Şehir Hayatı

İstanbul’u Yürüyorum: Eminönü–Eyüpsultan

Yine İstanbul'un bilinmez güzelliklerine, yanından geçip de fark etmediğimiz gizemine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
Bülent Akkızoğlu - 6 Mayıs 2025
post image

İstanbul’a sonunda baharın geldiği bir gün kendimi deniz kenarında bir yürüyüş yapmaya ve havanın tadını çıkartmaya ikna ettim. Bütün İstanbullular boğaz kıyılarına hücum ederken ben tramvay ile Eminönü’ne doğru yola çıkmıştım bile… İlk hedefim kahvaltı için güzel bir börek yemek. Adresim 1926’dan beri hizmet veren Tarihi Kardeşler Börek Pidecisi. Burası, öğlene kadar börek, öğlenden itibaren ise pide yapan ufacık bir dükkân. Mideyi hiç rahatsız etmeyen güzel bir kıymalı börek ve mis gibi bir çay ile karnımı doyurup yürüyüşü başlıyorum…

Rota: Eminönü–Cibali–Fener–Balat–Ayvansaray-Eyüpsultan
Adım/km: 17.357 adım / 13 km

Neredeyse her yerini adım adım gezip gördüğümü düşündüğüm bu bölgede yanlışlıkla bir arka sokağa girince karşıma Balkapanı Han çıkıyor. Bunca zaman burayı nasıl fark etmediğimi düşünüp içine giriyorum. Balkapanı adının nereden geldiğini araştırınca buranın, imparatorluk zamanında İstanbul’a dünyanın farklı yerlerinden gelen bal, zeytinyağı, sabun gibi ürünlerin kalite kontrollerinin yapılarak depolandığı sonra da şehre dağıtıldığı yer anlamına gelen kapanlardan birisi olduğunu öğreniyorum… Böylece, Unkapanı ve Yağkapanı (Galata) kafamda birden anlam kazanıyor. Yaklaşık 1500 yıllık hanın avlusunda ilk dikkatimi çeken şey, neredeyse tamamen Roma dönemine ait kalıntılar bulundurması. Etrafını çeviren iki katlı bina ise Osmanlı tarzı bir han. Sonra sonra, burnuma gelen bir odun kokusuyla beraber birden daha önce buraya geldiğimi hatırlıyorum. Bunu bana hatırlatan ise hanın tam ortasında bulunun Öz Develi Pidecisi. Yıllar önce burada develi cıvıklısı ve tahinli pide yediğimi hatırlıyorum. Koku ve tat hatıramın bu kadar güçlü olmasını seviyorum; bu şehirle daha sağlam ve güzel bir bağ kurmamı sağlıyor.

Balkapanı Han’dan çıkıp yoluma devam ediyorum. Bu sefer hedefim, yaklaşık iki yıldır onlarca kez kapısında kaldığım Gül Camii (Azize Teodosya Kilisesi). Neden kapısında kaldığımı bir türlü anlayamadığım ve sürekli dışarısında dolanıp kapısının açılmasını beklediğim bunca zamanın sonunda artık bu sefer cuma namazına denk getirip içini görmeyi planlıyorum. Hâlâ vaktim varken ara sokakların tadını çıkartarak yoluma devam ediyorum ve karşımda Alipaşa Han. Bu minik avlulu ve iki katlı güzel han nedense bana bir sahne hissi veriyor. Hatta Instagram’a, “Burada ne kadar güzel parti yapılır” diye yazınca bir arkadaşım (Irmak Ecem), bu hanın Genco Erkal tarafından bir sahne olarak kullanıldığı bilgisini veriyor bana. İçerisinde “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni oynamış ve burayı, Dostlar Tiyatrosu’nun yazlık sahnesi olarak uzun zaman kullanmış. “Ne muhteşem bir deneyim olmalı” diye düşünüp hayaller kurarak handan çıkıyorum…

Ali Paşa Han

Yoluma devam edip İMÇ’nin yanından Atatürk Bulvarı’na ulaşıp karşıya geçiyorum. Evet, farkındayım, denizden biraz uzaklaştım ama hâlâ esintisi yüzüme vurmaya devam edebiliyor. Bu yüzden rotamdan o kadar da kopmuş sayılmam. Gül Camii’ne doğru giderken yanından geçmek istediğim ve her gördüğümde çok mutlu olduğum bir cami daha var, o da Zeyrek Camii yani Pantokrat Manastırı. Ayasofya’dan sonra İstanbul’da ayakta kalabilen en büyük Bizans dini yapısı olan bu şahanelik, bana kalırsa, Orta Bizans mimarisinin en iyi örneği. O kadar heybetli ve güzel ki içi başka baş döndürür dışı başka… Düşünsenize 12. yüzyıldan beri bu şehrin bir nevi koruyuculuğunu yapıyor, ne müthiş bir masal…

Zeyrek Camii

Zeyrek Camii’ne de selamımı verdikten sonra “Artık cuma namaz saati yaklaşıyor, Gül Camii kapılarını açmış olmalı” deyip kendimi Haydar Caddesi’ne atıyorum. Oradan da aşağı doğru yürümeye başlıyorum. Haydar Caddesi bir noktadan sonra Cibali Caddesi oluyor. Oradan Müstantik Caddesi’ne ve en son Şerefiye Sokak’a bağlandığımda karşıma bir dünya güzeli olan Gül Camii çıkıyor. Şimdi alt sokağındayım, yukarıdaki bahçesi, bahçeyi çeviren duvarları ve arkada bütün heybetiyle beni bekliyor. Yan sokağından ön kapıya ulaşıyorum. İlk denememde kapı yine kapalı ama bu sefer inatçıyım. Öndeki bankta oturup imamın gelmesini bekliyorum. Yarım saatlik bir beklemenin sonunda imam efendi gelip içeri giriyor, hemen arkasından da ben dalıyorum. Elimdeki tek bilgi, İstanbul’da kalan haç planlı kilise camilerin en önemlilerinden birisi olduğu ve bir de diğerlerini gördüğümde yaşadığım heyecanın daha iyisini burada yaşayacağımı düşünmem. Büyük bir heyecanla kapıyı aralayarak girdiğimde yüksek kubbesi ve etraftaki kolonları ile beni sarıp sarmalıyor. İlk büyü geçtikten sonra yavaş yavaş gerçeklerle karşılaşmaya başlıyorum… Maalesef aşırı bakımsız ve her tarafı delik deşik edilmiş bir yapı var karşımda. Sıvalar dökülmüş, boyalar küflenmiş, yukarı kata çıkmak için yapılan geçitlerin önünde paslanmış kapılar kilitlenmiş ve adeta ölüme terk edilmiş. Olanca gururuyla geçirdiği yüzyıllara direnmiş bir dünya hazinesi bana hüzünlü bir şekilde yaralarını gösteriyor… Gözyaşlarımın döküldüğünü hissederken kapıdan çıkıyorum çünkü daha fazla ne yapacağımı bilemiyorum. Bazen düşünüyorum da biz bu şehri hak etmiyoruz… Onun bize gösterdiği sevginin ve aşkın milyonda birini göstermiyoruz, ne acı…

Gül Camii travmamı atlatmak için kendimi sahile atıyorum ve Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne doğru yürümeye başlıyorum. En azından özenle korunmuş bir yapı görerek kendimi biraz toparlarım diye düşünüp kapısının önüne geldiğimde bermuda şortumla içeri giremeyeceğimi hatırlayıp bu sefer de kendime biraz sallıyorum! Ama yılmadan yoluma devam ediyor ve şahaneler şahanesi olan Sveti Stefan namıdiğer Demir Kilise’ye yöneliyorum.

Buraya her girdiğimde nedense kendimi “John Wick” filminde gibi hissediyorum ve içimi müthiş bir heyecan kaplıyor. Neo-Gotik ve Neo-Barok karışımı olan yapının hikâyesi, bahçesinin güzelliği ve hatta yolun tam karşısında bulunan “Metoh” binasının cüssesi birbirini o kadar tamamlayıcı ki büyülenmemek elde değil. 8-10 sene önce “Metoh” binasının müze olacağına dair bir açıklama yapılmıştı, ne oldu acaba? Keşke yapsalar…

Hollywood filminden çıkıp kendime ufak bir kıyak yapmak için Balat Sahil Restoran’a oturuyorum. Terasından Haliç’i izlerken birkaç şahane meze ve bir ufak devlet ayranı ile keyif yapıp İstanbul’un ve havanın tadını çıkartıyorum.

Ufak molam sona erdiğinde yüzümde bir gülümseme ve içimde “İyi ki bu şehirde yaşıyorum!” hissiyle yürüyüşüme devam ediyorum. Ayvansaray’dan geçerken bir tarafımda eski surlar diğer tarafımda Haliç var. Yanımda akan araç trafiği olmasa sanki yüzlerce yıl öncesindeyim gibi hissedeceğim. Bir ara surlardan birinin üstünde dünyanın en komik info’sunun mermer bir taşa altın varaklarla çok ciddi bir şekilde yazıldığını görüyorum: “23 Nisan 1453 Pazartesi günü seferi köprü Fatih Sultan Mehmed tarafından bu civarda kurdurulmuştur.” Kafamda “Bu civarda” lafı tekrar edip duruyor, “Ya bu civar değil de şu civardaysa?” diyerek gülme krizleri yaşıyorum. Bunda devlet ayranının da ufak bir etkisi olabilir ama bu tarz net olmayan bilgilerin sanki çok mühimmiş gibi verilmesi beni çok güldürüyor.

Ayvansaray’ı geçer geçmez bana göre İstanbul’un en büyülü, en tılsımlı yerine geliyoruz: Welcome to Eyüpsultan! Türklerin orijinal İstanbul surları dışında kurduğu ilk yerleşim merkezi olan Eyüpsultan, fetihten önce de çok değerli bir bölgeydi. Çünkü burası iki nehrin temiz su sağladığı oldukça verimli topraklardı. Neyse tarihin bu tarafına girmeyeceğim. Benim asıl aklımı alan ve başka bir dünyada hissettiren kısmı Eyüp Sultan Camii ve etrafındaki türbeler, hazireler ile beraber Cülus Yolu. Sokaklarında gezerken bir yanımda Pierre Loti tepesi, diğer yanımda Haliç, ortasında ben… Yüzyıllar öncesinin ruhlarıyla muhabbet ederek hem kendimi hem de İstanbul’u tanıyorum.

Eyüpsultan Camii

Büyülü dünyadan çıkıp şimdiki zaman güzelliklerinden faydalanmak istediğimdeyse imdadıma Artistanbul Feshane yetişiyor. İBB Kültür ve İBB Miras’ın hayatımıza kattığı bu güzellikler için tekrar Mahir Polat öncülüğünde emeği geçen herkese teşekkür etmeyi de borç bilirim

Burada artık bu yürüyüşün de sonuna geliyorum. Bu noktada tekrar şehrin kaotik tarafına dönmek için iki seçeneğim var; birisi İstanbul’un en güzel tramvay hattına binip Haliç durağından M2 metrosuna binmek, diğeri ise Eyüpsultan İskelesi’nden vapur yakalayıp Kabataş ya da Beşiktaş’a kendimi atmak. Her ikisi de birbirinden güzel olan tercihler… Bir sonraki yürüyüşte görüşmek üzere. İstanbul, seni çok seviyorum.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans