Kimine göre Nuri Bilge Ceylan’ın “en cesur”, kimine göre “en karanlık”, kimine göre “en sürükleyici”, kimine göre “en politik” filmi. Ve okuduğumuz yazılardan, eleştirilerden gördüğümüz kadarıyla da “en yoruma açık olan”ı… Bazı görüşler birbiriyle o kadar çelişiyor ki neredeyse “Herkes farklı bir film izlemiş” diyeceğiz. Öyleyse sizin “Kuru Otlar Üstüne”niz nasıl diye soralım ve Doğu Yücel’in “Kuru Otlar Üstüne”sine geçelim…
Doğu YÜCEL
Nuri Bilge Ceylan ismini ilk defa İzmir’de fotoğrafçılık kulübünde karıştırdığım bir kitapta görmüştüm. Üniversite 2. ya da 3. sınıftayım, fantastik edebiyatla kafayı bozduğum zamanlar… Gördüğüm fotoğrafta yaşlı bir adam, elinde bastonuyla dağ yolunda yürüyordu. Ama fotoğrafçı nasıl çektiyse sanki orası Mordor, çıkan da elindeki asasıyla Gandalf. Sonra “Kasaba” filminin İzmir’de gösterileceğini okudum ve filmi çeken kişi o fotoğrafçıydı. Kendisi de gösterime katıldı ve filmden önceki konuşmasını hiç unutamam, “Umarım çok sıkılmazsınız” demişti! Hey gidi zaman. Nuri Bilge, “Kasaba”dan sonra her çektiği filmle daha da yüksek yerlere çıktı ve o fotoğraftaki yaşlı bilge gibi sanat dağının zirvelerine tırmandı.
Hangi kuru otlar?
Şimdi son harikası karşımızda: “Kuru Otlar Üstüne”. “Üstünde” değil, “Üstüne”. Daha filmin adıyla bu filmin dramatik bir hikâye olduğu kadar “bir şeyler hakkında” bir düşünce silsilesi sunacağını bize söylüyor. Peki gerçekten “kuru otlar” hakkında mı düşünüyoruz? Filmin son on beş dakikasına kadar bir tane “kuru ot” bile görmüyoruz ki?! Her şey karlar altında. Nuri Bilge yine saklıyor bir şeyler! Kabak gibi göstereceğine sırtından çekip gizliyor bir kafanın arkasına, bazen sıkıştırıyor uzun diyalogların arasına, bazen bir illüzyonist gibi el hüneriyle gözümüzün önündekinin üstünü örtüyor.
Bir “en” daha ekleyeyim, “Kuru Otlar Üstüne”, “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan sonra “en hikâye odaklı” NBC filmi. Arthouse sinemanın yavaşlığına mesafeli seyircilere bile 3 saat 15 dakikalık süresini hissettirmemesi, bu yüzden gişesi en parlak NBC filmi olmaya doğru gitmesi bunun kanıtı olarak gösterilebilir. En baştan öğretmen Samet ile öğrenci Sevim’in koridordaki konuşma sahnesindeki gerilimle merak tohumları atılıyor. Daha sonra bir sınıf denetiminde Sevim’in muhtemelen Samet’e yazdığı özel bir mektubun ortaya çıkmasıyla tansiyon hepten artıyor. Bu hikayeye daha sonra Nuray’ın eklenmesiyle Nuray, Samet ve Samet’in ev arkadaşı Kenan arasında çok tuhaf bir aşk üçgeni beliriyor, seyirciye bir başka kanca atılıyor. Karakterlerimizin tüm bu sorunlarla nasıl baş edeceğini merak ettiğimizden filmi iştahla izliyoruz, saate bakma ihtiyacı bile duymuyoruz.
Sinemamız öğretmen filmleri açısından oldukça zengin aslında, özellikle 80’lerde “Öğretmen”, “Öğretmen Kemal”, “Hakkari’de Bir Mevsim” gibi filmler çekildi. Bu filmlerde hep idealist öğretmenler izlemiştik. Burada ise tam tersi bir durum var. Resim öğretmeni olan Samet’in görevini bitirip oradan gitmek dışında hiçbir hedefi yok. Ders anlatmak, çocuklara perspektif kazandırmak falan hikâye… Boş zamanlarında fotoğraf çekiyor ama bu fotoğrafları çekerken oranın gerçeklerini sergilemek gibi bir amacı da yok. Bu fotoğrafları perdede peş peşe görmemiz filmin yapı bozucu tavrının ilk hareketi olarak dikkat çekiyor.
Arızalı aşk üçgeni
Samet belli ki cinsel açıdan problemli bir adam. Jandarma komutanı ona kız ayarlayacağını söyleyince buna karşı çıkıyor (Komutanın arkadaşı olması ve asker olması onu korkutmuş olsa gerek!) ama hemen sonra Nuray diye yeni bir karakterle bir kafede buluşuyor. Fakat Nuray, Samet’le ilgilenmeyince erkeklik gururu inciniyor. Tabii bu olayı öğretmen arkadaşı Kenan’a hiç öyle anlatmıyor! Bir de kızı arkadaşıyla eşleştiriyor, muhtemelen Nuray’ın ona da bakmayacağını düşünüyor, fakat Nuray Kenan’la yakınlık kurunca gururu bir kez daha inciniyor, aşk üçgeninde galip gelmek için sinsice yalanlara başvuruyor.
Nuray ve Samet evde baş başa kaldıklarında filmin en şaşırtıcı sahnesi gerçekleşiyor ve bir Nuri Bilge Ceylan karakteri ilk defa dördüncü duvarı yıkıyor. Son yıllarda “meta anlatı”lar moda olsa da bir NBC filminde böyle ezber bozan bir hareketle karşılaşmak seyirciyi afallatıyor. Bu Brecht-vari hareket süs olsun diye konmamış belli ki; Samet aslında Nuray’ı arzulamıyor, tek gayesi Kenan’la yaşadığı rekabette “kazanan” olabilmek. Bu yüzden de Nuray’la yatabilmek için hap alıyor, böylece yalanın içinde bir yalan daha açıyor, filmden çıkıp sete girmesi bu çifte yalanın tezahürü.
Son zamanların en kötücül baş kahramanı
Deniz Celiloğlu’nun mükemmel bir performansla oynadığı Samet sadece amaçsız, kayıtsız, bencil biri değil, belki de son yıllarda karşılaştığımız en kötücül protagonist. Samet’in yanında “Ahlat Ağacı”nın Sinan’ı da “Kış Uykusu”nun Aydın’ı da sütten çıkmış ak kaşık gibi duruyorlar. Samet film boyunca sinir uçlarımızla oynuyor resmen. Hele o büyük tabunun etrafında gezdiğimiz sahnelerde iyice çileden çıkarıyor bizi. Samet’in genç öğrencisine bastıramadığı bir ilgisi olduğunu fark ediyoruz. Sevim’in mektubunu şehvetle okuyuşu, sınıfta hep ona söz vermesi, mektubu saklaması gibi birçok ipucu var bu yönde.
Finalde bu durum iyice ayyuka çıkıyor, Sevim’in mektubuna Samet’in verdiği yanıtla Nabokov’un “Lolita”sına benzer, rahatsız edici bir yere çekiliveriyoruz. Yaşlı bir katibin genç bir kıza duyduğu ilginin anlatıldığı Dostoyevski’nin “İnsancıklar” romanını, Coetzee’nin “Utanç” romanını da filmin bu tarafını destekleyen edebi referanslar olarak söyleyebiliriz. Fakat bana öyle geliyor ki, öğrencileri tarafından şikayet edilen diğer öğretmen olan Kenan da marazlı bir karakter. Buna dair ipuçlarından biri Kenan ve Samet arasındaki diyalogda veriliyor. Samet, Nuray’ın bacağının ampute olduğunu, topalladığını çekinerek söylüyor, Kenan bunun üzerine “Daha bile iyi” gibi bir ifade kullanıyor. Samet’in bunu anlamayıp tekrar sorması ama Kenan’ın konuyu değiştirmesi bize çok şey söylüyor. Zaten bu filmde o uzun kitabi cümlelerden daha çok böyle laf arasında geçen, ağızdan kazara çıkmış gibi görünen kısa cümleler karakterleri açık ediyor. Kenan’ın daha sonra araba kullanmayı öğretmek üzerinden Nuray’a yürümesi de manidar. Kenan’ın “Crash” (David Cronenberg, 1996) filmindekine benzer, fetişlerinin esiri bir erkek profilinde olduğu söylenebilir.
Samet ve Kenan dışında, onlar hakkındaki şikayeti ciddiye almayan Milli Eğitim Müdürü’nden sürekli cinsiyetçi küfürler savuran veterinere kadar filmdeki erkeklerin hepsi cinsel açıdan yarım ve eksik görünüyor. Nuray ise bir bacağı eksik olsa da herkesten daha tam, 10 Ekim Ankara Garı Saldırısı bile onu yıkamamış. Merve Dizdar, diğerlerine nispeten az ekran süresine sahip olsa da filmdeki eğreti erkeklerin arasından güçlü bir kadın heykeli gibi doğruluyor ve Cannes’da kazandığı ödülün boşa alınmadığını gösteriyor.
Roman gibi film
Filmin belki de en önemli cümlesini de Nuray’dan duyuyoruz: “Bana öyle geliyor ki, dünyada güzel olan her şey daha insana ulaşamadan insanın kendi ördüğü ağlara takılıp kalıyor.” Nuri Bilge Ceylan’ın ikinci dönemindeki filmler için “roman gibi filmler” denmesinin başlıca sebebi de bu replik gibi uzun, kitabi replikler. Nuri Bilge sineması giderek edebiyata yaklaşıyor. İlk filmlerinde olabildiğince gerçek, fazlasıyla doğal, bazen sessiz bir sinema tavrı takınırken “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile başlayarak edebiyata dümen kırdı usta yönetmen.
Yine gerçeğin, doğalın peşinde ama bu defa onu romanlardaki gibi bir estetikle yakalama arzusunda. Sanki “Gerçek hayatta da keşke insanlar romanlardaki gibi konuşsa, belki o zaman daha iyi anlaşırız” gibi bir iddiası var. Bu doğru olabilir mi peki? Hayatı açıklamak, içsel çatışmalarımızı aşabilmek için sürekli roman alıntılarına başvuruyorsak, aforizmalarda çare arıyorsak, bazen kendimizle kafamızın içinde uzun uzun dertleşiyorsak, belki de biraz uğraşıp roman kahramanları gibi konuşmamız, onlar gibi düşünmemiz gerekiyordur, kim bilir? Nuri Bilge Ceylan bence, senarist eşi Ebru Ceylan ve iki filmdir senaryolarını birlikte kurduğu Akın Aksu ile diyaloglarında kurduğu bu edebiyat estetiğiyle sanki bize böyle bir mesaj veriyor…
“İnsan olduğu için”
“Kuru Otlar Üstüne” üstüne çok şey yazılabilir. Filmin tamamını deşifre edebilecek bir diğer diyalogla sonlandıralım. Yüksel Aksu’nun başarıyla canlandırdığı Veteriner karakteri, iki danasını iyileştirdiği bir çiftçiden bahseder, çiftçi hemen sonra gelip veterinerin köpeğini vurup öldürmüştür. Samet “Neden” diye sorunca da “E, insan olduğu için” der. Samet sorusunu tekrarlar, Veteriner’in yanıtı değişmez. “İnsan olduğu için.”
Ama iyi şeyler de yapmıyor mu insan? Filmin en güzel yan hikâyeciklerinden birini hatırlayalım. Samet’in ismini bilmediğimiz kız öğrencisi yardım kolisinden kendisine ayrılan bir hediye seçer, bu bir bottur. Samet bakar, “O sana küçük değil mi?” diye sorar. “Değil hocam” der kız. Sonra filmde bu ânı unuttuğumuz bir anda Samet karlı patikayı tırmanan kızı görür, ayağında o bot yoktur, çarık gibi bir şey vardır, hemen sonra arkasındaki kardeşini görürüz, işte o küçük bot kardeşinin ayaklarındadır. Hikaye şöyle der bize; Samet kirli egosunu doyurabilmek için etrafındaki çoluk çocuk herkese zarar vermeyi göze alıyorsa “İnsan olduğu için” alıyor; Nuray, İstanbul’a dönebilecekken doğudaki çocuklara bir şeyler öğretebilmek için bu uzak Anadolu kasabasında kalıyorsa “İnsan olduğu için” kalıyor ve o öğrenci kız, kendi hakkını kardeşine verdiyse “İnsan olduğu için” veriyor.
Bir gün gelecek, basıp geçtiğimiz kuru otlardan farkımız kalmayacağını bilsek de ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz… İnsan olduğumuz için.