
Yaprakların sararmaya, balkabaklarının oyulmaya başladığı yılın onuncu ayı geldiğinde eğlence dünyasının hâletiruhiyesi de istemsizce korku türüne yüzüne döner. Ekim ayının Cadılar Bayramı ile final yapacak son haftasında gelin biz de sinema sanatının en başından bu yana hiç eskimemiş, her dönem yeni alt türler ve akımlarla cazibesini diri tutmuş korku türünün günümüzdeki vaziyetine bakalım.

Yılın bu dönemi, dünyanın her yanında sinemaseverler için korku filmi izlemek için spesifik bir bahane sunsa da aslına bakılırsa korku türü genel olarak tür sinemasının en üretken kolu olmayı sürdürüyor. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de yılın hangi döneminde olursak olalım sinema salonlarında her hafta en az bir adet korku filmi bulabilmemiz mümkün. Bunun başlıca sebebi filmin yaratıcısından ve içeriğinden bağımsız şekilde bizzat türün satın alınabilir bir standarda sahip ürüne dönüşmesi. Sinemada bir korku filmine gitmek isteyen bir seyirci karşılaşacağı ürünü aşağı yukarı tahmin ederek bilet alma rahatlığına sahip. Çoğu zaman vasat bir deneyimle dahi ayrılmayı göze alınarak gerçekleşen bu alışveriş, bazı zamanlarda istisnai kaliteye sahip filmlerle iz bırakabiliyor ve bu filmler de sinema tarihinde ve korku külliyatında kendine yer buluyor.
Seyircide kendine devamlı bir karşılık ve sınırsız kredi bulabilme lüksü, korku filmleri dışında belki de yalnızca auteur sinemasının sahip olabildiği bir şans. Her yıl kendini tekrarlayan film festivalleri döngüsü, yeni imza sahibi yönetmenler yaratıp hâlihazırda üretimine devam eden auteur’lerin yeni işlerini tüm dünyaya pazarlayarak belli bir imtiyaz ve market ilgisi yaratıyor. Filmlerin içerikleri ve kalitelerinden bağımsız bir şekilde bu imzalar ve festival referanslarıyla çoktan sinema salonları ve platformlar tarafından satın alınan işlere dönüyor ve tıpkı “kötü çıksa da alıcısı olan” korku filmleri gibi bir şekilde seyirciyle buluşma şansını elinde tutabiliyorlar. Sinema sanatını eğlence sektörünün bir parçası olmanın dışında daha ciddi bir mertebede gören sinema izleyicileri için haksızlık gibi hissettirecek bu karşılaştırmayı yapma sebebim aslında konuyu son 10 yılda korku filmlerinin başından geçen yeni bir dalgaya getirmek istemem.
Söz konusu dalga için kelimenin tam olarak anlamını karşılayacak bir hareketlenme diyebiliriz. Sinema tarihindeki akımların bir çoğu gibi üretici odaklı bir dalga olmasa da film terminolojisinde çoktan “elevated horror” adıyla kendine yer buldu bu hareketlenme. Türkçe sinema yazılarında da “yükseltilmiş korku” çevirisiyle kullandığımız bu söz konusu yeni hareket aslında 2010’ların ilk yarısında kendisine bir isim koyma gerekliliği hissettiren filmlerin peşi sıra sinema gündemini doldurmasıyla başladı. David Robert Mitchell’ın şimdiden bir zamane klasiğine dönüşen filmi It Follows (Peşimdeki Şeytan, 2014) ile başlayan fark edilen bu hareketlilik Robert Eggers’ın The Witch (2015) ve Jordan Peele’in Get Out (Kapan, 2017) filmleriyle iyiden iyiye dikkatleri üzerine topladı. Her yıl yüzlerce kalburüstü örneği sinemalarda ya da dijital platformlarda izleyiciye ulaşabilen korku filmlerinin arasında prodüksiyon ve özellikle yazarlık kaliteleriyle bir anda kolayca parlayan bu örnekler hızlıca endüstrinin yıldızlarına dönüştü. Ari Aster ilk uzun metrajı Hereditary (Ayin, 2018) ile söz konusu hareketin sembol filmlerinden biriyle çıkışını yaptığında tüm sinema camiası yükseltilmiş korku adını verdikleri bu “kaliteli” korku filmleri üzerine konuşmaya, prestijli ödül törenlerinde onlara bir yer açmaya ve bunlar gibi örneklerin devamını talep etmeye başlamıştı.

Adını andığımız bu yönetmenlerden arka arkaya gelen The Lighthouse, Us (Biz, 2019) ve Midsommar (Ritüel, 2019) gibi sansasyonel büyük filmlerle 2010’ları kapattığımızda artık elimizde kendi başına bir başlık altında toplanan, yönetmenleri “auteur’leştirilen”, sahneleri internet kültüründe memleşen bir alt kültür bulunuyordu. Bu filmlerin türe ve genel olarak sinemaya nasıl bir yenilik getirdiği konusundaysa pandemiden beri süren bir kafa karışıklığının mevcut olduğunu söylemek gerek. A24 ve Neon gibi günümüz sinema endüstrisinin işleyen dinamolarının hemen el atıp en yeni ve en kaliteli olarak izleyici önüne servis ettiği bu filmler kuşkusuz ki seyircide büyük bir karşılık buldu. Çoğunlukla sevilseler de olumsuz eleştirileri de beraberinde getirecek büyük bir ilgiye meşgul tutulmaları asıl konu. Ancak sinema tarihinde bir isim altında anılacak olan bu filmler ne yeni bir korku alt türü inşa ettiler, ne de yıldız isimlere dönüşen yönetmenlerinin belli bir manifesto altında birleştiği herhangi bir söze sahipler. Sonuçta tüm bu bahsettiğimiz, her biri birbirinden ayrı özellikleriyle öne çıkan yönetmenlerin, her biri herhangi başka bir korku klasiğinin izinde üretilmiş özgün filmlerinden ibaret.

Yine bu yılın en popüler filmleri arasında yer alan The Monkey ve Weapons filmleriyle “yükseltilmiş korku” sahnesinin en yeni isimleri Oz Perkins (Longlegs, 2024) ve Zach Cregger’ı (Barbarian, 2022) da bu başlıktan bahsederken anmadan geçmeyelim. Parker Finn’in yine hızlıca pazarlanıp bir hite dönüşen Smile film serisini de birlikte anabileceğimiz bu daha güncel örnekler söz konusu “yükseltilmiş” hareketi bir nebze daha alışık olduğumız klasik korku janrına yakınlaştırıyor. Bu sırada Robert Eggers ve Ari Aster son iki filmleriyle bekledikleri övgüleri toplayamayınca bir anda söz konusu hareketin düşüşü iyiden iyiye dillendirilmeye başlandı.

Tabii ki henüz 10 yıllık bir hareketlilik olmasına rağmen şaşırtıcı olmayan bir şekilde içinde bulunduğumuz reaksiyona dayalı kültürel üretim dönemiyle doğrudan ilişkilendirilerek eleştirilen bu yükseltilmiş korku türü filmleri konusunda biraz daha sakinleşmenin hem izleyici hem de eğlence sektörü için daha sağlıklı olacağını söyleyebiliriz sanıyorum. Ne bu söz konusu filmler yalnızca mevcut hareketliliği kullanan vitrin sunumlarıyla yargılanmayı, ne de arkalarında A24, Neon ya da geleneksel büyük Hollywood şirketleri bulunmayan diğer korku filmleri söz konusu ilgiden mahrum kalmayı hak ediyorlar. Günün sonunda korku filmi izleme isteğinin merkezinde yer alan, bu mevsimin konforlu seyir keyfinin temel motivasyonu tüm bu konulardan azade şekilde sürekli canlı duruyor. Kimi atmosfer yaratımı yönüyle öne çıkarken kimi günümüz dünyasında karşılığı olan politik metinleri korku türüne incelikle işlemesiyle dikkat çekiyor. Kimi korku filmleriyse yalnızca kendi mirasının referanslarıyla “ucuz” olarak anılmayı göze alarak eğlenmeye hazır izleyicisini tatmin etmekle yetiniyor. Son tahlilde korku sever izleyiciler bu filmlerin hepsini seviyor, iyisiyle kötüsüyle ilgisini esirgemiyor.
Sinema tarihi boyunca bugün yaşadığımıza benzer markalaşmaları, yeni olarak sunulan üretimleri ve farklı alt türleri deneyimledi korku sineması. Video kaset satılması/kiralanması gereken 1980’lerde endüstri çoğunlukla buna uygun filmlerin dağıtımına yöneldi ve slasher türü parladı örneğin. Ya da 1990’ların sonlarında hızla değişen teknoloji kültürüyle folklorik korku öğelerini bir araya getiren Japon korku furyasının yükselişi de yine dönemin ruhuyla doğrudan bağlantılıydı. Coğrafya ve dönem değişse de korku kültürünün seyirciden aldığı reaksiyon değişmiyor ve tam olarak sinema sanatının kendisi kadar eski. Korku filmlerinin sinema tarihinin en erken dönemlerinden beri varlığını sürdürebilmesi tabii ki bizzat film izleme deneyiminin doğasıyla kurduğu ortaklıkla ilgili. Karanlığın içine gömülüp fark edilmeyeceğini bilerek kocaman hikâyelere şahit olma refleksi, herhangi bir korku filminin canavarına/katiline/kötüsüne yakalanma korkusunu her daim ayakta tutuyor. Film izleme keyfiyle neredeyse birebir eşleyebileceğimiz bu reaksiyonun her daim hayatta kalacağını düşünürsek herhangi bir dönemde, herhangi farklı bir ambalajla korku filmleri sinemaseverlerin her daim gündeminde kalacak. Temel özellikleri kötü kararlar almak olan kahramanlarının hazin sonlarını da, onları yakalayan “canavarlarını” da eşit seven korku kültürü sinema perdesi durduğu sürece kendine orada yer bulacak.