Şehir Hayatı

İstanbul'u yürüyorum: Vezneciler - Kadınlar Pazarı

Serimizin üçüncü turu dünyanın değil, İstanbul'un merkezinden başlıyor. İstanbul'un merkezi Mimar Sinan tarafından yapılan Şehzade Camii'nin Dede Efendi Caddesi tarafındaki köşesinde yer alan yeşil mermer sütun.
Bülent Akkızoğlu - 1 Mart 2025
post image

İtiraf ediyorum, hayatımın aşkı olan şehirler listesinin başında Roma yer alıyor. Bu hep böyle oldu ve olacak.

Rota: Vezneciler Metro Durağı-Vefa-İMÇ-Kadınlar Pazarı-Vezneciler Metro Durağı

Adım / km: 10.678 adım 8 km

Ama… İkinci sıraya koyduğum İstanbul -ki benim için Doğu Roma- ile ikisini birbirinden ayırmak bazen oldukça zor olabiliyor. İki şehir de yedi tepeli mesela. Hatta Konstantinopolis (İstanbul’un o zamanki adı), Roma’nın öyle olmasından dolayı yedi tepe üzerine inşa edilmiş. Her neyse buraya kendi özlemlerimin bir yansıması olarak nostaljik bir tur yapmaya değil, severek gezip gördüğüm yerleri yazmaya geldim. Hemen konumuza dönüp yeni rotayı başlatıyorum.

Dünyanın merkezini es geçip İstanbul’un merkezinden bildiriyorum

“İstanbul’u Yürüyorum” serimizin üçüncü bölümü şehrin tam orta ortasından başlıyor. Belki biliyorsunuz belki de şimdi benden öğreneceksiniz; İstanbul’da iki tane çok önemli işaret taşı var. Bunlardan biri dünyanın merkez noktasını gösteren Milyon/Milenyum Taşı. Taşın yanından geçen çoktur ama önemine dair bilgisi olan ne kadardır bilemiyorum. Hemen yerini tarif ediyorum: Ayasofya’nın karşısında, Yerebatan Sarnıcı’nın girişinin yakınındaki tramvay yolunun yanında. Konstantinopolis’e ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası olan taş, aynı zamanda dünya üzerindeki diğer şehirlerin buraya olan uzaklığının hesaplanması için kullanılan sıfır noktasıdır. Bir benzeri de Roma’da bulunan Milliarium Aureum’dur.

Gel gör ki serimizin üçüncü turunu dünyanın değil, İstanbul’un merkezinden başlatıyorum. İstanbul’un merkezi, Mimar Sinan tarafından yapılan Şehzade Camii’nin Dede Efendi Caddesi tarafındaki köşesinde yer alan ve tılsımlı olduğu kabul edilen yeşil mermer sütun. Alttan ve üstten iki demir mile oturtulmuş bu sütun, ilk yapıldığında dönebiliyormuş ama bir süre sonra artık alışkın olduğumuz özensizlik rüzgârına kapılmış. Ne mi yapmışlar? Yolun seviyesinin yükseltilmesine karar veren bir grup aklıselim (!), elbette işlerini çalakalem yapmış ve sütun bu özelliğini kaybetmiş.

Koca Sinan’a saygı kuşağı

Tabii ki buraya ışınlanarak gelmedim. Osmanbey’den bindiğim metrodan Vezneciler’de indim. Gezimin girizgâhını da böylece yapmış oldum. Metrodan inip sadece 3 dk kadar yürüyünce Mimar Sinan’ın “Çıraklık eserimdir” dediği (ki buna da çıraklık denemez be Koca Sinan) şahane bir külliyeye geldim: Şehzade Mehmet Külliyesi. Evet, biliyorum; “külliye” kelimesi son dönemde büyüsünü önemli ölçüde kaybetti ama takılmayın siz buna ve içeri dalın. Karşılaşacağınız büyülü eser sizi her şeyden uzaklaştıracak. Kesin bilgi.

Mimar Sinan ile ilk tanışma için ders niteliğinde bir yer burası. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1543-1548 yılları arasında inşa ettirilmiş. Külliyede Mimar Sinan’ın yaptığı ilk fil ayaklarını görmek, yarım kubbeleri anlayabilmek, sadeliğine rağmen büyük ihtişamını yaşayabilmek ve en nihayet verdiği hiçlik hissinin insanın içini kaplaması… Üstelik bir mimarın ulaşmayı sadece hayal edebileceği seviyeye onun “Çıraklık eserim” deme tevazusu… Bunlar bana hep çok ilginç gelmiştir. Koca Sinan’ı yeteri kadar övdüğümü düşünüyorum. Sonuçta yolumuz uzun; devam edelim. Sadece uzun da değil aslında, çok da önemli. Roma ve İstanbul’un hem iç içe geçtiği hem de benzerliklerinin en net şekilde görüldüğü üçüncü ve dördüncü tepeleri yürüyoruz, kolay mı?

Boza zamanının hakkını verelim

Külliyeden Dede Efendi Caddesi’ne çıkıyor, sola dönüyor ve Vefa Lisesi’ne doğru yürümeye devam ediyorum. Yanından her geçtiğimde hayran hayran izlemeye doyamadığım 1872 yapımı Mütercim Rüştü Paşa Konağı ve 1938’de yapılan pansiyon binasının taş işlemeleri her gördüğümde okula dönme isteği yaratıyor…

Liseyi geçip önce sol sonra hemen sağ sokağa dalıyorum. Neden buradayım? Çünkü ünlü Vefa Bozacısı tam da bu sokakta. “Buraya kadar gelmişken” diyerek önce karşıdaki ufak dükkândan ılık ılık leblebiler alıyor, sonra da Vefa Bozacısı’na dalıyorum. Bunu yapmasam olmazdı zira şu aralar tam da boza zamanı. 🙂

Elbet bir gün göreceğim: Atıf Efendi Kütüphanesi

Bozanın hakkını verdikten sonra Vefa Caddesi’nden yürümeye devam. İleride bizi Şeyh Ebül Vefa Camii ve Türbesi bekler. 1490’larda Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmaya başlanan bu cami, çilehane ve türbe, II. Bayezid zamanında bitirilebilmiş. 1700’lerin ortasında büyük bir onarım görmüş. Son olarak da 1990’larda tamamen betonarme olarak baştan yapılmış… Kullanılan PVC pencereler, dış duvara yerleştirilmiş klima üniteleri vs maalesef aşırı çirkin. Hâl böyle olunca dış kapıdan bahçeye girerken hissettiğiniz o mistik his, camiye ulaşıldığında hayal kırıklığına dönüşüyor. O yüzden hızlı adımlarla oradan çıkıyor ve sola dönüyorum. 20 bilemedin 30 adım sonra bu sefer karşıma Atıf Efendi Kütüphanesi çıkıyor. 1741’de yapılmış olan bu kütüphane, Osmanlı’da, bağımsız bir binaya sahip olan ikinci kütüphane olma özelliği taşıyor (bir yerlerde satmalık bilgi: Birincisi Köprülü Kütüphanesi’dir). Atıf Efendi Kütüphanesi, yeni bir restorasyon geçirdi şu aralar; hâlen içerdeki eserlerin tasnifi ve sayımını yapıyorlarmış (umarım bu arada eşsiz el yazmaları kaybolmaz). O yüzden içine girmek henüz nasip olmadı ama bilgi almak için biraz kitap ve internet kurcalayınca altında bir Bizans sarnıcı ve içeride çok güzel bir avlusu olduğunu öğrendim. Büyük bir heyecanla gezeceğim günü beklemekteyim.

Bir dünya güzeli: Vefa Kilise Camii

Geleceğe dair planlarımın ardından yürümeye devam. Atıf Efendi Kütüphanesi’nden çıkıyor ve hemen sağa dönüyorum. Tirendaz Sokak’tayım artık. Etraf baya bir harabe ve bir nevi açık otopark. Aldırış etmeyin ve biraz yürüyün. Karşımıza bir dünya güzeli çıkacak çünkü: Vefa Kilise Camii (diğer adıyla Molla Şemsettin Gürani Camii). İnşası, 11. yüzyıl sonu ve 12. yüzyıl başlarına rastlayan yapının ilk adı Aziz Theodoros Kilisesi imiş. Yukarıdan bakıldığında Yunan haçı şeklinde yapıldığı anlaşılıyor. Henüz çok yeni bir restorasyon geçirdi ve hâlen kullanıma açılmadı; en azından ben gittiğimde kapı kilitliydi ve hiçbir görevli yoktu. Ama açık pencerelerinden içeriye baktığınızda çok güzel mozaikler ve işlemeler görebiliyorsunuz. Umarım burası da en kısa zamanda kapılarını açar ve bizi büyülemeye devam eder.

Sürreal bir mabet: İMÇ

Bundan sonraki rotam biraz karışık gelebilir, o yüzden tane tane anlatıyorum: Vefa Kilise Camii’nin hemen yanında ufak bir mezarlık var. O mezarlığın yanından kendimizi aşağı doğru bırakıyoruz. Hop, tekrar Vefa Caddesi’ndeyiz. Tam burada bir otoparkın içinden geçip ufak bir dört yol ağzına ulaşıyoruz (bakmayın böyle uzun uzun yazdığıma, toplamda attığım adım sayısı maksimum 30). Hemen karşımızdaki Azap Askeri Sokağı’na dalıp düz devam ediyoruz. Ve işte geldik. Modern Türk mimarisiyle şehir tasarımının nasıl olması konusunda ders niteliği taşıyan, çok sevdiğim o sürreal yer: İMÇ şeklindeki kısaltmasını daha çok duyduğumuz İstanbul Manifaturacılar Çarşısı.

