Birine müzikallerden bahsettiğimde insanlardan genelde iki ayrı uçta tepki alıyorum: ya bayılıyorlar ya da kesinlikle sevmiyorlar. Ben, neredeyse kendimi bildim bileli, müzikalleri seven tarafta yer aldım.
Nil KUTLUK
Muhtemelen tohumlar TRT’nin genelde pazarları yayınladığı müzikal filmlerle atılmıştır. Fakat TV’de gördüğümü canlı izleme isteği ilk defa 13 yaş civarındayken, yine o zamanlar tek kanal olan TRT’de, Sarah Brightman ve Michael Crawford tarafından seslendirilen “Phantom of the Opera” (Operanın Hayaleti) klibini izlediğimde geldi. Sanıyorum o sene Tony Awards almışlardı. Büyülendim. O günden sonra da 2010 yılında izlediğim güne kadar en fazla görmek istediğim oyunlardan biri bu oldu, ama aslında sahnede müzikal izlemenin ne demek olduğu hakkında henüz bir fikrim yoktu.
İlk canlı müzikalimi ise lise son sınıftayken Londra’ya geldiğimde izledim. O zaman geçici bir süreyle Brüksel’de okuyordum ve okulun son sınıflara düzenlediği Londra seyahatinin bir parçası da müzikaldi. Ne yazık ki o oyunun adının ne olduğunu şu anda hatırlamıyorum ama bir rock grubunun hikâyesi üzerine olduğunu hatırlıyorum. Hem dekordan ve sahnedeki hareketlilikten çok etkilenmiştim, hem de o zamanlar her an herkese olabildiği gibi başrol oyuncusuna da aşık olmuştum. Sonraki yıllarda Londra veya New York’a gittiğim zamanlarda seyahatim içerisine mutlaka bir tiyatro veya müzikal sığdırmaya çalıştım, çünkü yakın denilebilecek zamana kadar Türkiye’de bu tür şovlar izleyemiyorduk. Beni en çok etkileyen sahne, kostüm ve dekor kullanımındaki ustalıktı.
New York’ta ilk Broadway müzikali 1866 yılında sahnelenmiş. Londra’nın West End’inde ise müzikaller daha yeni tarihlere denk gelse de Royal Drury Lane tiyatro salonu 1663 yılında hizmete girmiş! Yani bu gösterişli sahnelerin hazırlanmasında teknik yeterlilik ve bütçe gibi rol oynayan sebeplerle birlikte yüzyılların getirdiği bir kültürel birikim de etkili olsa gerek. Bunun yanında, küçük yaşlarımdan beri Ankara’dan başlayarak birçok şehirdeki tiyatroda çok güzel oyunlar izlememe rağmen yakın denebilecek bir zamana kadar hiçbiri görsel açıdan aynı etkileyiciliğe sahip değildi. Çocukluğumdan hatırladığım oyunların çoğu iki sandalye, bir masa, bir fondan ibaretti. Aslında Türkiye’de de 1860’lardan bu yana tiyatro sergilenmesine rağmen izleyici sayıları, kaynak kullanımı, desteklerin azlığı gibi çeşitli sebeplerle midir bilmem, göze hitap eden öğelerle ilgili gelişmeler aynı hızda ilerlememiş gibiydi. Üstelik sadece amatör tiyatrolar değil, devlet destekli tiyatrolarda da durum çok farklı değildi. Konu dekorun minimal olması da değil; oyuna göre pekâlâ tek bir kumaş parçası bile dekor olabilir, daha ziyade yeterince önemsenmeyen bir şeydi de oyunculuğun gücü ön plana alınmıştı sanki. İşte belki bu sebeple de Londra’da izlediğim o ilk oyunla gözlerim kamaşıverdi.
2008 yılında Londra’ya gelme fırsatı yakaladığım bir zamanda “Yüzüklerin Efendisi” sahneleniyordu. Son dakika bilet bulmayı başarmış ve balkonun en önünden izleyebilmiştim. Dekorun önümdeki balkona kadar uzamasına bayılmamın yanı sıra sahneye peri getirdiklerine yemin edebilirim. Küçücük sahnede Mordor’a bile tırmandı sevgili hobitlerimiz. Ama bu oyuna bu kadar bayılan belki de sadece bendim ki, izledikten bir ay sonra, bir senelik gösterimin ardından, sona erdi.
2010 yılında ise bu kez New York’tayken nihayet muradıma erdim ve “Phantom of the Opera”yı izledim. Kelimenin tam anlamıyla ağzım açık geçen bir iki buçuk saat oldu. İnsan on yıllarca beklediği, defalarca klibini izlediği müziklerini dinlediği bir şeyi izlerken hayal kırıklığına uğramayı bekler. Ama sahne, sesler, her şeyi canlı çalınır/söylenirken dinlemek, oyunun bir parçasıymış gibi hissetmeyi sağlayan efektlerle her şey olağanüstüydü. İlerleyen zamanda, 2016 yılında, Zorlu PSM’de sergilendiğinde bir kez daha, bu kez tüm ailemle beraber izleme fırsatı buldum ve neredeyse tamamen aynı prodüksiyonu ve etkiyi görmekten mutluluk duydum. O günden bugüne artık kendimize ait dev prodüksiyonların bile sahnelenir olduğunu bilmek gerçekten güzel.
Bütün bu müzikal aşkıyla doluyken doğal olarak Londra’ya yerleşme konusunda en büyük hayallerimden biri de ne kadar müzikal varsa görmekti. Tabii bunun “hayal etmesi yapılmasından daha kolay bir şey” olduğunu söylemem gerekir. Şöyle ki, insan uzun yıllardır oynayan “mutlaka görülmesi gereken”lere yetişeceğim derken, neredeyse her gün yeni bir prodüksiyonun haberini alıyor. Sadece West End’de 40 tiyatro ve Londra genelinde 241 tiyatro olduğunu düşününce durumun içinden çıkılmazlığı daha da anlaşılıyor. Bunun yanında popüler oyunlara bazen yer bulamamak veya son dakikaya bırakılan yer bulma işinin bir hayli pahalıya patlaması düşünülürse, makul fiyatlı ama iyi yerlerden bilet bulmak, ciddi şekilde tam zamanlı bir işe dönüşebiliyor. Eğer es kaza TV/film dünyasında tanınmış bir ismin oynadığı bir oyuna yer bulma niyetindeyseniz, biletlerin satışa çıktığı anı not edip, unutmayıp, açıldığı anda online sıraya girip ilk 5-10 dakikada binlerce insanla kapışmaya hazır olmanız şart. Olmadıysa bu oyunlara ancak ikinci el piyasalarında fahiş fiyatlarla yer bulabilirsiniz. Bunun yanında, Londra tiyatroları herkesin tiyatro izlemesini sağlamaya kararlı olduğundan bazen bu oyunlar için bile belli saatlerde, çok uygun fiyatlı, ayakta biletler satılabiliyor. Bunların her birinin ayrı birer kovalamaca konusu olduğu ise kesin.
Hazır yeri gelmişken, işte size dev hizmet: Londra’daki şovlara uygun fiyatlı bilet arayışınız için birkaç tüyo:
- Günlük Bilet Çekilişleri (Ticket Lottery veya Rush Tickets) Birçok West End gösterisi, sınırlı sayıdaki biletleri oldukça uygun fiyatlarla sunan bir “günlük çekiliş” yapıyor. Bu çekilişlere katılıp kazanabilirseniz, o gün ve takip eden birkaç gün içerisinde oynanacak oyunlara normalden çok daha ucuza bilet kazanabiliyorsunuz. Ama şunu söylemeliyim ki ben onlarca çekilişe katıldım, henüz daha kazandığım olmadı. Biraz da ne kadar şanslı olduğunuzla alakalı. Çekilişlerin bazıları için fiziksel olarak tiyatro salonuna gitmek gerekirken, bazıları TodayTix gibi bilet siteleri aracılığıyla yapılıyor.
- Son Dakika (Last Minute) Bilet Satışı Son dakika biletler TodayTix, Lastminute.com ve TKTS gibi platformlar aracılığıyla yapılıyor ve gösteriye birkaç gün veya saat kala indirime giren biletler satılıyor. Ayrıca, Leicester Square’deki TKTS gişesi de son dakika indirimli biletler almak için klasik seçeneklerden biri. Benim yukarıda bahsettiğim Yüzüklerin Efendisi biletini aldığım yer de burasıydı, o zamanlar zaten internet alternatifleri yoktu.
