Çocukluğumda ekranlardan hatırladığım bir isim olan İzzet Öz ile yıllar önce tanıştığımda tarifsiz heyecanlanmıştım. Sanki küçüklüğümden -gerçek olmayan- bir TV kahramanı ile tanışmış gibi hissetmiş. Hayat bizi sonraları defalarca bir araya getirdi. Sahnede beraber yaptığımız sunumlar, aynı anda jüri olduğumuz yarışmalar ve nicesi. Kendisini her yakaladığımda hikaye anlattırmadan bırakmak istemedim. Ne şanslıyım -ve hatta onu tanıyanlar olarak şanlıyız- ki kendisi de anlatmaya bayılıyor! Epeydir onunla bir röportaj yapmak istiyordum ve İstanbul Caz Festivali kapsamında Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülünce “gün bugündür” dedim, hemen Arnavutköy’deki şahane ofisinde buluştuk.
Arnavutköy’deki ofisi anlatılmaz yaşanır bir ortam. Her katında, her odasında tarih yatıyor. Yan tarafındaki küçük yapı ise müze olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Sormak istediğim birçok soruyu soramadığım, çünkü anlattığı “tarih” içinde süzüldüğüm bir sohbet oldu. Buyurun sizi bu keyifli sohbete davet ediyorum.
Zamanın farklılıkları ile başlayalım İzzet Abi, kültür sanatın medya alanında her döneme hem tanıklık hem de öncülük ettin.
Önemli olan 58 yıllık kariyer boyunca hep üretimle beraber aynı zamanda paylaşıma da önem vermemiz. Yani esas dava paylaşım. Radyoda da mesela program yapıyorsun ama bu programı yaptığın vakit insanlara bir şekilde ulaşıyorsun. Yurt dışına çıktığın vakit belki paran pulun yok ama gidiyorsun kitaplar, dergiler alıyorsun, onlarla beraber takip ediyorsun. Benim kitabın içinde de var ya “hangi dergilerden nasıl yararlandık”, o bilgileri elde ediyoruz çünkü o zaman internet diye bir şey yok.
İşte o bana gerçekten acayip geliyor. Yani internetsizlik…
E tabii bütün onların hepsini araştırıyorsun ediyorsun eliyorsun ve onlarla bu içerikleri yapıyorsun. O paylaşımlardan etkilenenler oluyor. Mesela ben radyoda ilk kez program yapmaya başladığım vakit bir baktım yapılması gereken çok şey var ama duruyor orada. Çünkü bir sürü il ve bölge radyoları var. Benim de görevim o transkripsiyonları çoğaltmak. Memuru gibi girmişiz içeriye. Ama müzik de seviyoruz diye “Ha bunlar tamam” dediler. Yani 1967 Mart’ında, üniversitede okurken girmişim. Hem okuyayım hem paramı kazanayım diye. Ondan sonra ne oldu işte Ankara, Adana, Gaziantep, Trabzon, Kars, Van, Diyarbakır, Erzurum, İzmir, İstanbul il ve bölge radyolarına “Aa” dediler, “Bu adam müziği çok seviyor, sen oraya bir program yap”.
Olaya giriş öyle mi oldu yani orada “program yap” dediler ve başladın?
Program yap dediler ama benim tabii ondan önce radyoda geçmişim var. Yani şöyle, ilk radyo aşkım mesela eve doğduğum gün alınan bir radyo. Ondan sonra 2,5 yaşında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası vardı Ankara Radyosu’nda büyük stüdyoda konserler olurdu annem beni oraya götürürdü. 2-3 yaşında veledin tekiyim böyle kırmızı kısa pantolonlarını giymiş oralarda dolaşırken bir şeyler dinleniyor. Sonra Radyo Çocuk Saati, yani 7’li yaşlarda filan başlayan. Ondan sonra lisedeyken müziği takip etmece, yeni birtakım gruplar çıkmış artık The Beatles’lar bilmem neler… Üniversiteye gelince de teyzem radyoda tiyatro ve eğlence müdürüydü. Sordu, “İzzet sen ne yapmak istiyorsun?”, “valla hem çalışıp hem okumak istiyorum” dedim. “Buraya girebilirsin istersen burada bir şeyler yap.” dedi. Bir girdim radyoda transkripsiyon servisine işte bantlar çoğalttım, bantları dinlerken de bir sürü şeyler dinledim. Ne bileyim Cem’di (Karaca), Barış’tı (Manço), Fikret’ti (Kızılok), Hümeyra bir şeyler yapmış… Modern folk parçaları, yabancılarda da dünyada müzik patlaması olmuş. İnanılmaz gruplar çıkmış işte Traffic, Jethro Tull, King Crimson, Pink Floyd… Bunlarla başlayan bir akım oldu. Ben de bunlardan en enteresan parçaları bulmaya başladım. Araştırıyoruz ya ne olup bittiğini. Düşünebiliyor musun daha İstanbul Radyosu’nda yokken ya da zaten Avrupa’ya gelmemiş de Amerika’da varken böyle parçaları hemen kopyalıyorduk.
Aslında bir dönemin müziği keşfetmesine büyük etkiniz var yani…
Tabii çünkü bizim orada Amerika’dan bir PX (Amerikan askerlerinin yaşadığı ve çalıştığı bir yerdeki dükkân) var oraya plaklar geliyor. Plaklar geldiği vakit arkadaşlardan plak alıyoruz kopyasını yapıyoruz hemen banda. Böylelikle yeni müzikleri dinleyip dinletiyoruz. Ve ben bunları dinletirken bir de doğuda da dinletiyorum çünkü oraya da arşiv yapıp gönderiyorum, böyle enteresan… Orada da bazı insanların ilgisini çekmeye başlıyor. Tabii sonra radyoda programlar yapmaya başladık. Sonra bizi iyi bir eğitimden geçirdiler. Mesela cazda Cüneyt Sermet hocamızdı bizim, aynı zamanda da müdürümüzdü. Ondan sonra işte klasikte İlhan Usmanbaş, Muammer Sun böyle çok sesli Türk müziğinin klasik hale getirilmesinde çok önemli müzik insanları. Verdikleri derslerle beraber, biz müzik prodüktörü olduk. Ve düşünebiliyor musun o yaşlarda, 22 filan, ben müzik prodüktörü olurken “Türkiye radyoları müzik yayın politikası” diye bir rapor hazırladım. Yani hangi dönemde ne oluyor, bunlar için ne yapmamız lazım, çağdaşlaşma yolunda nasıl bir şekilde ilerlersek, neler yapabiliriz, neler elde edebiliriz?
Siz mi hazırladınız bunu?
Ben hazırladım. Ben öyle müzik prodüktörü oldum.
Peki bir şey soracağım. İlk kez geliyorum buraya. Göstermiş olduğunuz her odada inanılmaz bir arşiv var. Benim de 20. yılım oldu bu sene, yazı yazmaya, röportaj yapmaya başlayalı. Ben de biriktiriyordum bir ara ama arada sıkılıp vedalaştığım oldu dergilerle vs. Neydi sizi böyle bir anda “Tamam ya artık bunların hiçbirini atmayacağım, hepsini biriktireceğim.” dediğiniz nokta? Çünkü sonsuz yani buradaki materyaller.
“Türkiye radyoları müzik yayın politikası” diye bu rapor, bu şekilde kaldığına göre demek ki 70’lerden itibaren. Neden? Çünkü benim annem kütüphane müdürüydü. Benim de çocukluğumdan itibaren yaşamım orada geçti.
Aaa oradan bünyeye girmiş demek 🙂
Yani o yaşlardayken başlayıp… Bak mesela Muammer Sun ne demiş? Herhangi bir sorunun çözülebilmesi için beş aşama gerekir. Sorunun farkında olma aşaması, farkına varmışız artık ne olduğunu biliyoruz. Sorunu tartışmak aşaması, artık tartışma dönebilir. Çözümü çeşitli ihtimalleri göz önünde tutarak tereddüt geçirme aşaması. Belirli bir çözüme karar verme aşaması. Çözümü uygulama aşaması.
Kapıdan içeri ilk kostümlü provaya girdim. Bir baktım karşıda iki kız, iki oğlan. Pırıl pırıl giyinmişler. ‘Waterloo’ – ABBA!
Günümüze bile uygulayabiliriz bu beş maddeyi. Peki televizyona ilk adım atışın nasıl oldu İzzet Abi?
Televizyona ilk adım atış şöyle oldu, bizim katıldığımız ilk Eurovision 1975’te ya, 74’te -ben radyodayım daha- beni Brighton’a yolladılar. Brighton’a gittiğim vakit, tam kapıdan içeri giriyorum böyle kırmızı bir çanta verdiler 1974 Eurovision Song Contest diye bir dosya var içinde. Dosyada o sene katılacak olanların broşürleri, işte akışlar bilmem neler, nasıl olacak, ne edecek falan filan. Daha Türkiye katılmamış Eurovision’a. Biz gideceğiz, göreceğiz, işte bilgi vereceğiz ondan sonra da bu işler yapılacak. Ben de kapıdan içeri ilk kostümlü provaya girdim tamam mı? Ay bir baktım karşıda iki kız, iki oğlan. Pırıl pırıl giyinmişler. ‘Waterloo’ – ABBA! Ben de hemen elimdeki şeyin üstüne “Discovision” yazdım…
Programın isminin doğuşu bu oldu demek?
Evet Discovision yazdım. Kafamdan şöyle bir şey geçirdim işte “disco” plak olsun, “vision” görüntü, plağın görüntüsü diye ben televizyona bir program yapayım. Sadece üreten insanlara yer vereyim ve bu programda sadece müzik olmasın, müziğin ötesinde başka şeyler de olsun.
Karar verdiğiniz an inanılmaz yalnız, Brighton’dasınız.
Evet oradayken karar verilen bir hikâye. Yani her yaptığım şeyde böyle birtakım kararlar oluyor.
Peki sonra döndünüz “Ben böyle bir şey yapmak istiyorum.” dediniz ve…
Döndüm Türkiye’ye. Biz o sırada ilk defa Türkiye radyolarında İsmail Cem dönemi, Hıfzı Topuz var, Hıfzı Topuz ilgileniyor bizim programlarla. İlk defa “Canlı yayınlar yapalım.” dendi. O zamana kadar hep bantlar yapılıyor aman bir terslik olur bilmem ne diye. İşte 60’larda ülkede bir ihtilal olmuş. 70’lerde de bir olaylar var falan filan.
Temkinli herkes…
Yani biz sadece program yapıp yazıyoruz, spiker okuyor ilk yıllarda. Ondan sonra benimle başlayan bir olay oldu. Bana bir akşam programı verdiler onu da yine bir spikerle sunayım diye, Şebnem Savaşçı’yla. Sabahleyin erken saatte Bülent Özverenler sabah kuşağına girdiler bir ekip olarak. Bir de iki tane yine spiker vardı Ankara Radyosu’nda çok değerli insanlar, onlar da kadın kuşağını yapacak. Böyle birkaç kuşak yapıldı. Bir de gece kuşağı oldu. Ben onu yaparken o arada madem ki 12 ile 1 arası orada program yapıyorum, 01:00 ile 02.30 arasında da Voice of Turkey “The Musical Computer” diye bir program yapayım.” dedim.
Bitmek bilmeyen projelerinin olması inanılmaz...
“2001: Space Odyssey” seyretmişim. Ben, kardeşim giderim sinemaya elimde bir nagra teyp oradan sesi alırım, o sesle beraber müzikleri yaparım. Şu anda bizim internetteki radyo programlarına gir, hangi yıl, hangi tarihte, hangi jenerik müzikleri yapılmış onlar var. Yani zamanı gelince daha çok anlaşılacak olduğu için böyle yavaş yavaş, o zamandan itibaren bantları biriktirdim.
Bütün bunları yaparken hiç para kazanıyor muyum? Hayır. Kendi cebimden para veriyorum.
Yani bir de şu an gözümüzle gördüğümüz arşiv dışında dijitale uzak biri de değilsin. Arşiv her yerde!
Evet işte onların kalıcılığı olması için de yapılıyor. Ve hala yeni düzene de uygun bazı şeyler yaptım, duruyor mesela. Bizim set var ya (Radyo ZetZet), orada iki tane olay var. Ben yine paylaşımcı duyguyla hareket ediyorum. 1,500 parça koymuşum mesela. Bu parçalar kendi sevdiklerim. Bir de işte “üçü bir yerde”ler var, “dört çeker”ler var tabii ki Teleskop’lar var ve bunların hepsinin de listeleri var. Örneğin ‘Ain’t No Sunshine’ mı çalıyor? O sırada kimler söylemiş mesela onu? 3 tane değişik versiyonu var. Ama o değişik versiyonu oraya basarak dinleyemiyorsun. Sadece sana isimlerini yazıyorum. O isimleri yazarak da böylelikle ne yapıyorum? Seni de araştırmaya yönlendiriyorum. Ondan sonra kendi zevkin için yap listeni. Bütün bunları yaparken hiç para kazanıyor muyum? Hayır. Kendi cebimden para veriyorum. Çünkü neden? Bunlar için birisini tutuyorsun, ödeme yapıyorsun, tabii radyo için de özel ödemeler yapıyorsun. Tabii bunları ne yapıyorsun? Bunları arşivleyip tutuyorsun. Ondan sonra bunları belirli bir formata göre hazırlıyorsun. Bunları yurt dışına gönderiyorsun. Bu gönderilen şeyler internette yayınlanacak haliyle hazırlanıp Almanya’ya gidiyor. Almanya’dan müzik gelirken İspanya’dan da onun üstündeki resim geliyor. Bir para harcanıyor ve bu paranın hiçbir karşılığı yok çünkü reklam yok içinde. Ben açıkçası bir müzik radyosunda reklam yayınlanan bir yayını dinlemek istemiyorum. Onun için reklam da yapmıyorum, istemiyorum. Anlatabiliyor muyum?
Evet evet…
Dinleyenler çok az ama önemli değil, isterse bir kişi olsun bana fark etmiyor yani o tarafı beni hiç ilgilendirmiyor. Benim için önemli olan kendim için yapmak, üretmek ve üretimi paylaşmak. Onun için de bu paylaşım hikayesinde 2000’li yıllardan itibaren bir de hocalık yapmaya başladım. Yani işte Türvak’ta, daha sonra Bahçeşehir, Maltepe üniversitelerinde ve Acun Medya Akademi’de bir sürü şeyler yaptık.
Ya cidden muhteşem. Peki İzzet Abi, bu kadar eğitim de verdiğin ve bir sürü gençle de buluştuğun için soruyorum, inanılmaz bir içerik var. Tek program da değil, çok program yapmışsın radyo ve televizyonda. Ama artık bitti yani öyle bir müzik programı kalmadı. Dijitalde de adam akıllı heyecan verici bir şey yok, neden yok? Yani ihtiyaç mı yok, yapabilen mi yok? Nasıl gözlemliyorsun?
Bence yine yapabilen insanlar var ama genelde artık eskilerden yararlanarak bir şeyler yapıyorlar. Yenilerle de alakalı, o kadar çok izlenip dinlenmiyor. Yoksa bir sürü televizyon ve müzik kanalları var, bir şeyler yapıyorlar. Yani ne izlemek istesen YouTube’u açıyorsun, dilediğin şeye dilediğin biçimde ulaşabiliyorsun. Onun için programlar eskisi gibi pek dinlenip izlenmiyor. O zaman ne yapacaksın? Yeni birtakım durumlar yaratacaksın. İnsanlar müzikle alakalı bir şeyler yapacak olursa bu sefer tabii ki telif hakları denen bir olayla karşı karşıya kalıyorlar. Onun için kimse bu müzikleri çalıp bunlarla alakalı bir şey yapamıyor. Dünya devamlı değişikliğe uğruyor. Dünyadaki insanlar da değişikliğe uğruyor. Kafalar da değişiyor. Dünya nereye doğru gideceğini bilemediğimiz bir yere doğru gidiyor. Akıp gidiyoruz.
Benim bile yani kendi gözümün önünde neler değişti ve bir de hızlandı ya bu değişimin temposu… Dünle bugün bile farklı.
Çok hızlandı.
Peki bir şey soracağım. Bir gün dışarıdaydık yine bir festival, konser ve demiştim ki sana “Ya şöyle bir klip izledim, çok güzel”. Bana demiştin ki “Türkiye’deki ilk klibi ben çektim.” Nasıl yani diye düşünmüştüm. Onun hikâyesi nedir?
“İlk klibi ben çektim.” dediğim vakit öyle bir şey demek istemedim. Şöyle bir olaydan yola çıktı konu: Esasında bence bana sorarsan klip denen hikâye Türk sinemasında başlayan Zeki Müren filmleri filan. Hollywood filmleri de öyle, daha ‘klip’ ismi yok ama böyle görseller filan… Bizde de yapılıyor o sırada çekimler. Fakat 16 mm çekiyoruz, 16 mm için de sana bir kutu veriyorlar ve bu kutunun içinde de 11 dakika var. Bir parça çekeceksen buna göre çek yap diyorlar. Pek çok arkadaşımız ne yapıyor? Bir tane baş çekim yapıyor, bir tane bel plan, bir tane boy ve otomatikman doluyor 9 dakikası. 2 dakika yürüyünce de iş bitiyor. Kimseyi küçümsediğim yok ama yani fazla bir şey yapılmıyor. O zaman ne yapmalı ne etmeli diyerekten biz de oturduk şöyle bir şey yaptık; şarkının sözlerini önce bölmeye başladık. Bu işi de pek bilmiyorum ama bir şeyler yapmam lazım. Tam onları yaparken bizim Şerif Abi’nin, Şenay’ın bir parçası vardı ‘Sev Yeterki’ diye. O sırada bizim İpucu Beşlisi bana bir tane özel parça yapıyordu. Ayhan vardı o, İtalya’dan gelmişti, böyle şeyleri biliyordu ve sistemin ne olduğunu. Baktım onun yazdığını yapmak yerine bizim başka bir şeyler koymamız lazım içine. Ben de bunların yüzünü gözünü boyatıp Çankaya’nın tepesine çıkardım. Bomboş bir alandı, hiçbir tane ev yok 1975 yılında. Bunları böyle bir çekince bir enteresanlık oldu.
Yine 16 mm’den devam di mi?
Yine 16 mm tabi ama bu sefer daha çok plan çektik. Onları çektikten sonra gittik stüdyoda çekim yaptık Biraz oradan biraz buradan numara atalım diyerek. Orada onu çekerken birisi, “Aa bir dakika! Ne yapıyorsunuz?” diye geldi. Meğer televizyon daire başkanıymış. “Efendim parçayı görüntülüyoruz” dedik. “Nasıl görüntülüyorsunuz?” dedi, açtık böyle yazılı görünce “Tamam yapın.” dedi. Ben bu sefer ne yaptım? Mesela kendim bir şeyler çekeceksem bir tane yönetmenim olsun ki dedim bari bu işi daha rahat götüreyim. Mesela Atilla abi vardı, jazzy şeylerle uğraşmak isteyen. Ben de müziği iyi bildiğim için müziğe göre çıkarıyordum akışı, saniye saniye saptıyordum. Bütün müzikal planlamasını yapıp ondan sonra eğer bir film çekeceksek o gece ben ona göre bütün her şeyi çıkarıyordum. Sabah kalktığı vakit tak! Kâğıtta hazır vaziyette önüne sunuyorum. Arkasından çekim yerleri, şurada şu saatte olacağız gibi detaylar ve her şey hazır olunca, “Bir dakika, ne oluyor?” diye bunlar şaşırdılar. E bundan sonra da sanatın bütün dallarında da yönetmen olarak çekimlere başladım ama planlı programlı bir şekilde.
2000 yılından beri öğrencilerime planlı programlı çalışmanın ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Sen de tam planlamacıymışsın İzzet Abi.
Tabii canım. Onun için 2000 yılından beri öğrencilerime de onu aşılamaya çalışıyorum. Planlı programlı çalışmanın ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorum ve çok zorlanıyorlar. Çünkü mesela 10-12 haftada yaptığımız işi 3 derse sığdırmaya çalışıyoruz. Ama canlarına okuyorum ve yaptırıyorum. Uzun lafın kısası genç arkadaşlarımla paylaşıp nasıl olduğunu onlara da gösteriyorum.
Üretmekten hiç mi sıkılmıyor musunuz?
Ne bileyim mesela Emre Altuğ’un Bir Pop Masalı var biliyorsun röportaj yaptın hatta, “İzzet abi bir gelin, danışmanlık yapın” dediler. Birazcık da onları destekledim çünkü o sırada yeni insanları da görüyorsun. Bir anda orada yine bir sürü seni seven gençlerle görüşüyorsun. Sen de kendi birikimini onlara aktarıp paylaşıyorsun. Ben hatırlıyorum radyodan televizyona geçtiğimiz vakit bir gün prodüksiyon amirliği için İngiltere’den BBC’den bir kadın geldi. Prodüksiyon amiri kadın, biz de prodüktörler filanız. Kadın 25 yıldır prodüksiyon amiri. Aynı yerde kalıyor yani. Ama aynı yerin bir numarası olmuş. O zamanlar dedim ki önemli olan, bir yerde kalabilirsin ama kaldığın vakit oranın en iyisi olmalısın ve bu en iyisi olduğun vakit de bu işleri paylaşabilmelisin. Ben de onun için madem yapımcı ve yönetmenim dedim, iyisi olacağım. Bir sürü şeyler yapmışım, bir sürü şeyler yönetmişim ama yönettiğim bazı şeylerde isimleri siliyorlar. Bir sürü müzikalleri çeken adam benim. Yönetmen olarak rejisini yapan benim. Fakat sismini koymuyorlar. Neden koymuyorlar? Sen telif hakkından yararlanabilirsin diye senin paranı kesiyorlar. Bu haksızlık bence.
Doğru…
Yani bir koreograf nasıl bir şey üretiyorsa o, koreografın malıdır. Nasıl bir yazar bir eser çıkarıp yazıyorsa ve onun malıysa bizim yaptığımız işler de bizim malımız. O zaman sen bana hakkımı vermek zorundasın. Ben ne yapıyorum pekâlâ? Çektiğim şeyleri bulabilirsem koyuyorum. Kimse de gelip benim kanalımdan çıkaramıyor. Ama ben de herhangi bir şekilde para pul kazanma sistemine girmiyorum.
Geçmişle günümüzü kıyaslamayı çok istiyorum. Aslında başında biraz sormuştum niye artık öyle programlar olmuyor diye ama. Sen hiç eski olmadın çok enteresan Çok büyüksün ama hâlâ gençsin. Hep günü yakaladın çünkü.
Şu anda bile bir sürü gencin çok hoşuna gidecek işler yapıyorum. Yapıyorum ama eskisi gibi değil. Şöyle bir olay var çünkü artık iş parayla dönüyor, e ben şimdi ne yapıyorum? Radyomu yapıyorum, para kazanmıyorum. Kitap yapıyorum, para kazanmıyorum. “İstemiyorum.” diyorum çünkü kitabın maliyeti şu anda çıktı 30 bin liraya. Ben o parayı kimseden isteyemeyeceğime göre “Ben bu kitabı satmıyorum.” diyorum. Arabamı sattım, kitabı öyle bitirdim, ben rahat ettim. Herkes de rahat etsin. TEMA, TEGV, Alzheimer Derneği nereye istenirse bu kitaba sahip olmak isteyenler bağış yapıyorlar. Bir süre sonra o da bitecek. Kitap bittiği vakit yok artık. Bunu neden böyle yapmak istiyorum? E sen kardeşim gidiyorsun oraya bir gecede affedersin, bilmem ne harcıyorsan. Buradaki birikim para değil, kendinde kalacak bir şey için bunlar yapılsın istiyorum. Yani orada bile paylaşımcıyım.
Kitap da zaten paylaşım.
Zaten bir daha böyle bir kitabın yapılması imkânsız bak, ben söyleyeyim.
Ne kadar sürede bitmişti?
Beş buçuk yıl. Ya onun dizini bile inan 4 ay sürdü. Pandemide eve kapandığım için 4 ayda çok rahat bitti.
Bir de siz kutlamaları seviyorsunuz. Babylon’da mıydık 50. sanat yılınızı kutladığımızda?
Evet, 50.’de Babylon’daydık.
Ne var şimdi sırada hayalinizde?
Ben bundan sonra yapmak istemiyorum ya öyle bir şey.
Neden ama? Sen seviyorsun İzzet Abi.
Yani öyle yaptığın vakit, seni seven bazı arkadaşların geliyorlar. Ama sen yine koşturuyorsun kardeşim. İş gibi de değil, işin önde gideni gibi oluyoruz hep!
Peki İstanbul Caz Festivali tarafından verilen Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nden de bahsedelim. Ne hissettirdi?
Yaşam Boyu Başarı Ödülü çok hoşuma gitti tabii. İKSV’yi çok desteklediğim ve başından itibaren beraber olduğumuz için.
O zaman ödül gecesinde görüşürüz diyorum ve ayırdığın bu zaman için teşekkür ediyorum!
Ben teşekkür ederim hayatım.