Burası bana göre daha çok modern bir açık hava müzesi. Bloklar, fantastik balkonlar, şahane merdivenler, farklı derinlik algıları… Bunları görmek, içinde olmak bana bir lunapark hissi veriyor. Terasına çıktığınızda gördüğünüz şahane Haliç manzarası, diğer tarafta yer alan Bozdoğan Kemeri gibi bonuslar da söz konusu. Bana göre İMÇ’nin en akıl almaz tarafıysa; içinde, görmek isteyenler için sakladığı müthiş modern sanat eserleri. Kuzgun Acar, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Yavuz Görey, Ali Teoman Germaner, Sadi Diren ve Nedim Günsür tarafından yapılan bu eserleri her girdiğimde, kendimi kaybetmiş şekilde en az 1-2 saat gezerim. Gider tek tek eserleri bulurum. Sanata yeteri kadar doyunca da bu sefer karnımdan gelen isteği yerine getirmek üzere meşhur Unkapanı Pilavcısı’nda oturur, pilav-ayran ikilisine teslim olurum. Çocukça mutluluk dedikleri bu olsa gerek. Ez cümle, İMÇ bize unutturulmaya çalışılan kültürel bir mirastır; gidin, görün, gezin, tadını çıkarın ve sahip çıkın.

Pilav-ayran herkesi tatmin etmek zorunda değil elbette. “Bülent Başkan, başka yemek önerileri de isteriz” dediğinizi duyar gibiyim. Tamam, hadi yolun diğer tarafına geçelim o zaman.

Welcome to Kadınlar Pazarı

Kadınlar Pazarı’nda ilk durağımız Zeyrek Çinili Hamamı. 500 yıllık tarihten bahsediyoruz. Müthiş detaylı bir restorasyonla 2023 yılında şahane bir müze, güzel bir sarnıç ve çok iyi bir hamam olarak tekrar hayata döndü. Teras kısmına çıkıp kubbelerin yanında bir şeyler içip etrafı izlemek de muhteşem hamamında keyif yapmak da çok güzel. İsteyenler yürüyüşü burada bitirip keyif algısını zirvede bırakabilir. 

Buyurun buyurun buyurun
Büryan büryan büryan

“Yok yok, devam edelim” diyenlerle yolculuğumuz sürüyor. Hamamdan çıktığınızda karşınıza çıkacak manzaraya dikkat! Çünkü birden tam da karşınızda açık hava mezbahanesini buluyorsunuz. İlk kez görenler için ürkütücü olabilir ama bütün günlerini orada geçirenler için ortalık yerde bir sürü hayvan kafası, bağırsağı, midesi görmek ve kokusunu hissetmek çok doğal. O yüzden duruma adapte olup Kadınlar Pazarı’nın içine doğru yürümeye devam ediyorum. Zaten merak etmeyin, 1-2 dakika içinde etraftan çok daha fantastik kokular gelecek ve bu kokular sizi kendine çekmeye başlayacak. Çünkü artık şehrin büryan merkezindeyiz.

Umarım bu yazıyı okuyanlar “Büryan ne ola ki?” demiyordur. Tamam tamam, dediğinizi varsayıyor ve tarife geçiyorum: Büryan, ufak erkek keçilerin (gerçi artık buralarda daha çok kuzu kullanılıyor), yarım gövde hâlinde, 2-3 metre derinlikteki kuyulara asılarak uzun sürede pişirilmesiyle ortaya çıkan bir yemek. Siirtliler ve Bitlisliler “Büryan bizim yemeğimiz” der ama aslında yemeğin adı Farsça Biryani’den gelmektedir. Gastronomi bilgimiz burada bitmiştir, teşekkürler. 

Unutmadan, burada birçok büryan yapan lokanta var; eğer doğru saat aralığını yakalarsanız çok şahane bir et yiyebilirsiniz ama yanlış zamanda yanlış yerdeyseniz masadan çok mutsuz da ayrılabilirsiniz. Ben her iki duruma da denk geldim. Buradaki irili ufaklı bütün lokantalara şans verdim. Önerimi hemen yazıyorum: Tarihi Paşahan Konağı’nda Avşor çorbası deneyiniz. Bir önemli ipucu daha: Hangi lokantaya giderseniz gidin, büryanın sırt ve kaburga bölgesinden isteyin. Geri kalan her şey işin şans kısmı…

Roma’nın bu şehre bıraktığı en güzel miraslardan biri

Yemekten sonra rotayı bu sefer, Roma’nın bu şehre miras bıraktığı en güzel eserlerden birine çeviriyorum: Bozdoğan Kemeri ya da orijinal adıyla Valens Su Kemeri. 4. yüzyılda yapılan bu şahane kemer, zamanında şehrin kurumuş bedenlerine su getirmek için kullanılıyormuş. Şimdiyse şehrin acımasızlığında ruhunun kuruduğunu hissedenlere (benim gibi) hayal ve hayat veriyor.

Canım Roma ve canım İstanbul… İkinizin sokaklarında ve caddelerinde sonsuza kadar yürüyebilirim. Hayatıma kattıklarınız için çok teşekkür ederim.

Başka bir yürüyüşte görüşmek üzere diyor ve en yakında metro durağına doğru kaçıyorum.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans