Bugünkü rotamız şehrin aydınlık ve karanlığının birleştiği, içinde hayaller ve gökyüzünü saklayan mistik gerçekliğin son kaleleri…
Rota: Çemberlitaş Tramvay Durağı – Mercan – Tahtakale – Eminönü Tramvay Durağı
Adım / km: 13.517 adım, 10.2 km
Bülent AKKIZOĞLU
Sanırım Timurtaş Onan’ın “İstanbul’un Hanları” kitabında okumuştum, İstanbul’un kapalı kutuları olarak bahsetmişti onlardan. Şehrin hem sosyolojik hem de psikolojik gelişimini anlamak için kilit taşları olduğunu hayal ettiğimi hatırlıyorum. Artık pek kimsenin umursamadığı yerler. Çoğu aşırı bakımsız ama belki de bu yüzden hala müthiş bir cazibeye sahipler çünkü kapılarından girdiğiniz an itibarıyla sizi alıp bambaşka bir zaman kesitine götürüyorlar. Evet dramatik romantizm bu kadar yeterli, biz yolumuza düşelim…
Çemberlitaş’tan başlıyoruz…
Çemberlitaş Tramvay Durağı bugünün rotası için çok kolay ve güzel bir başlangıç noktası. Hele bir de güneşli bir havaya denk geldiyseniz tramvaydan indiğiniz an karşınızda bütün görkemiyle 1700 yıldır orada olan Çemberlitaş Sütunu ya da orijinal adıyla Konstantin Sütunu duruyor. Neredeyse herkesin normalleştirip dönüp bakmaya bile tenezzül etmediği bu sütun, Bizans İmparatoru 1.Konstantin tarafından Roma’dan getirtiliyor. Sütun Roma’dayken tepesinde güneşi selamlayan Apollon heykeliyle mutlu mesut var oluyormuş İstanbul’a getirilince İmparator beyefendi Apollon’u indirip yerine kendi heykelini koydurtmuş tabii o bunu yapınca ondan sonra gelen Julianus ve Theodosius da sırayla bir öncekinin heykelini indirtip kendininkileri koydurtmuş kısaca bundan 1700 yıl önce yaşayan İstanbullular da maalesef bizimle aynı saçmalıkları yaşamışlar 🙂
İlk durak Vezir Han
Sırtımızı Sütuna yüzümüzü Nuruosmaniye Camii’ne doğru çevirip ben diyeyim 15, siz deyin 30 adım filan atıp sağınıza baktığınız an ilk gireceğimiz han olan Vezir Han’a ulaşmış oluyorsunuz. Boşuna kapısında bir tabela aramayın çünkü yok. Bir yanında bir döviz ofisi diğer yanında da bir büfe var ve artık herkes o kapıyı bir garaj kapısı olarak biliyor çünkü hanın orta avlusu maalesef ki artık açık bir otopark. Neyse artık bunlara alışın ve dert edinmeden kapıdan içeriye girin. Yüksek ve güzel kemerler yukarıda sizi selamlayacak ama girişte sizi selamlayan en ilginç şey sonradan yapılmış bir kolonun içinde hapsolmuş sütun başlığı olacak. Artık bir vileda tutucu olarak görev görmesine mi üzülsem yoksa onu hala orada görebildiğime mi sevinsem hiçbir zaman bilemedim… Ortadaki avlu, yani şimdiki otoparka gelmeden önce hemen sağdan ve soldan yukarı iki merdiven çıkıyor. İkisi de aynı yere çıkıyor merak etmeyin ve birinden çıkın yukarı. Şimdilerde irili ufaklı birçok atölyeye ev sahipliği yapan bu han, bir dönem İstanbul’a gelen Gürcülerin ilk durağı olmuş. Daha sonra da çelik sektörünün kalbi olmuş. Bir 10 sene önce yenilenip otel olacak denilmişti ama o da olmadı. Hanın avlusuna bakan Sipahi Palas Oteli dönemim tüccarlarının İstanbul’a geldiklerinde kaldıkları otelken şimdi sadece aynı ismi kullanan ama artık başkalarına hizmet veriyor havasında bir yer olarak kalmış.
Acıkan karınlara mola
Vezir Han’dan çıkıp devam edelim ama eğer öğlen saatlerinde buraya geldiyseniz ve karnınız da acıktıysa size hemen çok sevdiğim ve her seferinde mutlu olduğum iki esnaf lokantasını öneriyim. İlki Aslan Restoran. Vezir Han’dan çıkıp sağa dönün 50 adım sonrası kafanızı yukarı kaldırıp bakın çünkü kendisi sokak üstünde değil, bir binanın 1. Katında; beyaz masa örtülü, tertemiz, her zaman güler yüzlü ve şahane yemekli bir cennet. Kaçırmamanız gereken sarma kokoreçleri ve haftada bir gün yaptıkları ciğerleri var. İkincisi ise Bahar Restoran. Onu bulmak biraz daha efor istiyor o yüzden Vezir Han’dan çıkıp aynı şekilde sağa dönüyor ve Nuruosmaniye’ye yürüyorsunuz. Nuruosmaniye’nin kapısından içeri girip Kapalıçarşı kapısına doğru devam ediyorsunuz. Tam Kapalıçarşı Nuruosmaniye’ye gelince sola dönüp sağda Yağcıhan’ı arıyorsunuz. Hanın içine girin ufacık avlusunda Kapalıçarşı esnafının kendisine saklamayı sevdiği bir mücevher olan esnaf lokantasını bulacaksınız. Burada kaçırmamanız gereken bir elbasan tava, bir de şehzade kebabı vardır ki dillere destan. Yazarken ağzımın suları aktı durduk yere kendimi yükselttim, ben hanlara geri dönüyorum.
Büyük Ticaret Han
Yemek molanız bittiyse Kapalıçarşı’ya dalın ama bu yazıda içeriyi anlatacağımı düşünmeyin, o başka bir gün başka bir rota. O yüzden sizden tek istediğim Mercan kapısını bulmanız ki böylece hanlara olan rotamızı devam ettirelim. Bu arada Mercan kapısından çıkmadan hemen önce, içeride ufak ama yazın inanılmaz keyifli ve nefes alma molası verebileceğiniz Zincirli Han var oraya da bir bakıp çıkın derim.
Mercan kapısı sizi Tığcılar Sokak’a çıkaracak. Burada ilk başta hemen sağdaki İmam Ali Han’a hızlıca bir dalıyoruz, eski handan ufak bir kesit kalmış ama ortada güzel bir avlu, ufak bir havuz ve yazın tepenizi saracak bir asma var. Ufak havuzun yanında sadece meraklı gözlerin dikkatini çeken iki tane ufak taş var. Birisi sanırım bir kolon başlığının yıllar içinde yıpranmış ve ufacık kalmış bir hali, diğeriyse ya kartal ya da koyun başı ne olduğu tamamen sizin hayal gücünüzle alakalı. Hanın en uç sol köşesine giderseniz ufak bir koridor bulacaksınız biraz karanlık ama korkmayın dalın ve merakınızı giderin. Bir iki dönüş sonrasında orijinal hanın eski duvarına rastlayacaksınız, sonra da karanlıktan gökyüzüne açılan bir çıkmaz sokak bulacaksınız. Kısa ama heyecanlı bir macera gibi…
İmam Ali Han’dan çıkıp Tığcılar’dan devam ediyoruz biraz ilerde Rococo İş Merkezi var. Aslında burası bugünkü rotadaki hanlarla hiç alakası olmayan bir yer ama yine de kapısından girip bir bakın derim. Böylece bu şehrin garip ve uyumsuz gözüken değişiminin aslında saçma bir uyumu olduğunu göreceksiniz. Bazen zevksiz işler de size bir şeyler anlatabiliyor çünkü bu hanın içi bildiğiniz lunapark. Hangi merdiven nereye çıkıyor, katların neden bazıları yüksek bazıları kısa, bu saçma parlak ışıklar ve şaşanın ardında satılan incik boncuk ne diye kısa bir gerçeklikle yüzleşme anı yaşatıyor. Sonra hemen koşa koşa çıkın bu doz şu an için yeterli 🙂
Biraz daha ilerde sağda Tığcılar Çıkmazı yazan sokağa girin, karşınız iki tane han çıkacak birisi Çukur Han yani girerseniz en fazla 1-2 dakika kaybederseniz ama düz karşınızdaki Büyük Ticaret Han tabelasının altından geçerseniz asıl deliliğe adım atmış olacaksınız. Önce birkaç basamak merdiven iniyorsunuz ve kafanızdan “Ee bu ne şimdi, ara geçiş yolu, Bülent saçmalıyor” diyorsunuz ki ben de ilk girdiğimde kendime “Ne yapıyorsun be adam!” demiştim. Sola dönün, yukarıya baktığınızda orijinal hanın duvarlarını görebileceksiniz ama onun yanında daha dik bir şekilde aşağı inen başka merdivenler var hadi bakalım ne saçma ama bunu da inelim dediğiniz an karşılaşacağınız şeye hazır olun…
İşte gerçek Büyük Ticaret Han. İki tane devasa gösterişli hanın Büyük Valide Han ve Büyük Yeni Han’ın arasına sıkışmış, ufacık ama iki tane şahane avlusu olan ve aydınlatmasını tepesindeki açıklıktan alan, etraftaki dükkanların içeriklerini ve saçma rengarenkliği görmezden gelirseniz sizi geçmişin göbeğine atan bir yer. Tam olarak en başta bahsettiğim hayaller ve gökyüzünün birleştiği yer, kim bilir yüzyıllar boyunca kimlere ev sahipliği yaptı ve ne hayaller yıkıp ne hayaller kurdurdu…
Şimdi buradan çıkınca sola dönersek karşımızda Büyük Valide Han’ın gösterişli kapısını görüyoruz sağa dönüp biraz yürüsek de Büyük Yeni Han’ın kapısına denk geliyoruz. Biz önce Büyük Yeni Han’a dönüyoruz. 1764’te 3. Mustafa tarafından yaptırılmış olan bu 220 odalı devasa han ilk yapıldığında sarayın harem dairesine bağlı olarak konukları ağırlamak için yapılmış. Dönemin bankerlerinin işlerini gördüğü, misafirlerini ağırladığı bir han olmuş kısacası. Para, seks ve rock’n’roll diyebiliriz bence 🙂 Sonra bir dönem işgal kuvvetlerinin merkezi olmuş yani money, sex and rock’n’roll ile devam! Şimdilerde ise üst kat gümüş atölyeleri, alt kat ise tekstil. Hali hazırda en temiz, en bakımlı görünen hanlardan birisi en azından kötü bile olsa boyalı duvarları var ve aydınlık. Ayrıca iki avlusu da diğerlerine göre bayağı bir temiz ama sanmayın ki Avrupai bir temizlik, diğerlerine göre daha derli toplu bir temizlik diyelim.
Büyük Yeni Han’ın çakmakçılar yokuşundaki diğer kapısından çıkıp sola döndüğümüzde Büyük Valide Han’a tekrar kavuşmuş oluyoruz. Kösem Sultan’ın oyun alanı da diyebilir miyiz acaba? Yoksa tarihçiler bunu dediğim için beni linç mi eder emin değilim… Ama nasıl olsa ben bir tarihçi değilim ve burada yazdıklarımın büyük bir kısmı da benim hayal dünyam. Toplamda 3 avluya sahip 210+75 odalı bir han. +75 oda, eskiden bu hana bağlı olan Sağır Han’dan… Ona da birazdan geçeceğiz
İkinci avlusunun ortasında İran mescidi bulunur, üçüncü avlusu yani Sağır Han’ın olduğu yerde orta Bizans döneminde yapılan İrene Kulesi bulunur. Kısacası içeride gezinirken büyük bir delilik yaşıyorsunuz. Çünkü burası sizi birden şimdiki zamandan alıp yüzyıllarca öncesine atıyor. Karanlık koridorları ve ufak atölyelerden sürekli sizi gözetleyen gözleri görmek biraz ürkütücü olsa da müthiş bir deneyim. Ara ara -ki uzun zamandır yapılmıyor ama- kültür ve sanat etkinlikleri içinde kullanılmış. 2016’ya kadar kubbelerine çıkılıp muhteşem bir manzarayla kendine aşık eden han, çıkan insanların ayarsızlığı ve zevzekliği yüzünden bazı kubbelerin yıkılması sonucu artık yukarıya çıkmaya izin yok. Yine de ve her ne olursa olsun gezerken yaşattığı hisleri anlatabilmek kelimelerimin yeteceği şeyler değil.
Sıradaki durak Sağır Han
Büyük Valide Han’dan çıkıp bana en çok duyguyu aynı an da yaşatan Sağır Han’a geçelim. Çakmakçılar Yokuşu’ndan girdiğimiz kapıya geri dönüyoruz ve sırtımızı kapıya verip sağa dönüyoruz oradan tekrar ilk sağa dönüp Uzunçarşı Caddesi’ne çıkıyoruz ve kendimizi yokuş aşağı bırakıyoruz. Tahmini 2-3 dakikalık bir yürüyüş sonrası sağda Paşa Camii Sokak var. Dönüp baktığınızda karşınızda Çandarlızade Atik İbrahim Paşa Camii’ni göreceksiniz, avlusu çok güzeldir. 1965 yılında bayağı harap bir haldeyken halk tarafından onarımı üstlenilmiş ve tekrar ayağa kaldırılmış ama keşke PVC kullanmasalarmış daha güzel olurmuş. Her neyse biz oraya girmiyoruz hemen sağında iki yol var birisi aşağı doğru inen diğeri de hemen onun yanında geniş bir alana açılan. Biz tabii ki geniş alana açılan yolu tercih edip o yola dönüyoruz. Bu arada tam o köşede Pak Pide var odun ateşinde güzel pide yapıyorlar, garip pizzaları da var açsanız bir tane yiyin mutlu olursunuz. Çıktığımız açık alanın tam karşısında Sağır Han’ın maalesef aynalı ve çok kötü yerleştirilmiş yazısı var. Neyse ki bunlara da alıştık ve dert etmeyip içeri dalıyoruz, karşınıza 3 tane koridor çıkıyor en sağdaki sizi hanın aydınlık olan avlusuna çıkartıyor bayağı bir harabe haldeki avluda birkaç keresteci ve başka atölyeler var. Benim için büyüleyici olan bu avlu, onlar için sıradan, normal, hatta sıkıcı bir iş yeri. Dediğim gibi güneşli bir hava yakaladıysanız yüzünüze vuran güneşin sıcaklığı sizi mutlu ediyor. Tekrar içeri girip bu sefer de en soldaki koridora giriyoruz. Burası bayağı karanlık ve korkutucu gelebilir bu yüzden yüzyıllar öncesinde yaşayan insanları buraya girdiğimizde daha iyi hissedebiliyoruz gibi geliyor bana. Düz gidip sağa döndüğünüzde uzunca bir koridor sizi bekliyor. Sonunda da bir dükkan ve cafe sanırım. Gerçi ne olduğunun önemi yok verdiği hissiyat ve garipliği oldukça mutlu edebiliyor beni. Tekrar geri dönüp bu sefer de ortadaki koridora giriyoruz. Burada ara ara yukardan aydınlıklar giriyor içeri, çünkü kubbelerin bazıları yıkılmış. Tepede ağaç kökleri görmeniz sizi şaşırtmasın, bu han tamamen kendi haline bırakılmış ve doğa da kendi gönlüne göre eğlenmiş. Bu koridorun sonunda İrene Kulesi’ne ve bir galeriye ulaşıyorsunuz. Kapı açıksa hemen girin içeri, değilse de şansınızı deneyip bir tıklayın belki açarlar ve siz de benim gibi bambaşka hayallere dalabilirsiniz.
Sağır Han ufacık ama büyüleyici ve yolum oralardan ne zaman geçerse kısa bir süre için içine girmeye değer ama şimdi onu terk etme zamanı… Girdiğimiz kapıdan çıkıp tekrar Atik İbrahim Paşa Camii’ne doğru yürüyoruz sağa dönüp Nasuhiye Sokak’tan kendimizi aşağıya salıyoruz, yolun sonundaki merdivenlere ulaşınca tam köşede kendisine çok acımasızca kötü davranılmış, şahane art-nouveau bir han olan Aslan Fresco Han’a rastlıyoruz. Yan cephesi çok güzel, dalga şeklinde taşlarla bezenmiş olan bu hanın önüne geçtiğiniz zaman yukarı bakarsanız, terasında taşlardan yapılmış bir gül bahçesi göreceksiniz. Burayı 1910 yılında yaptıran Abraham Aslan Fresco’nun ve başka hangi binaları olduğunu merak edenler de bir zahmet biraz Google’lasın her şeyi benden beklemeyin 🙂
Artık Fincancılar Sokak’tayız. Sağa dönüp düz ilerliyoruz, tam köşeye gelmeden sağ tarafta ufak bir girişi ve levhası olan Mustafa Paşa Han var. Kapısından girdiğinizde soldaki duvarının önüne dizili olan bir sıra “hamal arka yastığı” ya da “hamal semeri”ne denk geleceksiniz, koridordan devam edince de ufak bir avluya çıkacaksınız. Yukarıdan ışık gelsin diye bırakılan büyük bir açıklık ve altına yapraklar düşmesin diye serilmiş bir ağ göreceksiniz. Nedense bana oldukça romantik gelen bir durum bu, her gittiğimde 2. kata kadar çıkıp hanın hem yukarısını hem de aşağısını izlemeyi ve fotoğraflarını çekmeyi seviyorum.
Son durak Kouru Kahvedji Han
Buradan çıkıp sağa dönünce Çakmakçılar Yokuşu’nun tam girişinde karşınıza Sabri Safa Han çıkıyor. 1900’lerin başında yapılmış, şu anda hala bir sürü iş yeri ve şirket tarafından kullanılmaya devam ediliyor. Sadece içine girip bir iki kat merdivenlerinden çıkın, yer işçiliğine, her katın ortak kullanım alanına ve şahaneliğine bakın. Böylece yüzyıllardır devam eden hanların nasıl değişimler geçirdiğini daha net anlayabiliyorsunuz.
Tekrar Fincancılar Sokak’a dönüp kalabalığa kendinizi bırakın ve aşağı, Mısır Çarşısı’na doğru inin. Bu tarafta gideceğimiz yüzlerce başka han daha var ama artık iyice yorulduk ve son bir hana girip rotamızı bitireceğiz. Yolun sonunda, Mısır Çarşısı’nın arka kapısına ulaşıyoruz. Sola dönüp devam ediyoruz, ilerde tam köşede bütün heybetiyle Kouru Kahvedji Han’ı görmemeniz imkansız. İçeri girin, hanın çay ocağının önündeki masaya oturun ve kendiniz bir Türk kahvesi söyleyin. Kahvenizi içerken kafanızı kaldırıp yukarılara bakın ve bana da teşekkür edin…