- Günlük Koltuklar (Day Seats) Bazı tiyatrolar, sabah erkenden gelip sıraya giren seyircilere sınırlı sayıda uygun fiyatlı bilet sunuyorlar. Bu “Day Seats” biletleri genellikle o gün için satılıyor ve oldukça ucuz (£10-£20) oldukları biliniyor. Popüler gösterilerde bu fırsatı yakalamak için tiyatronun açılış saatinden önce sıraya girmek gerektiği kesin. Bu seçeneği çok duymakla beraber henüz kendim hiç denemedim.
- Kampanyalar ve London Theatre Week Bazen bilet satış sitelerinin indirimleri oluyor, bazense The Society of London Theatre (SOLT) tarafından London Theatre Week düzenleniyor. Bu dönemlerde uygun fiyatlı biletler bulmak mümkün oluyor. Bu çoğunlukla yaz dönemine denk geliyor. Ancak bir hafta dendiğine bakmamak gerek, daha uzun sürüyor. Eğer tiyatro ve müzikaller ile ilgili biriyseniz, algoritma zaten sizi bulup mutlaka önünüze getiriyor ama her zaman “When is London Theatre Week” sorgusuyla da zaman bilgisini aramak mümkün.
Tüm bu fırsatları değerlendirip, geçtiğimiz sene, eğer unuttuklarım yoksa, 11 prodüksiyona gitmişim. Shakespeare’s Globe Theatre’da izlediğim 2-3 oyunu, bir baleyi ve birkaç küçük oyunu daha saymıyorum. Aşağıda, sadece geçen sene değil, daha önce de izlediğim müzikallerin bazılarına kendi değerlendirmelerimle kısaca değinmek istedim, böylece belki bu oyunlardan birine gitmeyi düşünenler varsa biraz fikir sahibi olabilirler.
Phantom of the Opera
Bunu aslında yukarıda yeterince anlatmış olabilirim. Ama bir kez daha belirtmem gerekir ki, müzikallere meraklı birinin kesinlikle atlamaması gereken bir oyun. Her şeyden önce Andrew Lloyd Webber’in en önemli eseri, müzikaller tarihinin en büyük yapıtlarından biri kabul ediliyor ve bu da sebepsiz yere değil. Klasik bir aşk ve trajedi hikayesi. Paris’teki Palais Garnier’nin hayaleti olarak kabul edilen Erik’in Christine’e duyduğu saplantılı aşkı ve bu aşkın trajik sonuçlarını anlatıyor. Bu müzikalin sahne tasarımı, devasa avize sahnesi ve unutulmaz müzikleri ile oldukça karanlık bir hikâye anlatılsa da bir o kadar da büyüleyici bir dünyanın içine giriyorsunuz.
Frozen
Disney’den bildiğimiz “Frozen”ın sahne uyarlaması konusunda kime tavsiyede bulunsam, bir çocuk oyunundan bahsediyorum gibi tepki veriyor. Oysa Frozen benim West End’de en etkileyici bulduğum yapıtlardan biri. Hikâyeyi çoğu kişi biliyor olabilir. Elsa ve Anna’nın güçlü kardeşlik bağları ve Elsa’nın üzerindeki lanetten kurtularak özgürlüğe ulaşma yolculuğunu anlatıyor. Filmin neredeyse birebir aynısı ama tek bir farkla, filmde çizilmiş bir hayal dünyası varken, tiyatroda bu çizimler adeta hayata gelmiş gibi. Ayrıca birçok müzikalde olduğu gibi illüzyon öğeleriyle, bazen “bu nasıl oldu şimdi?” diye hayrete düştüğünüz anlar yaşıyorsunuz.
&Juliet
Shakespeare’in klasik Romeo ve Juliet hikayesine modern bir dokunuş getiren bu müzikal, Londra’ya gelir gelmez izlediğim ilk oyundu. Juliet’in kendisini bir erkeğin peşinden öldürmeyi reddetmesiyle birlikte değişen bir Romeo ve Juliet hikayesini ve Juliet’in ayakları üzerinde durup hayatını yeniden keşfetmesini izliyoruz. Hikâye, komik ve enerjik bir anlatımın yanı sıra popüler müziklerle de oldukça eğlenceli şekilde sunuluyor.
Wicked
Oz Büyücüsü‘nün öncesini ve karakterlerin nasıl Oz Büyücüsü‘ndeki hale geldiklerini konu alıyor. Arkadaşlık, ayrımcılık ve klasik olarak iyi ve kötünün doğasını inceliyor. Ben bu oyunu 2010 yılında görmüştüm ve o sırada yaşadığım bazı şahsi sıkıntılar ve tiyatroya biraz ayaklarım geri geri giderek ulaşmış olmamdan mıdır bilemiyorum, hiç beğenmemiştim. Oldukça görkemli bir sahne şovu, güzel müzikler ve koreografiler olmasına rağmen, yukarıda anlattığım Frozen‘ın aksine “Ne bu böyle? Kaç yaşa hitap ediyor?” gibi sorularla ayrıldığımı hatırlıyorum tiyatrodan – ki bu bana genelde olmaz. Fakat bunca senedir oynamaya devam etmesine ve hâlâ da popüler olmasına bakılırsa, siz benim sözümü dikkate almayın. Açıkçası ben de üzerinden 14 sene geçmişken, bir kez daha şans vermeyi düşünüyorum. Çünkü bu kadar da mı anlamadım yani?
Book of Mormon
South Park‘ın yaratıcılarının elinden çıkan müzikal, köktendinci Hristiyan bir grup olan Mormonlar’ın yaşam tarzını tiye alıyor ve bir grup misyonerin dini yaymak için Uganda’ya gitmesini konu ediyor. Alaycı, cesur ve yer yer sert bir mizah sunan Book of Mormon, inanç ve insan doğası üzerine düşünmeyi ve bu konudaki aşırılıklarla eğlenmeyi seven biriyseniz, özellikle görmeniz gereken bir oyun. Çok güldüğüm, mizahi yönünü ve eleştirel dilini çarpıcı bulduğum bir müzikal olmakla beraber, bazı arkadaşlarımın aksine defalarca izleyeceğim bir yapım değil. Ben sanırım biraz da görsel şölene ve dramatik sahnelere düşkünüm…
Lion King
Yine bir Disney klasiği olsa da West End ve Broadway’in de klasikleri arasında yerini almış olduğunu söylemek herhalde abartılı olmayacaktır. Her nedense Frozen için “çocuk oyunu mu?” diyen birçok kişinin görülecekler listesinin başında yer alıyor. Biri bir erkeğin, diğeri ise bir kadının büyüme hikayesini anlatıyor diye midir bilemiyorum ama önyargı daha az gibi geliyor bana, bu tamamen şahsi yorumum. Buradan spoiler vererek kimsenin keyfini kaçırmak istemediğim için detaylara girmeyeceğim ama gerçekten sahneye koyma şaheserlerinden biri de bu diyebilirim. “Bunu nasıl yapacaklar ki?” diye aklınızdan geçen her şeyin ne kadar ustalıkla hayata geçirildiğini izleyeceğinizden şüpheniz olmasın. Koreografileri izlemenin ve zaten filmden bildiğimiz güzel müzikleri canlı canlı dinlemenin keyfi ise paha biçilmez.
MJ the Musical
Yalnız Michael Jackson kırmızı çizgim. Kimse kusura bakmasın ama bu müzikale tarafsız bakamıyorum. Herhangi birinin yeniden Michael Jackson olabilmesini beklemek gerçekçi değil, bunun tabii ki farkındayım. Sanki bu müzikalin yazarı ve yönetmeni ben olsaydım, seçimlerim farklı olurdu gibi düşünmekten de kendimi alamıyorum. Bununla beraber beğenmediğim de düşünülmesin, oldukça beğendim. Müzikal, temel olarak 1992 yılındaki Dangerous World Tour provaları sırasında geçiyor, zekice kurgulanmış flashback’lerle de MJ’in çocukluğundan 1992’ye kadar olan dönemi anlatıyor. MJ’i Londra’da canlandıran oyuncu en çok ses olarak ve biraz da danslarıyla oldukça güzel bir Michael canlandırması yapıyor. Çıkar çıkmaz kulaklıkları takıp bütün Dangerous albümünü yeniden dinlemeye başlamayan ise bizden değil elbette.
Cirque du Soleil
Yine yıllarca canlı izlemeyi hayal ettiğim ve evet müzikal de olmayan, adı üstünde sirk olan Cirque du Soleil‘in Allegria‘sını, hazır gösterilerden bahsederken buraya sıkıştırmak istedim. Cirque du Soleil‘in en ünlü prodüksiyonlarından biri olan Allegria‘yı, benim dünyada bugüne kadar deneyimlediğim en iyi salon olan Royal Albert Hall’da izleme şansını buldum. Bunun için hayata ne kadar minnettar olsam azdır desem, abartmış olmam. Salona girmeden önceki dinlenme salonları ve koridorlardan başlayıp, salona girince karşılaşılan görkem ve akustikle beraber, zaten bir gösteriye ihtiyaç bile kalmıyor diyebilirim. Öyle dursanız yeter. Bu salonla ilk olarak bir konser aracılığıyla tanışacağımı düşünürdüm – o da olacak bir gün eminim- ama Cirque du Soleil‘i ve özellikle Allegria‘yı başka yerde izlemeyi asla istemezmişim. Çok uzun yıllar önce izlediğim bir kayıtla tanıştığım Cirque du Soleil gösterilerinden birini izleyebilmek için yine geçen seneyi beklemem gerekiyormuş. Bilmeyenler için özetlemek gerekirse Cirque du Soleil bir sirk oluşumunun adı. Florida ve Las Vegas’taki kalıcı gösterilerinin yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerini turlayan ekipleri bulunuyor. Farklı hikayeler anlatan ama artık her biri klasikleşmiş gösterileri var. Bolca akrobasi izliyoruz ama aynı zamanda bir tema ve hikâye etrafında teatral bir şov da izliyoruz. Ayrıca hayvanları kullanmayan bir sirk olması da en bilinen özelliklerinden biri. Londra’ya hemen her sene bir başka gösteriyle geliyorlar. Geçen sene Allegria vardı, bu sene ise Corteo sergilenecek. Geçen senenin aksine bu sene en iyi yerlerden birinden izlemek gibi bir isteğim var ama bunu yapabilmem için buradan bir kampanya açıp fon toplamaya başlasam en doğrusu olacak gibi gözüküyor! Gösterinin kendisini ise anlatacak kelimelerim olduğunu sanmıyorum. Aklınızı çıkaracak akrobasiler ve yüreğinizi hoplatacak bir görsellikle, büyülenmiş olarak çıktığınız bir gösteri izliyorsunuz. Fırsatı olan asla ama asla kaçırmasın derim.
Guys & Dolls
Eski tarz Broadway atmosferini yeniden yaşatan bu müzikal, kumarbaz Nathan Detroit ve misyoner Sarah Brown arasındaki romantik ilişkiyi konu alıyor. Hikayesiyle olduğu kadar bir caz konseri tadındaki eğlenceli şarkıları ve dans sahneleriyle de keyifli bir oyun. Ama esas olayı, size de oyunun içinde olabilme imkânı vermesi. Tercih eden oturarak da izleyebiliyor, fakat maksimum keyfi sahne önünde ayakta izlediğinizde alıyorsunuz. Ben her ikisini de denedim oradan biliyorum. Önünüzde alçalıp yükselerek boyut değiştiren bir sahne var ve seyirci olarak siz de oyunun geçtiği mahallenin bir sakini haline geliyorsunuz. Özellikle klasik caz severler için çok keyifli, dans ederek izlenebilecek bir oyun. O kadar ki ben iki kere gittim ve bir daha gidelim diyen olursa hayır demeyebilirim.
Jamie
Gerçek bir hikâyeye dayanan Everybody’s Talking About Jamie, genç Jamie’nin drag queen olma hayalini ve bu yolda karşılaştığı engelleri anlatıyor. Şarkıları enerjik, sahne tasarımı güzel, hikâye güzel ama bende yeterli coşkuyu yaratmadığını itiraf etmek zorundayım. Oyunun önceki yıldızı, BBC’deki Strictly Come Dancing yarışmasına (Türkiye’de “Yok Böyle Dans” adıyla yayınlanmıştı) katılan ve orada izleyip etkilendiğim bir oyuncuydu, biraz onun üzerine görmek istemiştim oyunu da. O daha mı güzel oynuyordu ve şimdi mi değişti bilmiyorum. Sıkılmadım, güzel vakit geçirdim ama “unutamadığım bir hikâye” diyemem.
The Time Traveller’s Wife
Kitabını bildiğim ama okumadığım, film ve dizisinden ise haberdar olmadığım bir hikayeydi bu. Sonra geçen sene İpek Atcan Londra’ya gelip posterini gördüğümüzde, filmini çok sevdiğinden bahsetti ve onun üzerine oyuna bilet aldık. İpek, konusunun geçmiş ve gelecek arasında istemsizce seyahat eden bir adamın yaşadığı aşkı anlattığından bahsetmişti. Ben ise aklımdan bu hikâyenin sahnede etkili anlatılma ihtimali olmadığını geçirmiştim. Filmde sahne sahne çeker anlatır ama tiyatroda çok zor demiştim aklım sıra. Bir insan daha fazla yanılabilir mi acaba? O kadar zekice kurgulanmış bir sahneleme izledik ki inanamadım. Sürekli zaman atlamaları olan bir hikâye canlı canlı gözümüzün önünde oynanmasına rağmen biz o zaman kaymalarına inandık. Yukarıda Frozen‘ı anlatırken de bahsetmiştim, oyunlarda bazen çok dozunda illüzyon öğeleri kullanılabiliyor. Benim belki de en sevdiğim sürprizlerden biri de bunlar oluyor ve bu oyunda da karşımıza çıktılar. Maalesef Londra’da şu anda oynamıyor ama belki geri döner veya siz bir başka yerde yakalarsınız, o durumda kaçırmayın.
The Crucible
The Crucible ya da Türkçede bildiğimiz adıyla Cadı Kazanı, aslında bir müzikal değil tiyatroydu. Salem cadı mahkemelerini konu alan bu klasiğe doğrusu oyunun kendisinden öte sahnedeki yağmur perdesini görmek istediğim için gittim. Toplumsal histeri ve adalet kavramlarının sorgulandığı hikayelere içerik olarak fazlasıyla ilgili duymama rağmen, bu oyun sahneye konuş açısından bana aradığım heyecanı vermedi. Fakat tiyatro salonuna girdiğinizi ve tiyatro perdesinin olmasını beklediğiniz yerde yağmakta olan bir yağmur ile karşılaştığınızı düşünün. Üstelik dijital falan da değil, bildiğimiz su, yerime oturduğumda akan damlaların bir kısmı üzerime sıçrayacak kadar gerçek bir su. Sadece bunu deneyimlemek için bile gördüğüme sevindiğimi söylemeliyim.
Les Miserables
Sefiller‘in hikayesi galiba neye uyarlanırsa uyarlansın kötü olamıyor. Film haline geldiğinde de çok sevmiştim, müzikalini izlediğimde de aynı şekilde. Dile kolay 3 saat süren bir oyun, kimine son derece sıkıcı gelebilecek bir süre. Ama siz bana dramatik sahneler ve muhteşem şarkılardan oluşan bir ihtişamla gelin, ben orada 5 saat de otururum. İsyan, adalet, özgürlük, aşk gibi temaları üst üste koyup bir de Do You Hear the People Sing?‘i dinleyerek oyundan çıkınca sokaktaki insanlara “isyan, devrim, özgürlük” diye bağırıp ayaklanma çıkaracak kıvama gelmiştim.
Moulin Rouge
Geldik zurnanın zırt dediği yere… Beni yakından tanıyanlar Moulin Rouge filmiyle aramdaki tutkulu ilişkiye hâkimdir. Yine bir tutkuydu, isyandı, devrimdi hikayesi tabii, bir de Baz Luhrmann’ın büyük hayranlık duyduğum hikâye anlatımı sonucu benim belki beş yüzü aşkın defa (yanlış okumuyorsunuz) izlediğim bir filmdir. Hikâyeye ayrı, şarkılarına ayrı, oyunculuklara ayrı hayranımdır. Müzikal sahneye konulurken de Baz Luhrmann’ın danışmanlık yaptığını bildiğimden beklentilerim üst düzeyde gittim. Hatta o kadar emindim ki, izleyip de sevmediğini söyleyen bir arkadaşıma “kötü olması mümkün değil” gibi iddialı cümleler bile etmiştim. Şimdi yanlış anlaşılmasın, bu müzikal birçok insanı çok mutlu edecek bir yapım olabilir. Bir kere sahne dekoru harika ve filmdeki masalsı görüntüyü aynen sahneye taşıyor. Filmle benim gibi saçmalık seviyesinde bir ilişki kurmamışları çok mutlu edebilir. Hikâye, Belle Epoque Paris’inin ışıltılı dünyasına gelip, kendisini “gerçek, güzellik, özgürlük, aşk” mantrasıyla tanımlayan Bohem hareketinin ortasında bulan Christian’ın Satine ile yaşadığı imkânsız aşk etrafında dönüyor. Evet buraya kadar filmle aynı ama bence müzikleri güncele yaklaştırma fikri çok çok ama çok gereksiz ve bir o kadar da başarısız bir çaba olmuş. El Tango de Roxanne sahnesini yeni bir parçaya uyarlamak ve Roxanne‘i sadece fon müziği gibi kullanmaksa bayağı ihanet niteliğinde bana göre. Ayrıca zaten herhangi iki kişinin Ewan McGregor ve Nicole Kidman kimyasını yaratma ihtimali de yok ama bunu baştan kabul ederek gitmiştim. Kendi adıma bittiğinde alelade şekilde “hı hı evet güzel müzikal” deyip çıktığım bir oyun oldu. Özetle: Eğlenceli vakit geçirmek istiyorsanız, neden olmasın? Ama benim gibi büyük bir Moulin Rouge hayranıysanız hiç boşuna hevesinizi kursağınıza dizmeyiniz.
Hamilton
Bu müzikal benim bugüne kadar müziklerini en çok beğendiğim müzikal sanıyorum. Özellikle R&B sever biriyseniz bayılacaksınız. Hamilton, Alexander Hamilton’ın hayatı eşliğinde Amerika’nın bağımsızlığını kazanma tarihini, hip-hop, R&B ve caz gibi modern müzik türleri eşliğinde anlatıyor. Alexander Hamilton da gerçek bir tarihi şahsiyetmiş -ki ben bu konuda cahildim. Yine dile kolay 2 saat 45 dakikalık bir gösteri olmasına rağmen müzikler o kadar güzel ki bitmesin istedim. Dönemi çok güzel yansıtan bir dekor, güzel koreografiler ve akıcı bir hikâye anlatımı da cabası.
Ben ne bir tiyatro eleştirmeniyim ne de bu konuda ciddi fikirler oluşturabilecek bir birikimim var. Ama düzenli bir izleyiciyim ve kendime göre bir zevkim var, onları paylaşmaya çalıştım. Oyunlarla ilgili görüşlerim tamamen şahsi fikir ve deneyimlerimden ibaret. Belki de bazı oyunlar benim o günkü ruh halime kurban gitti veya tam tersi, günün coşkusuyla büyüdü. Onun için siz yine de kendi araştırmanızı yapın derim karar vermeden önce. Benim için şu anda ufukta Vanessa Williams’ın başrolünü paylaştığı The Devil Wears Prada ve Cate Blanchett’in oynadığı The Seagull var. İlk oyunlarımı izleyecekmişçesine heyecanlıyım her ikisi için de.
Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, Londra’daki tiyatro dünyası müzikallerden ibaret değil tabii ki, çok güzel başka oyunlar da var. Fırsat buldukça onlara da gitmeye çalışıyorum ve daha listemde birçoğu sırada bekliyor.
Kapatmadan önce son olarak güzel bir tiyatro seansı için tavsiyelerim:
- Oyunun başlama saatine son dakika yetişmeyin. En az yarım saat önceden tiyatroda olup fuayede bir şeyler içip sosyalleşin. Londra’da oyun izlemenin en keyifli yanlarından biri de Prosecco’nuzu (veya sevdiğiniz bir başka içeceği) yanınıza alıp salona geçebilmeniz.
- Şişelenmiş su olmadığı sürece su her zaman ücretsiz -bu sadece tiyatroda da değil, her etkinlikte böyle- dolayısıyla içki içerken barın kenarında bir yerde bulacağınız (bulamazsanız “tap water” diye sorarak isteyebileceğiniz) sürahilerden su almayı ihmal etmeyin, susuz kalmayın.
- Aksi belirtilmedikçe tiyatro boyunca fotoğraf/video çekmeye kalkışmayın. Çoğu oyun için buna izin verilen tek zaman oyun sonunda alkışlar sırasında.
- Oyun arasında klasik olarak satılan dondurmalardan yiyin. Sanırsınız ki Londra tropiklerde, öyle bir dondurma aşkı herkeste.
- Müzikler ve vokaller çok kusursuz veya orkestrayı göremiyorsunuz diye müzikler banttan veriliyor zannetme gafletine düşmeyin 😊
İyi seyirler.