Ana SayfaEtkinliklerİstanbul'da 1 günlük rota: Bölüm 1

İstanbul’da 1 günlük rota: Bölüm 1

İstanbul hem dünyanın en zor hem de yaşamayı bilen biri için en güzel şehirlerinden biri. Gelin İstanbul’u layığı ile gezen Bülent Akkızoğlu ile bildiğimiz, bilmediğimiz, bazen önünden geçerken fark etmediğimiz yerlere doğru bir yolculuğa çıkalım.

Rota: Haliç Metro Durağı – Eminönü – Sirkeci – Sultanahmet – Kumkapı – Yenikapı Metro Durağı
Adım/km: 15.820 adım, 11.5 km

Bülent AKKIZOĞLU

İstanbul’da günlük rotalar yaratmak son 2 sene içinde kendi kendime oluşturduğum bir heyecan, aşk ve bazen nefret ilişkisi. Yıllardır bu şehirde yaşadım ya da hepiniz gibi yaşadığımı düşündüm. Ne yanından geçtiğim binalara baktım ne de şehrin bana vaat ettiklerine… Sadece ve sadece hayatta kalmaya odaklandım. Oysaki bu şahane şehri tanımadan onu anlamadan onun yaşadıklarını hissetmeden hayatta kalabilmek pek olası değil. Ruhumuzun karardığı yerde kazanmaya çalıştığımız paraların pek bir işlevi olmadığını fark ediyoruz. Oysaki İstanbul sana tatlı bir yorgunluk karşılığında büyülü bir dünya açıyor; ruhunu tertemiz, kafanı da pırıl pırıl yapıyor. Neyse dramatik romantizmimi bir kenara bırakıyor girişi böylece kapatıyorum…

Nişantaşı’nda yaşayan birisi olarak kendimi gerçek İstanbul’un sınır kasabasında yaşıyor gibi hissediyorum. Nasıl mı?

Elinize bir pergel alın ve Haliç metro durağını merkez nokta olarak ayarlayın. Tarihi yarımada, Galata ve Beyoğlu’nu içine alan bir daire çizin ve işte size İstanbul. Ben köşesinden tutunurken, büyük bir çoğunluk gerçek İstanbul’dan uzak bir yerde yaşıyor ama şanslıyız ki bütün yollar bizi gerçek İstanbul’a çıkartabiliyor. Bu benim için Osmanbey metrosundan 3 durak sonrası ya da Kabataş tramvay durağından 5 durak sonrası…

Haliç Metro Durağı’ndan…

Bugünün rotası Haliç metro durağında başlıyor. Evet, durak garip bir şekilde köprünün ortasında ve Haliç’in ortasında indiğinizde karşılaştığınız manzara sizi mutlu etmeye yetiyor. Bir tarafta Galata Kulesi ve tersaneyi görebilirken diğer tarafta neredeyse bütün tarihi yarımada gözlerinizin önüne seriliyor. İstasyondan inip tarihi yarımadaya adım attıktan sonra sola dönüp yürüyüşe başlıyoruz ilk hedef Kutucular Caddesi aslında dapdar bir sokak burası ve devamı Hasırcılar Caddesi olarak isim değiştiriyor. Hasırcılar Caddesi’ne girdiğimizi köşedeki Rüstem Paşa Camii’nden anlıyoruz. İçinde şahane çiniler olan bir Mimar Sinan camiisidir ama daha gidecek çok yolumuz olduğundan buradan hızlıca geçiyoruz. İleride bir bölümü de Tahtakale ve çevresine ayırınca o zaman daha detaylı gireriz. Hasırcılar Caddesi bizi Kurukahveci Mehmet Efendi’nin köşesine getiriyor. Karşımızda Mısır çarşısının giriş kapılarından birisi var ama biz ona girmeden sola dönüyor ve kendimizi meydana atıyoruz. Karşımızda Galata Köprüsü, sağımızda Yeni Camii var ama bakmayın adına, neredeyse 400 yıllık bir şahanelik kendisi. Camii sağımızda yürümeye devam edince hemen karşımıza ufak bir geçit çıkacak, yazları sıcaktan kışları da sizi yağmurdan koruyan bu geçidin bana sorarsanız asıl özelliği tarihi yarımadaya büyülü bir geçit kapısı olması…

Büyülü geçitten geçtikten sonra artık başka bir dünyadayız karşımıza ilk önce İş Bankası Müzesi çıkıyor ona bir selam çakıp sola dönüyoruz ve düz devam ediyoruz. Solumuzda Legacy Ottoman Oteli ve sağımızda da Ali Muhiddin Hacı Bekir var tabi ki tercihimizi Hacı Bekir’den yana kullanıp hızlıca içine dalıyoruz. Şu sıralar tam olarak onun leziz kaymaklı lokumunun mevsimi. 3 tane sade, 3 tane de tarçınlı kaymaklı alıp cebimize koyup yolumuza devam ediyoruz. İleride ilk sağda Mimar Vedat Sokak’a giriyoruz. Bu sokağın sonunda karşımıza bölgenin en güzel  binalarından birisi olan devasa büyüklükteki Büyük Postane çıkıyor sola dönünce de kaderine terk edilmiş dünya güzeli Vlora Han ( art nouveau tarzın İstanbul’daki en güzel örneklerinden biridir) size hüzünlü solmuş taş çiçekleriyle selam veriyor. Moral bozmayalım, yakında o da restorasyon sürecine girecek umarım bozmadan orijinal haline çevirirler (üstüne ek kat çıkmasınlar diye dua etmekteyimdir!).

Karnımızı doyurmak da rotanın bir parçası

Neyse biz yolumuza devam edelim… Vlora Han’ı geçince karşımıza Hoca Paşa Sokak çıkacak. Çok acıktık bir iki lokma bir şeyler yesek mi diyenler için burası iyi bir mola yeri. Karşınızda Şehzade Cağ Kebap, sokağın içinde Filibe Köftecisi, Kasap Osman, Hocapaşa Pidecisi ve bir sürü esnaf lokantası var. Bir alt sokağına inerseniz de Güvenç Konyalı’da güzel bir bamya çorbası ve şahane bir fırın kebabı yiyebilirsiniz… Biz karnım tok diyenlerle devam edelim. Önce sağ sonra sol yaparak Ebussuud Caddesi’ne giriyoruz ve dümdüz devam ediyoruz merak edenler için sağda bulunan duvarın arkası Hükümet Konağı ama bizim aradığımız asıl duvar ise karşımızda duruyor Gülhane Parkı’nın surları…

Artık Alemdar Caddesi’ndeyiz amacımız Gülhane Parkı’na girmek. Sağa dönüp Alay Köşkü’ne doğru yürüyoruz bu arada sizde benim yaptığım gibi yapıp Gülhane surlarının üstünde Roma dönemi taşlarını arayabilirsiniz. Bir nevi bulmaca gibi bulunca çok seviniyorsunuz ve daha başka var mı diye meraklanıyorsunuz. Ben şimdiye kadar beş tane filan bulabildim ve bir gün varsa şifreyi çözeceğime eminim.

Köşede bulunan Alay Köşkü’nü (aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi) geçtikten sonra artık Gülhane girişine geldik soldaki kapıdan giriyoruz ve sağdaki Osman Hamdi Bey yokuşundan yukarı doğru yürüyoruz etrafımızda İstanbul’un içinde ve çevresinde bulunmuş bir çok tarihi eser Darphane-i Amire’nin duvarına yaslanmış bir şekilde bizi bekliyor ve yokuşun sonunda ise dünyanın en güzel en büyüleyici müzelerinin başlarında yer alan İstanbul Arkeoloji Müzesi. Üç şahane binaya sahip olan namı değer Müze-i Hümayun yani İmparatorluk Müzesi girişte sizi Eski Şark Eserleri Müzesi ile karşılar sonra devasa ana bina bütün haşmetiyle karşınıza gelir. Onun ilerisinde ise çekingen, narin ve şahane detaylarıyla Çinili Köşk vardır. Hepsinin ortasında yer alan bahçesindeki kafeden bir Türk kahvesi alın, kendinize oturacak güzel bir masa bulun, cebinizden Hacı Bekir’den aldığınız lokumları çıkarıp İstanbul’un göbeğinde herkesten ve her şeyden uzak olmanın keyfini yaşayın… Kahve lokum keyfiniz bittiyse içerde sizi müthiş eserler bekliyor, buyurun girin ve eski Yunan tanrılarıyla ya da Roma imparatorlarıyla beraber aynı şehirde hayal kurup yaşayabildiğinizi fark edin.

Aradığınız İskender’e ulaşılamıyor

Unutmayın içeride göreceğiniz İskender Lahiti’nde İskender yatmıyor. Bu yazıyı okuyan biriyseniz ya da sevdiğinize bilginiz ile hava atacaksanız eğer İskender’in mezarı halen bulunamadı, bilginize. Lahitin Sidon Kralı Abdalonymos’a ait olduğu tahmin ediliyor. Üzerinde Büyük İskender’in Persler’le yaptığı savaşlara dair rölyefler bulunduğu için “iskender lahdi” adıyla tanımlanmış. Neyse bu yazı zaten tarih dersi değil ben de sizin hocanız değilim o yüzden arkeoloji müzesindeki eserler üzerine başka bilgi vermekle uğraşamam…

Artık arkeoloji müzesinden çıkıp yolumuza devam edelim, kapıdan çıkıp sola dönüyoruz yokuş bizi Topkapı Sarayı’nın darphane-i amire kapısından sarayın birinci avlusuna alıyor. Sağımızda Aya İrini var solumuzda ise saray. Biz bugün sarayı gezemeyeceğiz ki en az yüz defa gezdiğim halde halen bitiremediğim bir saraydır kendileri. Efendi efendi sağa dönüp Aya İrini’nin önünden geçip saltanat kapısından kendimizi 3. Ahmet Çeşmesi’nin önüne atıyoruz evet burası her zaman mahşeri bir kalabalık, sağımızda Ayasofya ve onun yeni müze – ama değil – ama paralı – ama değil – ama öyle “yok yok biz camiilerden para almıyoruz” ya da “alıyor muyduk?” kapısı, “bugünlük planlarım arasında sen de yoksun” diyerek düz yürümeye devam.

image23 e1736242114319
III. Ahmet Çesmesi & Ayasofya

Normal gezintilerimde buradan kendimi At Meydanı’na atar, Alman Çeşmesi ve Dikilitaşlara selam çakar hatta biraz oturup keyif yaparım ama onu başka bir güne saklıyorum. Sultan Ahmet Camii’nin arkasındaki sokağa dalıp oradan kendimi Cankurtaran’a atıyorum ve Küçük Ayasofya’ya doğru yollanıyorum. Buralarda gezinmenin en güzel yanı denize çıkan sokakların aniden yarattığı esintiler ve hem Ayşe Abla’nın Giritli’si hem de rahmetli Sabahattin Abi’nin şahane Balıkçı Sabahattin’inden burnuna gelen rakı kokusu -ya da benim hayal gücüm her seferinde burnuma bu kokuları getiriyor bilmiyorum- Orada olduklarını bilmek beni aşırı mutlu ediyor İstanbul’u İstanbul yapan bir öğlen rakısına gitmemek için kendimi zor zapt ediyorum… Küçük Ayasofya yani Aziz Sergios ve Bakhos Kilisesi hepinizin bildiği Ayasofya’dan beş sene önce inşasına başlanan, aslında bildiğiniz Ayasofya ile pek bir mimari bağı bulunmayan ama dönem için müthiş bir başkaldırış mimarisidir. Asimetrik, düzensiz ve o güne kadar yapılmış her şeye karşı çıkan bir yapı… Bunu anlayabilmeniz için şehrin diğer kiliselerini de görmeniz gerekir. Bence müthiş bir aydınlanma anı ama avlusunun şu anki kullanımı ve kendisinin biraz terk edilmişliği sizi şaşırtabilir. Ama bence takılmayın sadece hayal kurun, bundan 1500 yıldan bir tık daha fazla bir zaman önce yapılan bu deliliğin o zaman da yaşayan insanlar için nasıl büyüleyici olabileceğine ve gözünüze o zamanın İstanbul’unu getirerek yavaş yavaş küçük Ayasofya’dan çıkın.

Kumkapı’nın güzelliği ve de özelliği

İstikamet Kadırga Limanı Caddesi’nden Kumkapı. Benim için Kumkapı eşittir Roma – San Lorenzo. İkisinin de yüzyıllardır yaşanan bütün değişimlere rağmen halen şehrin en köklü mahalleleri olmaları orada yaşayanların ve ya oradan yolları geçenlerin kendilerini gerçek Romalı ya da İstanbullu saymaları, aldıkları bütün göçlere ve oluşturdukları bütün gettolara rağmen eşiğinden geçtiğin an sanki Woody Allen’ın Paris’te Bir Gece Yarısı gibi bir hisle birden yüzyıllarca yıl öncesine gidilebilmesi… (burada bu yürüyüş rotasını yazan yazarınız biraz kendini kaybetmiş olabilir, kusuruna bakmayın kendisi bu şehirle değişik bir aşk yaşamaktadır)

kumkapı

Her neyse biz Kadırga Limanı Caddesi’nden Çifte Gelinler Caddesi’ne oradan da Türkeli Caddesi’ne doğru yürümeye devam edelim. Bu arada bu cadde aynı cadde sadece her 300 metrede bir adı değişiyor. Nedenini hiç öğrenemedim, sadece dümdüz yürümeye devam etmeniz yeterli etrafta göreceğiniz binalar kiliseler zaten yeteri kadar sizin aklınızı başınızdan almaya yeter eğer yolu biraz uzatmak isterseniz Kumkapı Meydanı’na da dalabilirsiniz.

Kumkapı eski bir balıkçı köyü ama artık onun balıkçı köyü olduğunu size hatırlatan tek şey biraz dandik balık lokantaları olabilir. Bana balıkçı köyü olduğunu hatırlatan şey ise belki kimsenin dikkatini çekmemiştir ama İstanbul’da bir tek burada denk geldiğim esnaf lokantalarının tezgahlarında bulunan kızarmış ya da buğulanmış ya da ızgara edilmiş balıkları. Hem aşırı uygun fiyatları var hem de öğlen yemeğinde taze ve iyi balık yemek istediğinizde koşa koşa gelebileceğin bir yer. Bence delilik ama işte belki de tam bu köklerine olan garip bağları yüzünden hayranlarıyım.

Neredeyse her 3 sokakta değişen farklı bir ülkenin gettosuyla karşılaşmak da enteresan. Şu ana kadar saydıklarım Senegal, Sudan, Somali, belki bir Libya, emin değilim ama Bangladeş ve Pakistanlılara da rastladım. Biraz denizden yukarı doğru çıkınca da Rusya ve çevresinin gettoları var ve bütün bunların arasında bu gettoları İstanbul’a, yani gerçek İstanbul’a alıştıran uyum sağlamasına yardımcı olan Kumkapı’nın gerçek sahipleri yani gerçek İstanbullular var.

Bütün bu anlattıklarım ve yürüdüğüm yolların sonun da Yenikapı metro istasyonuna ulaştım. Kumkapı’yı ve sonrasındaki şahane Samatya’yı başka bir yürüyüş güzergahında daha detaylı anlatacağım.

image26 rotated e1736242222392

Bu ilk yazımdı, devamını getirebilmek için çok heyecanlıyım. Bunu elimden geldiği ve kendi hissettiklerim kadarıyla yapmaya çalışacağım. Başka bir rotada görüşmek üzere…

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR