Marcelo Rubens Paiva’nın anı kitabına dayanan “I’m Still Here”, ailenin yakın dostu olan Walter Salles tarafından yönetiliyor. Brezilya’nın yıldız oyuncuları, Fernanda Torres, Fernanda Montenegro ve Selton Mello’yu buluşturan film, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Ödülü’nün de sahibi oldu.
Paiva’nın babasının Brezilya’daki askeri diktatörlük sırasında evden götürülmesini, alıkonulmasını ve öldürülmesini anlatan filmi Salles’in, “Ben Hâlâ Buradayım, hiç kimsenin unutmasına izin vermemek için yapılmış bir film” sözleri özetliyor.”
Bir cennet tasviri oluşturalım desek kullanacağımız görsellerin sahibi olacak bir kent, Rio… Danslarıyla, oyunlarıyla, dostlarıyla kurdukları uzun sofralarda bize yaşamdan nasıl zevk alınacağını hatırlatan bir aile… Güneşli günlerin uzun saatler süren sahil keyifleri ufukta beliren bir helikopterle, gençlerin eğlenceli yolculuğu polis çevirmesiyle, sonunda danslar ve müzikler eşliğinde izlediğimiz her an(ıy)la bir karaktere dönüşen salonun keyifli ışığı örtülen perdelerle bölünmeye başladığında ise yutkunmakta zorlanacağımız bir öykü başlıyor. Bir gerçek yaşam öyküsü.
Askeri yönetim altındaki Brezilya’da dört kız ve bir erkek çocuğu ile her günün bir diğerinden keyifli geçtiği aile evinde başlıyor film. Sinema tarihinde sorgulanması asla bitmeyen “Mutlu bir aile hayatı mümkün mü?” sorusuna öyle güzel bir cevap seyrediyoruz ki izleyiciler olarak, şarap, muhteşem müzikler ve üzümlü dondurma ile hayatın tadını sonuna kadar çıkaran bu ailenin bir bireyi olmayı içten geçirmemek ne mümkün. Belli belirsiz hissedilen gerginliğin siyasi kaynaklı olduğunu kendi yaşamının içinde fark eden en büyük kardeş Vera (Valentina Herszage), bu atmosferde sessiz ve güvende olmayı tercih etmeyip başını derde sokacağı için İngiltere’ye gönderilir. Eunice (Fernanda Torres) kalan diğer küçük çocukları ve yardımcıları Zezé (Pri Helena) ile evde genellikle de eve dair bir yaşam sürerken Rubens (Selton Mello), eve gelen bazı dostları ile ülkenin politik gerginliği ve siyasetten bahseder. Bu samimi dost meclislerinde bile yorum yapmaktan kaçınan Eunice’ın sessizliği Rubens’in bazı şüpheli telefon görüşmelerine rastladığında da sürer. Çok geçmeden eski bir İşçi Partisi milletvekili olduğunu öğrendiğimiz Rubens’in, sürgünden yeni döndüğünü öğreniriz.
Büyükelçilerin kaçırıldığı haberleri ile kentin üzerine düşen karanlık kapıya gelenlerle evin içine sızar. Güneşli günlerde kahkahaların dans pisti olan salonun perdeleri bu davetsiz ziyaretçiler tarafından örtülür ve Rubens sorgulanmak üzere götürülür. Yalnızca birkaç saat süreceğini, sufleye yetişeceğini söyleyerek evden çıkan Rubens’ın kravatını, onu son kez gördüğünü bilmeyen kızı bağlar. Eunice’ın bakışları ise, gerçeklerin karanlığını seyirciye fısıldar. Artık evde sıkı sıkıya tembihlenmiş bir sessizlik, perdelerden içeriye sızamayan ışığın Rubens’in gidişini çağrıştıran yokluğu ve sivil giyimli askerler yer kalır. Çok geçmeden Eunice ve kızı Eliana (Luiza Kosovski) da sorgulanmak üzere götürülür. Yol boyu başına çuval geçirilen anne kız işkence seslerinin yankılandığı koridorlarda birbirinden ayrılır. Eliana’nın evine döndüğünü öğrendiğimizde Eunice’ın sorgulama seansları bitmez. Psikolojik baskıyla, manipülasyon yöntemleriyle donanmış sorgulama sistemleri ile tam 12 gün Eunice evine dönemez. Ancak evine döndüğünde bambaşka bir yolculuk başlar. Eğitimli ve zeki Eunice, kendisinin de alıkonulmayacağı bir plan ve işleyiş kurar. İlk amacı Rubens’in götürüldüğünü ispatlamaktır. Onun siyasi sürgünleri desteklediğini, iletişim kanalları oluşturduğunu öğrendiğinde izleyici de ilk kez bu kusursuz aile babasının ailesinden gizlediklerine vakıf olur.
Çok geçmeden Eunice’ın mücadelesi, çocuklarını tutulamamış yasın ve melankolinin teslim aldığı bir yaşamdan koruma ve Rubens’in resmi olarak öldüğünün ispatlanması çabasına dönüşür.
Eunice’ı filmin kahramanı olarak anmamız hiç de yanlış olmaz. Rubens’in yokluğunu hiç dile getirmez. Bütün acısını en derinine gömen Eunice’ı izlerken performansının büyüsüne kapılmak elde değil. Fernanda Torres’in bakışları, sessizliği, yutkunuşları… Filmin eleştirilerinde hep sessiz hüzün olarak nitelenmiş ancak hayır, asıl Torres’in sessiz öfkesinin yakıcılığına kapılıyor izleyici.
Filmin Rubens’i takip etmemesi, Eunice’ı merkeze alma tercihi, güçlü ve kıymetli bir stratejik karar. Rubens’in nereye gittiği belirsizdir, neden sorgulandığı belirsizdir, suçu belirsizdir, kimin götürdüğü belirsizdir, ne zaman döneceği belirsizdir. Ve dönüp dönemeyeceği, belirsizdir… Film, bilinmezliğin yarattığı yakıcı öfkeyi gösteriyor seyirciye. Bilinmezliğe götürülmüş kişinin yasının tutulması imkansızdır. Yas için önemli olan kişinin asla geri dönemeyeceğinin bilinmesidir. “Yas ve Melankoli” isimli makalesinde Freud, “Yas, sevilen bir yakının veya ülke, özgürlük, bir ideal gibi düşünsel-soyut bazı değerlerin kaybına karşı gelişen bir reaksiyondur” diye tanımlar bir kaybın ardında bıraktıklarını. Film özelinde Freud’un bu tanımlaması özellikle önemli ki, Rubens ile beraber kocaman bir ülke de güneşli günlerini, kahkaha sesleri yükselen sahillerini ve itiraz etme özgürlüğünü yitirip gider. Eğer yas doğru şekilde tutulmaz ve süreç tamamlanmazsa yerini melankolinin soğuk buhranına bırakır. O nedenle cenaze merasimleri, mezarlıklar ve ölüleri defnetmek yalnızca sosyolojik değil, sembolik olarak da güçlü eylemlerdir. Psikolojik olarak kaybın kabullenilmesi için gereklidir. Ölüm, dış dünyadan yansıdığında kişiler kayıplarının gerçeğiyle yüzleşir ve kabullenir. Rubens’in başına ne geldiği de bu nedenle önemlidir, ölümünün açıklanması ailesi için yeni bir sürecin başlangıcı olacaktır. Eunice de ilk olarak bunun peşine düşer. Ancak resmî açıklamalarda alıkonulmadığı, kaçtığı söylenir. Hem Rubens’in hem de adaletin yasının tutulmaması, bir daha güneşli günler görülemeyeceğini söyler izleyiciye. Rubens’in götürüldüğünü ispatlamak isteyen Eunice, son derece soğukkanlı bir tutumla üniversiteye geri döneceğini açıklar. Akademisyenlik ve aktivistlik yaşamının başlangıcıdır bu. Çok geçmeden ailenin evine olayları haber yapmak isteyen basın gelir. Ailenin fotoğrafta çok da mutlu görünmemesini söyleyen fotoğrafçıya inat, ağız dolusu gülerek fotoğraf çektirirler. Eunice, ailesinin bu baskıya teslim olmasına izin vermez.
Eunice, Rubens’in öldürüldüğünü öğrenince ağlamaz, bağırmaz, çocuklarını toplayıp ağlaşmaz. Artık yas tutabileceği gerçeğinin peşine düşer ve tırnaklarıyla kaza kaza yasına sahip çıkar. Baskıcı otoritelerin kimin yasının tutulup kimin tutulamayacağına karar verdiği bu karanlık dönemlerde asıl kahramanlık da bu değil midir?
Direncin gücünden beslenen Eunice’ın çalışmaları da tam bu nedenle önemli, yas eğer doğru şekilde sağaltılmazsa, süreç tamamlanmazsa yerine melankolinin soğuk buhranına bırakır demiştim. Eunice’ın bu mücadelesi ailenin mutluluk yuvası olan evlerini terk etmeleriyle başlar. Geri gelmemek üzere gittiğinden emin olunduktan sonra başlayan yolculuk, ailenin taşınması eski günlerin geri gelmeyeceğini söyler. Babalarının yokluğunun somutlaşmış gerçeğiyle tüm yaşamı değişen çocuklar için artık belirsizlik sona erer. Yıllar sonra Rubens’in kişisel eşyaları dağıtılır. Kaybın tanımlanabilir olmasıyla yas tutma basamakları tamamlanır.
Yasın yıkıcı etkisini, melankolinin büyük soğuk boşluğunu reddeder Eunice ve 48 yaşında avukat olmasıyla, Rubens’in ölüm belgesinin peşine düşmesiyle yasından yepyeni bir varoluş tanımlar. Sessiz isyanıyla, boyun eğmeyişiyle, zekâ ve eğitim ile başladığı mücadelede sinema tarihinde yer edecek bir kadın kahramana dönüşür. Ve mücadelesi 2014’te Rubens’in ölüm belgesi verilene kadar sürer. Fernanda Torres’in annesinin, Fernanda Montenegro’nun yaşlı Eunice rolünde perdeye yansıdığı sahneleri gözyaşlarımı tutamadan seyrettiğimi de itiraf etmeliyim. “Sinema, unutmaya karşı bir araçtır. Hafızayı yeniden inşa eder” diyen Salles, bu film ile Rubens’i unutmayı reddediyor. Sizi bu reddedişe davet ediyorum.