Geçtiğimiz günlerde Zorlu PSM’de prömiyerini yapan “İnsanlar, Mekanlar ve Nesneler”i izledik.
İpek ATCAN / [email protected]
Duncan Macmillan’ın yazdığı “People, Places & Things” Türkçe’ye tam da olduğu gibi, “İnsanlar, Mekanlar ve Nesneler” olarak çevrildi. Modern tiyatronun da en çarpıcı eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Oyunun süresi ilk etapta “eyvah! 130 dk ben ne yapacağım?” dedirtse de ardından 130 dk’nın nasıl geçtiğini anlamadığınız ve hatta “biraz daha devam etseydi keşke” dediğiniz bir tatta bitiyor.
Düşmeyen bir tempo
Oyun, bağımlılık, gerçeklik algısı ve kendini kabullenme gibi derin temaları, bu kelimelerin hissettirdiği ağırlıktan çok daha yüksek bir tempoda mercek altına alıyor. Emma adındaki bir aktris etrafında dönen hikâye, bir yandan onun rehabilitasyon merkezindeki deneyimlerini aktarırken, diğer yandan tiyatronun anlatım olanaklarını da zorlayan (sahnede bir sürü Emma gördüğünüzde beni anlayacaksınız!) yenilikçi bir çerçeve sunuyor.
Oyun, Emma’nın profesyonel ve kişisel hayatındaki çöküşü ile başlıyor. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı nedeniyle hayatını kontrol edemeyen Emma, kendini bir rehabilitasyon merkezinde buluyor. Başlarda gerçeklerle yüzleşmekte zorlanıp ortalığı bir nebze karıştırıyor. Onun bu direnişi o kadar gerçekçi hissettiriyor ki, izlerken cidden rahatsız oluyorsunuz. Burada Merve Dizdar’a alkışların en büyüğünü göndermek istiyorum. Kendisini zaten Cannes dünyaya “Buyurun, müthiş bir oyuncu!” diyerek sundu. TV dizileri ile pek alakası olmayan ama platformların da bağımlısı olan ben “Magarsus”ta kendisine bayıldım. Ama bu oyun bambaşka… İzlediğinizde siz de hak vereceksiniz.
Emma, gerçeklik algısını sorgulayan, karmaşık ve çelişkili ve bir o kadar da zeki bir karakter. Onun bağımlılıkla savaşı, sadece kimyasal maddelerle değil, kim olduğu ve neyi temsil ettiğiyle ilgili de bir mücadeleye dönüşüyor. Bu noktada ister istemez sadece madde değil her bağımlılığı aklınızdan geçirirken buluyorsunuz kendinizi. İnsan bağımlılığı, aile bağımlılığı, mesleki olarak hırslı olanların pozisyon bağımlılığı ve nicesi… Modern insanın toplumsal baskılar ve kendine yönelik beklentiler karşısındaki savunmasızlığını o kadar güzel yansıtıyor ki… Emma’nın bir oyuncu olması, onun gerçeklik ve kurmaca arasındaki karmaşık ilişkisini daha da derin bir hale getiriyor.
Güçlü metin, müzik ve dekor
Macmillan’ın metni, sadece diyalogların gücüyle değil, sahnesiyle de bir etki yaratıyor. Emma’nın kriz anlarında çoklu oyuncu kullanımı ve sahnedeki dönüşümler, ışık, müzikler, izleyiciyi müthiş bir şekilde içine çekiyor. Yer yer bir oyun değil de film izler gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yaratılan kaotik atmosfer çok iyi. Sahnede anlatılan o çaresizlik anını gerçekten hissederken buluyorsunuz kendinizi. Bu noktada oyunun çevirmeni ve yönetmeni İbrahim Çiçek’e de bir alkış elbette. Merve Dizdar, Nihal Koldaş, Selçuk Borak, Kerem Arslanoğlu, İsmet Bora Akın ve Ferhat Güneş kadrosuyla “İnsanlar, Mekanlar ve Nesneler”, hem kültürel hem de kişisel anlamda derin bir etki bırakıyor. Muhakkak izleyin, pişman olmayacaksınız.
Buraya kadar okuduysanız, tüm bu ciddiyeti oyundan bağımsız, hep merak ettiğim bir soru ile bitirmek istiyorum yazıyı; tiyatroda (sinemada da) bir kişi öksürdüğünde neden Meksika dalgası gibi yayılan bir tarafı oluyor? Cidden merak ediyorum 🙂