Edward Ashton’ın 2022 yılında yayımlanan bilimkurgu romanı Mickey7’den ilham alan “Mickey 17”nin senarist ve yönetmen koltuğunda Bong Joon-ho oturuyor. “Parazit”filmi ile 92. Akademi Ödülleri’nde En İyi Yönetmen, En İyi Film, En İyi Özgün Senaryo ödüllerinin yanı sıra Güney Kore adına da En İyi Uluslararası Film ödüllünün de sahibi olan Joon-ho’nun Altın Palmiye kazandığını da es geçmeyelim. Gerçi günler ve geceler boyu konuştuğumuz Parazit’i unutmak ne mümkün…
Joon-ho’nun bu yeni uzun metrajı, 2019 yılında ortalığı kasıp kavuran “Parazit”in ardından büyük bir heyecan ile bekleniyordu. Beklentinin arşa çıktığı filmin oyuncu kadrosu Robert Pattinson, Naomi Ackie, Steven Yeun, Toni Collette, Mark Ruffalo ve Holliday Grainger ile bir yıldızlar geçidi. Kamera arkasında da yıldızlardan oluşan bir kadrosu olan filmin görüntü yönetmeni Darius Khondji (Delicatessen, Armageddon Time), yapımcısı Dede Gardner (Moonligt, 12 Years a Slave) ve kurguda ise “Parazit” ile Oscar adaylığı olan Yang Jinmo bulunuyor. Görsel efektler “Fast & Furious” ve “Fantastic Beasts” yapımlarından tanıdığımız Dan Glass’a, yapım tasarımı ise “Cruella” ve “The Favourite” ile Oscar adaylıkları bulunan Fiona Crombie’e emanet edilmiş. Bu isimler heyecanınızı katlamaya yetmediyse Warner Bros. Pictures’tan vizyona giren filmin 118 milyon dolarlık büyük bütçesinin de altını çizmek isterim. Vizyona girişinin ardından film yalnızca açtığı felsefi tartışmalar ve filmin anlatım tercihleri ile değil, bahsedilen bütçesiyle vizyonda kar edip edemeyeceği ile de tartışma konusu oldu.
Adam McKay’ın “İçinde yaşadığımız kapitalist cehennemin mükemmel bir alegorisi” olarak nitelendirdiği film, izleyicileri tam anlamıyla ikiye böldü. Absürt komedi eğlenceli ölümleri, kara mizah diyalogları, distopik- bilimkurgu mekanları, güncel politika hicvi ve parodi sahnelerini yeni bir başyapıt olarak nitelendiren izleyiciler bir yanda, “Parazit”in ardından arşa çıkmış beklentilerinin asla karşılanmadığını söyleyen büyük bir hayal kırığıyla karşı köşeye geçmiş izleyiciler bir yanda… Filmi seyretmeden, hiçbir yorum ve eleştiriyle tarafınızı seçmemenizi önemle rica ediyorum çünkü film beklediğinizin tersine olay akışını işletmeye ve her büyük olayın ardından ters köşeden golünü atmaya muktedir.
Mickey, geleceğin pek de yaşanılabilir hali kalmamış dünyasında tefeci diyebileceğimiz sadist kötü adamlara borçlanmış. Kurtuluşu uzayda koloni kurmak için yola çıkacak bir ekibe dahil olmakta buluyor. Tek bir sorun var, sözleşmenin miniminnacık yazılmış maddelerini okumadan imza atıyor, hepimiz gibi. Böylece “harcanabilir” olan Mickey, yaşamının kalanını bir laboratuvar faresinden hallice geçirmeye başlıyor.
Art arda absürt, komik, trajik, deneysel ve sayabileceğimiz pek çok sıfatla aklımızı başımızdan alan ölümler, Mickey’in kendi rızası ile gerçekleşiyor. Kurulacak koloni için yapılacak her deneyin nesnesi haline gelen Mickey, iğne üretim deneyleri, radyasyon ölçümleri, zehirli gazlar, ölümcül virüsler ve niceleri eşliğinde 16 defa ölüyor ve her seferinde MR benzeri bir insan yazıcıdan yeniden üretiliyor. Bu yazıcının dünyada kullanımı kati suretle yasak ancak uzaydaki hukuk ve etik boşluğunun sonuna kadar suiistimal edileceği de açık.
Pattinson’ın “Mickey 17” performansı, özellikle seçilmiş kulak tırmalayıcı bir sese ve aksana sahip. Hafif saf, çoğunlukla iyicil karakterimize bu ses eşliğinde izleyici sempati besleyebiliyor mu, bir muamma. Filmin dayandığı romanın kahramanının ismiyle müsemma ölüm sayısı 7, ancak Joon-ho’nun -asla- azla yetinmeyen senaryosunda Mickey 17’den -neredeyse- 18’e varıyor. Pattinson, 17 ve 18 arasında dikotomilerle tanımlayacağımız performansları ile büyük övgü topluyor. “The Lighthouse” (2019, Robert Eggers) ile ondan çok şey bekleyebileceğimizi gösteren Pattinson, Mickey’ler arasındaki geçişlerle oyunculuk paletinin hemen her rengini seyirciye sunma şansı yakalıyor.
Yeryüzünün yaşanmaz bir hal aldığı geleceğin dünyasında, sonunda (!) dünya dışında koloni kurabilmiş insanlık, tüm insanlığını da yanına alarak uzaya açılıyor. Uzay aracında harcayacakları kalori sınırında besleniyorlar, cinsel ilişkiye girmek gereksiz kalori israfı olacağı için kesinlikle yasak, herkesin çok net çizgilerle belirlenmiş görev tanımları var ve gemide bu tanımlar onları var ediyor, başka bir kendilikleri yok. Yalnızca görevleri üzerinden tanımlanan gemi personelinin en talihsizi Mickey ise defalarca tekrarlanan ölümlerin ardından ölümün anlamı ve yaşamın geri dönüşü ile kendisine yer buluyor. Ancak kendisinden bir sonraki versiyonun devreye girmesiyle kendi yaşamına, kendi emeğine ve dolayısıyla kendi varlığına yabancılaşan Mickey aslında, modern dünya insanının pek de uzak olmadığı dertlerden muzdarip.
Gemi yaşamı ve yemekhane görüntüleri, kolaylıkla başka herhangi bir filmin hapishane sahneleri ile karıştırılabilir. Bahsettiğim bu gri dünyanın keyifsiz kurallarının koyucusu tuhaf bir dini lider gibi tarikatında hayranlıkla karşılanıyor. Başarılı bir Trump taklidi olan Kenneth Marshall (Mark Ruffalo) ve eşi Ylfa (Toni Collette) bu tarikatın megaloman, ırkçı, cinsiyetçi ve kesinlikle bütünüyle delirmiş yöneticileri. Elbette geminin gri yaşamı onlar için geçerli değil, onlar yapay etleri ve sınıflarının statü göstergesi olarak görüp çok sevdikleri sosları ile sonunu getirdikleri dünyanın sefasını sürmeye gemide de devam ediyor.
Sınıf farklarının absürt bir alegorisi olarak yorumlanan filmin vizyon tarihi de bana göre büyük önem taşıyor. Mickey 17’nin 29 Mart 2024’te vizyona girmesi planlanıyordu. Ancak, 2023’teki büyük grev ile filmin post-prodüksiyon süreçleri aksadı ve Warner Bros. bu tarihe, “Godzilla x Kong: The New Empire”ı aldı. Böylece film 2022 yılında çekilmiş olmasına rağmen vizyona giremedi. Bunun filmin kaderi için muhteşem bir talihsiz-talihli tesadüf olduğu ise aşikâr. Film, dünyanın sağ kutuplara iyiden iyiye yöneldiği günümüzde, özellikle Trump’ın kazandığı seçimlerin ardından tüm dünyaya önemli bir uyarı sinyali gönderiyor.
Filmde Joon-ho, izleyicilerinin odağını Kenneth Marshall’ın destekçilerinin kırmızı şapkalar takması gibi su götürmez semboller kullanarak geleceğin karanlık tehlikelerine çekmek istiyor. Trump ve Musk’ın her geçen gün her birimizi hayretler içerisinde bırakan demeçleri ve her coğrafyada gücü yükselen otoriter rejimlerin kuracağı geleceği şimdiden her ihtimalin odağında değerlendirmenin önünü açmaya çalışıyor.
Filmin bu en büyük meselelerinden biri de merkantilizm döneminde siyahi insanların “insan” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışmalarına yaptığı gönderme. Kolonistler ayak bastıkları yeni dünyada karşılaştıkları medeniyetten uzak (!) bu canlıları ne yapacağını bilememiş, insanın tanımını yeni baştan yapmaya niyet etmişti. Bu tartışmalar kısa sürede yerini İncil’de böyle bir yaradılıştan bahsedilmediği savunusuyla medeni beyaz ırk tarafından siyahi insanların köleleştirilip sömürüldüğü bir düzen oluşturulmasına bıraktı. Gördüğünüz gibi Joon-ho’nun bu yeni eseri, yalnızca günümüz dünyasının sömürü düzenine değil, geçmişin bıraktığı izlere ve geleceğin üretebileceği yeni sömürü sistemleri üzerine de söyleyeceklerinden geri durmuyor.
Kolonistlerin sömürmeye geldikleri bu yeni dünyada keşfettikleri yeni tür, onları bir çeşit gri armadilloya benzetebiliriz, filmin “türcülük hakkında söyleyeceklerim var” başlığı altında değerlendirilebilir. Uyarımın dikkat noktası, “creepers” ismiyle adlandırılan bu yeni türün bilinçli olup olmadığını, entelektüel bir iletişim kurup kuramadığının çözülmeye çalışıldığı sahneler arasından. Kör göze parmak sahnelerle bezenmiş filmin bu bölümü, özellikle evini kuyruklularla paylaşan izleyicileri fazlasıyla rahatsız edebilir. Yeryüzünde doymak bilmemiş Ylfa’nın, tuhaf-sevimli creepers’ı, yepyeni bir sos tadım arzusuyla etiyle, kanıyla ve kemiğiyle kullandığı sahne üzerine, yaşadığımız ülkenin bugününe baktığımızda bile manidar görünen bu korkunç sahne üzerine ne diyelim? Haddinizi bilmeden elinizi uzattığınız her kuyruklu ve her toprak parçası sizin değil insan ırkı. Kuyruklular için adalet! Kuyruklular için özgürlük! Kuyruklular için yaşam alanı!
Filmin yeni bir alegori oluşturmaya çalışması ile creepers’ların konuşabilmesi, Mickey’ler arasındaki gerginlik, yaşamın ve ölümün anlamlandırılma problemleri, Marx ve kendi emeğine yabancılaşan işçi sınıfı derken filmin temas etmek istediği noktalar bitmiyor desek yeridir. “Mickey 17”nin tuhaf dış sesli anlatımına rağmen, temas etmek istediği tüm bu noktalara derli toplu değinemeyen film özellikle ikinci yarısında tepeden aşağıya yuvarlanan bir kar topu gibi dolu dizgin bir akışa giriyor. Bu ipini koparan yuvarlanma hâlini gereksiz bir karmaşıklık olarak görebilir ya da bu akışa kendinizi bırakıp kontrolden çıkmaktan keyif alabilirsiniz. Tercih sizin…
Dip not: Film üzerine biraz daha eğilmek isteyen izleyicilere “Maymunlar Gezegeni”nin insan-hayvan ayrımı ve entelektüel bilinci tartışan romanını, Charlie Chaplin’in asla eskimeyen başyapıtı “Modern Zamanlar”ı ve biraz daha ilerlemek isteyenlere Walter Benjamin’in “Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Eseri” isimli makalesini tavsiye ederim.