Sahnelerde, radyolarda ve televizyonlarda bir dönemi kasıp kavuran bir müzik türünün gözlerimizin önünde yavaş yavaş eriyişini izlemek garip bir deneyim. Sahi, nu metal’e ne oldu?
Müzik türlerinden konuşurken dönem dönem popüler olan sanatçıların ve grupların yarattıkları kendilerine has tarzları adlandırma ihtiyacıyla yeni etiketler yaratırız. 1990’larda grunge müzik bayrağı eline alıp tüm dünyadaki popüler müzik kültürünü etkilemeye başladığı sıralarda ABD merkezli yeni hareketlenmeler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabii ki bunların en ilgi çekicilerinden birisi de nu metal’di. Temelinde metal ailesinden gelen bu yeni “etiket” aslında metal müzikte yer almayan yeni sesleri kovalayan ve birçok başka türle etkileşim halinde olan yeni akımı ifade ediyordu.
Metal müziğin el değmemiş alanlarına hazır mısınız?
Tabii ki bu metal müzikle bir potada eritilmiş diğer türlerin başında hip hop ve funk geliyordu. Akımın ya da daha doğru bir ifadeyle bu yeni müzik türünün öncüsü olarak görülen Kaliforniya çıkışlı grup Korn aslında nu metal’in tanımlayıcı çerçevesini de çizen olmuştu. Kendi adlarını taşıyan 1994 tarihli kült albümleri, açılış şarkısı ‘Blind’ın meşhur girişiyle adeta yeni bir türün gelişini dünyaya haykırıyordu: “Hazır mısınız?” İki adet 7 telli elektro gitarla olabilecek en düşük distortion tonlarla melodik clean motifler arasında yarattıkları kontrast ve bas gitarın istisna anlar dışında neredeyse devamlı slap tarzında çalındığı kemik sesine benzer ton grubun müziğindeki en ayırt edici özelliklerdi. Orijinalinde caz tarzında çalan bir davulcuyla sık sık aksak ritim denemeleri ve ani patlamalara da yer veren bu yeni müziğin yıldızıysa tabii ki daha önce duyduğumuz hiçbir şeye benzemeyen Jonathan Davis’in vokaliydi.
Davis’in, neredeyse 50 yıl öncesinin rock ’n’ roll’unda duyduğumuz scatter vokal tarzına benzeyen ama tamamen kendine has “çılgın” bir tonda cıbırca ritmik vokali grubun imzası haline gelmişti. Enstrümanların birbirinden çok ayrı kanallarda çıkan sesleri bir araya geldiğinde, adına ancak “yeni” diyebileceğimiz bir müzik ortaya çıkıyordu. Korn çıkışını yaptığı esnada metal müzik enstrümanlarıyla farklı şeyler yapmaya çalışan ve özellikle hip hop ritimlerini işin içine başarıyla katan başka gruplar da ortaya çıkmıştı. Hip hop ve funk kültürden fazlasıyla etkilenen Korn’a nazaran rap vokalleri daha sık kullanan ya da daha karanlık tonlar yakalamaya çalışan farklı girişimler de zaman içinde aynı türün altında anılmaya başlamışlardı. Nu metal müziğin ipleri eline alışıysa 1990’ların sonunda gerçekleşmişti.
Nu metal tasmasından kopuyor!
P.O.D., Deftones ve Limp Bizkit gibi gruplar ilk önemli işlerini ardı ardına yayınlamaya başlarken yine Korn elinde bulundurduğu nu metal bayrağını üçüncü stüdyo albümleri “Follow the Leader” ile anaakımın orta yerine dikmişti. Bu, tarzlarını değiştirdikleri ya da daha ticari kaygılar taşıyan bir müzik yaptıkları anlamına kesinlikle gelmiyor! Hatta aksine, ilk iki albümde sergileyip hatrı sayılır büyüklükte bir dinleyici kitlesine sahip oldukları tarzın en olgun ve klasikleşmiş parçalarını bu albümde sergilemişlerdi. Yepyeni metal hit’leriyle dolu albümün yıldızı olan ‘Freak On A Leash’ o döneme kadar yapılmış en yüksek bütçeli müzik videosuyla adeta MTV başta olmak üzere tüm müzik yayın kanallarını fethetmişti. Tüm radyolarda, televizyonlarda durmadan çalmaya başlayan albüm, ardından dev bir fırtınayı da beraberinde getirmişti.
Nu metal’in rap kulvarının en ünlü temsilcisi Limp Bizkit ‘Nookie’, ‘My Generation’ ve ‘Rollin’’ gibi en hit şarkılarını üst üste yayınlarken Linkin Park ilk albümlerinden ’In the End’ ile ortama giriş yapmıştı. Suratları maskeli 7 adamdan oluşan Slipknot sahne şovlarıyla gündeme otururken Papa Roach’un ‘Last Resort’u ortalığı kasıp kavurmuştu. Derken System of a Down üst üste hit’leriyle klasik MTV izleyicilerini uyandırıp ayağa kaldırmıştı! Hepsi sadece birkaç yıl içerisinde gerçekleşen bu nu metal fırtınası öyle büyümüştü ki söz konusu yeni müziğin şekilde değiştireceğini ya da bir şekilde popülerliğini yitirmeye başlayacağını tahmin etmek çok zor olmamıştı.
Yoksa bu nu metal’in son çaresi miydi?
Aslında Korn’un kendine has müziğini tarif etmek için yaratılmış bir terim olan nu metal müziği kolayca “alternatif metal” dediğimiz türle bir tutabiliriz. Ki bu adını saydığımız ve daha bir çok temsilcisi de bulunan nu metal ailesindeki sanatçıların her biri yeni albümlerinde bu birkaç yıllık süreç içerisinde buldukları ortaklıktan uzaklaşmaya ve müziklerini değiştirmeye başladılar. 2000’lerin ortalarına geldiğimizde Linkin Park’ın köşeleri diğerleri kadar sivri olmayan ve daha geniş kitlelere hitap edebilen müziği daha da popülerleşmişti ve Evanescence, Disturbed gibi gruplar nu metal etiketinin popülerliğini kullanarak isimlerini büyütmüşlerdi. Artık ortada boş bir şekilde salınan bir müzik türü adı olarak nu metal’in nasıl bir müziği temsil ettiği iyice belirsizleşmişti. Korn da her yeni albümünde aldığı yorumlara göre daha sert tonlara ya da daha pop ritimlere kayarak istikrarsız değişimler göstermeye başlamıştı.
Tür altında anılan tüm gruplar farklı sebeple içlerinde kopmalar hatta kısmi dağılmalar geçirirken üretilen yeni müzikler de eskilerinin gördüğü rağbete yaklaşamıyordu. 2000’lerin sonuna geldiğimizde adını saydığımız bu grupların birçoğu ya ara vermiş ya da bambaşka tarzlara yönelmişlerdi bile. Korn’un dubstep ve elektronik tonlar kullanarak zamanı yakalamaya çalıştığı ve Jonathan Davis’in sesinden başka geriye kendilerinin yarattığı efsaneyi andıran hiçbir şeyin kalmadığı bir dönemden bahsediyoruz. Doğal olarak eğer nu metal’i bir müzik türü olarak anıyorsak, öncüsünün kendisinden vazgeçtiği bu dönemi türün bitişi olarak adlandırmak da oldukça mümkün. Bu tarz her yaklaştığı alana kaynayabilen alt ve ara türlerin ortadan kaybolması hiç şaşırtıcı değil. Ancak nu metal’in bugün hala dönüp altın çağından eserlerini dinlediğimizde eşi benzeri olmayan ve tekrarlanamamış garip bir enerjisi olduğunu da kabul edelim.