Özel Dosya

Kişisel zevkin ölümü: Müzik zevkimiz gerçekten bize mi ait?

Bir zamanlar müzikle kurduğumuz bağ daha samimi ve daha içten değil miydi? Ancak artık müzik dinleme alışkanlıklarımız bile trendlerin gölgesinde şekilleniyor...
Ayşe Demir - 19 Mart 2025
post image

İnsanların giderek birbirine benzediği, kişisel tarz ve zevklerimizin kaybolduğu bir dünyada yaşıyoruz. Trendler hızla tüketilip değişirken biz de bu hıza kolayca uyum sağlıyoruz. Peki, kişisel zevklerimizi ve karakteristik yapımızı yavaş yavaş yitirdiğimiz bu düzende müzik dinleme alışkanlıklarımız nasıl şekilleniyor? Müzik zevklerimiz ne kadar bize ait? Bir zamanlar müzikle kurduğumuz bağ daha samimi ve daha içten değil miydi? Bir albümü baştan sona dinlemek, sevdiğimiz bir grubun kasetini bulmak, müziğe duyduğumuz sevginin küçük ama anlamlı bir göstergesiydi. Ancak artık müzik dinleme alışkanlıklarımız bile trendlerin gölgesinde şekilleniyor. Birçok kez sırf herkes dinliyor diye bir şarkıyı sevmeye çalıştığımı hatırlıyorum ama ne kadar denesem de o şarkıyı dinlemek içimden gelmiyordu. Her dinlediğimde, aslında o parçanın bana hiçbir şey ifade etmediğini fark ediyordum.

Günümüzde popüler kültürün içinde kaybolmamak oldukça zor. Sorgulamamız gereken durum ise gerçekten bir şarkıyı sevip sevmediğimiz mi, yoksa onun hayatımıza kattığı ‘cool’ imajın mı peşinde olduğumuz.

Kişisel tarzın ölümü

Sosyal medyanın hayatımızın merkezine yerleşmesiyle birlikte, kişisel zevklerimiz hızla değişen akımların eline teslim olmuş durumda. Bir gün indie pop dinleyip ertesi gün hyperpop’a kapılıyoruz; çünkü her gün yeni bir estetik, yeni bir kültür ve yeni bir müzik türü sosyal medyada viral oluyor. Müziği bir keyif unsuru olmaktan çıkarıp, tüketilen bir meta haline getiriyoruz. Peki, bu değişimle birlikte kişisel tarzımızı da kaybetmiş olabilir miyiz? Oysa geçmişte müzik, yalnızca bir tür eğlence değil, aynı zamanda bir kimlik göstergesiydi. Emo, gotik, grunge gibi alt kültürler, sadece müzik tarzları değil, bir yaşam biçimiydi. Bir grup dinlemek, sadece müzikle değil, o kültürün değerleriyle de bir bağ kurmaktı. Bugün ise bu alt kültürler, sosyal medyada “nostaljik” bir estetikten öteye geçemiyor.

Müzik ve toplumsal statü

Geçmişte müzik, toplumsal statünün belirleyicilerinden biriydi; soylular klasik müzikle özdeşleşirken, halk müziği daha alt sınıflarla anılıyordu. Günümüzde bu ayrım daha incelikli biçimlerde devam ediyor. Pop müzik tüketimini “basit” olarak görüp klasik ya da deneysel müzikleri “elit” bir konuma yerleştiren algı, sosyal statünün bir yansıması olabilir. Ancak teknolojinin gelişimi ve küreselleşmeyle birlikte müzik, statü göstergesi olmaktan çıkıp herkesin erişebildiği bir olguya dönüştü. Artık dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayan biri, metropollerdeki kadar geniş bir müzik yelpazesine ulaşabiliyor. Bu da eskiden yerelleşmiş müzikal kimliklerin giderek flu hale gelmesine yol açıyor. Öte yandan, müziğin demokratikleşmesi özgün beğeniler geliştirdiğimiz anlamına da gelmiyor. Bugün kendimizi, trend olan müzikleri gerçekten sevmesek bile “cool” görünmek adına beğenmeye zorlayabiliyor, bireysel müzik zevklerimizi sosyal kabul görme kaygısıyla şekillendirebiliyoruz.

Beğeni ne kadar özgün?

Tüm bu meseleleri felsefi bir perspektiften ele aldığımızda, popüler müziğin artık bir yanılsamaya dönüştüğünü görebiliriz. Jean Baudrillard’ın simülakr kavramı tam da bu noktada devreye giriyor: Gerçeğin bir kopyası o kadar çok yeniden üretilir ki, zamanla orijinalin yerini alır. Bugün popüler müzik de benzer bir dönüşüm geçiriyor. Sosyal medya estetiğiyle harmanlanarak bir anlamda içi boş, sonsuzca tekrar edilen bir imaja dönüşüyor. Beğenilerimiz, gerçekten hissettiklerimizden çok, belirli bir imajın parçası olup olmadığımıza göre şekilleniyor. Mesela sosyal medyada bir şarkının ‘estetik’ olduğu konusunda kolektif bir fikir oluştuğunda, o şarkıyı sevmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Ama kendimize şunu ne kadar soruyoruz: Bu şarkı bana gerçekten bir şey hissettiriyor mu?

Adorno’nun kültür endüstrisi eleştirisi de bu durumu destekler nitelikte. Ona göre sanat, kapitalist üretim mekanizmalarının elinde standartlaşarak bir tüketim nesnesine dönüşür. Bugün her yerde duyduğumuz “hit” şarkılar, yaratıcı bir sanat eserinden çok, belli formüllere göre üretilmiş pazarlama ürünleri gibi. Dinleyiciye, özgün olduğu yanılsaması yaratılan ancak aslında belirli kalıpları tekrar eden müzikler sunuluyor. Peki, biz gerçekten özgün beğeniler mi geliştiriyoruz, yoksa sistemin bize sunduğu “seçenekler” arasından tercih yaptığımızı mı sanıyoruz?

Kant’ın estetik yargı teorisi ise saf beğeninin, herhangi bir dış etken olmaksızın yalnızca içsel bir estetik deneyimle oluşması gerektiğini savunur. Yani, bir şarkıyı gerçekten sevdiğimizde, o müziğin popüler olup olmamasının ya da bir akıma uyup uymamasının hiçbir önemi olmamalıdır. Ancak günümüz müzik dünyasında bunu ne kadar başarabiliyoruz? Spotify listelerimiz, YouTube önerilerimiz, TikTok’ta viral olan şarkılar… Tüm bu algoritmalar, neyin iyi olduğunu bize sürekli fısıldarken, gerçek beğeniye ulaşmak mümkün mü?

Müzik artık sadece kulağımıza hitap eden bir sanat formu değil, sosyal kimliğimizin bir parçası haline geldi. Ama burada sorulması gereken asıl soru şu: Dinlediğimiz müzikleri gerçekten seviyor muyuz, yoksa sadece belirli bir kültürel grubun parçası olabilmek için mi o şarkılara bağlanıyoruz? Eğer bir şarkıyı, onun arkasındaki estetik imajdan bağımsız olarak değerlendiremiyorsak, özgün bir beğeniden söz edebilir miyiz?

Özgün beğeniye ulaşmak mümkün mü?

Belki de çözüm, müziği trendlerden, sosyal baskılardan ve algoritmaların yönlendirmesinden arındırarak yeniden keşfetmekte yatıyor. Bir şarkıyı sanatçısını bilmeden dinlemek, onu yalnızca müzikal değerleriyle değerlendirmek mümkün olabilir mi? Bir albümü kapağına bakmadan seçmek, popüler listelere girmeyen şarkılara şans vermek ya da dinleme alışkanlıklarımızı sorgulamak bizi daha samimi bir müzikal deneyime götürebilir. Sanırım bu noktada da bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: Saf, manipüle edilmemiş bir müzik deneyimi gerçekten mümkün mü, yoksa bu da ulaşamayacağımız bir ütopya mı?

Düşündüğümüzde, kendimizi teknoloji çağının ilk nesil deney fareleri olarak adlandırabiliriz. Algoritmalar bizi gözlemliyor, tercihlerimizi analiz ediyor ve biz farkına bile varmadan hayatımıza şekil veriyor. Eskiden bir kaset ya da CD almak, bir albümü baştan sona dinlemek bir müzik keşfi anlamına gelirken, şimdi saniyeler içinde “beğenilip beğenilmeyeceği” hesaplanmış şarkılar önümüze sunuluyor. Bu hızın içinde neyin gerçekten bize ait olduğunu ise anlamaya yakın bile değiliz.

Bu konunun sonucunda odaklanmamız gereken ve kendimize dürüstçe sormamız gereken soru şu: “Bu müziği gerçekten seviyor muyum, yoksa sadece öyle mi gözükmek istiyorum?”

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans