneme hediye ettiği, içine özenle yazılmış bir not iliştirdiği Takuhi Tovmasyan’ın “Sofranız Şen Olsun” kitabı yeniden ortaya çıktı. Fakat ben, bu değerli kitabın yazarının dostumun halası olduğunu o ana dek bilmiyordum. İşte o anda, hepimiz için zamanın içinden geçen bir köprü kurulmuş gibi oldu; geçmiş, bugün ve müzik aynı noktada buluştu. İlk baskısını bu kez kendi adıma imzalattığım kitap ve Ermeni müziğine duyduğum derin merak, bizi yeniden bir araya getirdi. Ve elbette, Takuhi Tovmasyan’ın cömert kalbi ve içtenliği, bu kaydın en güçlü ilhamlarından biri oldu. Sanat, bireysel bir üretimmiş gibi görünür; oysa aslında kolektif bir belleğin ürünü, dayanışmanın sonucudur. Bu eser, o belleğin bir tezahürü oldu.
Teklinin ismi olan “Élégie” kelimesinin anlamını yaşamını yitirenler için ağıt niteliğinde olan hüzünlü, melankolik veya dokunaklı şiir olarak açıklayabiliriz. Kelimeyi bugünün bitmek bilmeyen şiddet ve soykırım dolu dünyası ile yan yana getirince ise bambaşka bir anlam kazanıyor. Sizce “Élégie” geçmişle bugün arasında nasıl bir köprü ve bağ kuruyor?
Élégie, kelime anlamıyla bir ağıt. Ama bugün savaşların, şiddetin ve soykırımların gölgesinde bu kelime daha evrensel bir anlam kazanıyor. Bu eseri yalnızca yeni bir kayıt değil; hoşgörü, barış ve birlikte yaşama çağrısı olarak sunuyorum. Aynı zamanda geçmişle sessiz bir yüzleşme gerçekleştirmeyi de hedefliyorum. Zaten sanatın en incelikli gücü de budur. Unutturulmak isteneni zarifçe görünür kılar.
Bu hâliyle Élégie, geçmişin sessiz yaslarıyla bugünün haykırışları arasında bir köprü kuruyor. Çünkü geçmişle yüzleşmeden bugün barışı kuramayız. Hafıza yalnızca geçmişin hatırlanması değil, geleceğin de inşasıdır. Hafızayı diri tutmak, unutmayı dayatanlara karşı en güçlü direniştir. Ben o yüzden bu kaydın amacını ve felsefesini çok önemsiyorum.
Babajanian’ın, dostu Aram Khachaturian’ın anısına ve 18. yüzyılın büyük Ermeni ozanı Sayat Nova’nın “Kani vour jan im” adlı halk ezgisi üzerine inşa ederek bestelediği bu lirik eser; derin bir hüzün, kayıp duygusu ve direnci içine hapsetmiş durumda. Eseri yorumlarken bu olgular size nasıl yön verdi?
Babajanian, bu eserde Sayat Nova’nın halk ezgisini Khachaturian’ın hatırasıyla buluştururken aslında bir hafıza zinciri kurdu. Ben de o zincire yeni bir halka eklemek istedim. Melodilerin kırılganlığı bana toplumların sessiz acılarını; geniş akorların gücü ise direnci hissettirdi. İkisini birbirinden ayırmadım. Çünkü biliyorum ki gerçek güç, acıyla yüzleşmenin içinden doğar.
Eseri kendi yorumunuzu katmadan önce nasıl bir ön hazırlık yaptınız? Eserin özgün formundan uzaklaşmadan yeni bir yorum katmak sizi nasıl bir yolculuğa çıkardı? Bu çalışma sürecini de öğrenmek isterim.
Hazırlık sürecim notalardan çok sessizliklerle ilgiliydi. Fazlalıklardan arınmak, gösterişi geride bırakmak ve eserin özüne yaklaşmak istedim. Kimi anlarda kendimi, susturulmuş bir hafızayı yeniden konuşturuyormuş gibi hissettim. Daha dingin, daha rafine bir dil seçmemin sebebi buydu: Notaların arasına gizlenmiş sessizliği görünür kılmak. Umarım becerebilmişimdir.
Merak ettiğim bir husus daha var. Bir esere yapılan yeni bir yorum, o eserin orijinal versiyonu ile nasıl bir soydaşlık kuruyor sizce?
Bir esere getirilen her yeni yorum, aslında onunla kurulan bir akrabalıktır. Yorumcu eseri yeniden doğurur; onu bugüne taşır, ona yeni bir ömür verir. Benim için mesele Babajanian’ın sadece izini sürmek değil; onun izine kendi vicdanımı, kendi hafızamı ekleyerek bugünün dünyasında yeniden var etmekti.
Ben bu kaydımda, eserin özgün hâline neredeyse sadık kaldım diyebilirim. Sadece bazı süslemeleri-motifleri birazcık sadeleştirdim. Bu elbette yeni ve özgün bir yorum; ancak kayıtlar arasındaki benzerlikler soydaşlıktan daha fazlası.
Eserin adeta ruhuna üflediğiniz yeni yorumla birlikte melodiyi bugüne taşıyarak dinleyicileri geçmişle sessiz bir diyaloğa ve birlikte yaşama inancının izini sürmeye davet ediyorsunuz. Bir arada, hoşgörü ve barış içinde yaşamayı hayatınızın her alanında savunan bir sanatçı olarak dünyanın siyasi ve sosyolojik açıdan sürüklendiği mevcut durum sizi nasıl etkiliyor?
Elbette bu evrensel çöküş ve yozlaşma hepimizi olduğu gibi beni de kötü etkiliyor. Bu zamanın ağırlığında kendimi çokça geçmişe özlem duyarken buluyorum. Yaşadığımız çağ, ayrışmayı ve kutuplaşmayı büyütüyor. Böyle zamanlarda sanatın en önemli görevi, bu karanlığa karşı bir direniş dili kurmak. Élégie benim için bir piyano parçası olmanın çok ötesinde: Barışa, bir arada yaşama ve hoşgörüye adanmış bir anıt. Tarih boyunca muktedirler hep sanatı susturmaya çalıştı çünkü sanat insanları aynı duyguda buluşturur, ortak bir dil yaratır. Ama biliyoruz ki müzik hiç susturulamadı. Ben de bu sorumluluğu derinden hisseden bir müzisyen olarak kendi sesimle, bu direnişin bir parçası olmak istiyorum elbette.
Kaydın kapağında kalabalık bir aile sofrasında çekilmiş fotoğraf görüyoruz. Siyah beyaz olmasına karşın geçmişin iç ısıtan ve mutluluğa kapı aralayan pek çok duygusunu, fotoğrafın her noktasında hissedebiliyoruz. Dayanışmayı, hafızayı ve birlikte yaşamı simgeleyen bu kare eserle nasıl bütünleşiyor ve görsel bir hafıza parçası olarak bizdeki karşılığını buluyor?
Herkeste farklı bir karşılık bulacaktır ama kapakta kullandığımız aile sofrası fotoğrafı, benim için yalnızca bir kare değil, çok özel bir dünyaydı. Siyah beyaz olsa da içinde dayanışmanın, bir arada yaşamın, gerçek sevginin renkleri vardı. O fotoğraf bana şunu hatırlattı: Bir arada yaşamak, aynı sofrada buluşabilmek, acıyı ve sevinci paylaşabilmektir. Fotoğraf, bu eserin ruhunu görselleştirdi; hafızanın kırılgan ama güçlü damarını gözler önüne serdi. Élégie için o fotoğraftan daha güzel bir kapak düşünemiyorum ve sizin aracılığınızla buradan tekrar değerli Tovmasyan, Zaman ve Dink ailelerine teşekkürlerimi, minnettarlığımı iletmek istiyorum.
Esere getirdiğiniz yorum sayesinde melodiyi yalnızca bir piyano eseri olarak değil, barış, hoşgörü ve birlikte yaşama çağrısı olarak sunuyorsunuz. Unutturulmak isteneni zarifçe görünür kılan bu yaklaşımınızın her anlamda kutuplaşmış bir dünya düzenine direnmesi ne derece mümkün?
Müziğin kutuplaşmış bir dünyaya karşı direnme gücü sınırsız değil belki ama çok kıymetli. Çünkü müzik unutturulmak isteneni görünür kılar. Bir ağıtla acıyı, bir marşla isyanı, bir türküyle sevinci taşır. Benim yaklaşımım da bu: Notaları bir arada yaşam ve barış çağrısına dönüştürmek. Barış yalnızca dilemekle olmaz; yüzleşme ve hafıza olmadan kalıcı olamaz. Sanatın görevi ise bu yüzleşmeyi diri tutmaktır.
İcra edilen eserin ve mekânın müzik için olmazsa olmaz faktörlerden biri olduğuna inanırım. Eserin klibinin Beşiktaş Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nde çekilmiş olması da beni ayrıca heyecanlandırdı. “Müzik” ve “mekân” kavramları, klibinizde birbirini nasıl tamamladı? Bir müzisyen olarak eseri icra ettiğiniz mekânın sizin üzerinizde nasıl bir etkisi mevcut?
Beşiktaş Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nde kayıt yapmak, müziğe yepyeni bir boyut kattı. O mekân yalnızca taş ve duvarlardan ibaret değildi; geçmişin ve bugünün ortak tanığıydı. Çalarken yalnız değildim; mekânın sessizliği, ışığı ve tarihi bana eşlik etti. Mekân, müziğin ruhunu büyüttü; ben de o müthiş mimari ve atmosfer sayesinde o ruha ses olabildim.
Röportajımızın sonlarında doğru daha kişisel bir soru sormak isterim. Sizce müzik, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Müzik, umutsuzluğun en karanlık anında bile bir nefes açar. Bazen söze dökülemeyen acının dili bazen de baskıya karşı yükselen bir isyandır. Benim için müzik hem kişisel hem toplumsal bir direniş biçimidir. İnsanları aynı acıda, aynı sevinçte, aynı umutta buluşturabilen evrensel bir dildir. Bu yüzden her zaman bir ışık yakar.
“Bu eser, müziğin diliyle hoşgörünün, barışın ve bir arada yaşamanın zenginliğini; geçmişin acılarıyla yüzleşmenin asil cesaretini dile getirmektedir. Bu kayıt, barış uğruna emek vermiş, iz bırakmış ve hatıraları ebediyen yaşayanların aziz hatıralarına ithaf edilmiştir.” yorumunda bulunuyorsunuz. Kaydı dinleyenler için “Dergy” aracılığıyla vereceğiniz bir mesaj daha vermek isteseniz neler söylemek istersiniz?
Dinleyicilere şunu söylemek isterim: Bu kayıt yalnızca bir eserin icrası değil, aynı zamanda bir hafıza, bir arada yaşam, hoşgörü ve bir barış çağrısıdır. Unutturulmaya çalışılanı hatırlatmak, yüzleşmenin cesaretini göstermek, bir arada yaşamın mümkün olduğunu fısıldamak için var. Eğer bu müziği dinlerken içinizde bir anlığına bile olsa dayanışmanın güzelliğini, birlikte yaşamanın değerini, kutsallığını ve barışın ihtimalini hissederseniz ben amacına ulaşmış sayarım kendimi. Çünkü Élégie yalnızca bir piyano eseri değildir; hafızanın, barışın inancıdır, bir arada yaşamanın manifestosudur.
Röportajımızı gelecek projelerinize dair ufak tüyolar öğrenerek noktalamak isterim. Bundan sonrası için üzerinde çalıştığınız yeni albüm ve projeleriniz mevcut mu?
Piyano ve piyano literatürü haricinde tarihi tuşlu çalgılar ve dönem müzikleri ile de çok ilgileniyorum. Yeni sezonda farklı repertuvarlar ve enstrümanlarla hem dönemin stiline uygun ve sadık hem de deneysel çalışmalar yapmayı planlıyorum.
Sözlerimi bitirirken birlikte çalıştığım ve bu süreci benimle sırtlanan değerli dostlarıma da teşekkür etmek istiyorum. İlk olarak klibimizin yönetmeni ve sevgili dostum Melda Tarı’ya, tüm bu süreçte bizden desteğini esirgemeyen Sevan Karabetoğlu’na, değerli Serli Keçoğlu’na, başından sonuna beni destekleyen ve elini üzerimden hiç çekmeyen çok kıymetli Banu Zeytinoğlu’na – bkz İletişim’e- ve elbette çok değerli Tovmasyan, Dink ve Zaman ailelerine, Beşiktaş Surp Astvazazin Ermeni Kilisesi Vakfı’na, Türkiye Ermenileri Patrikliği’ne ve Kıdemli Peder Krikor Damadyan’a teşekkürlerimi borç bilirim.