Film - Dizi

Bir hayatın beş bölümü: Mr. Scorsese

Martin Scorsese’yi, Mr. Scorsese yapan kararları ve çok daha fazlasını beş bölümde görmek.
Ant Arın Şermet - 26 Ekim 2025
post image

Gara yaklaşan o trenden bu yana çok sayıda sinemacı gelip geçti. Çok değerli ve devrim yaratan yönetmenler izledik. Ancak Martin Scorsese kadar her şeyi doğru yapan ve komple bir sinemacıya pek de rastlamadık. Apple TV+ yapımı beş bölümlük Mr. Scorsese belgeselinde Martin Scorsese’nin hayatının ilk günlerinden bugüne, doğrusal yönde akan bir anlatı var. Sicilya’dan New York’a göçen bir ailenin ufak, sessiz ve kırılgan gözüken çocuğunun, sinemanın son 60 yılına nasıl damga vurduğunu önce belgesel anlattı. Biz de izleme keyfinizi kaçırmamaya çalışarak bunu özetlemeye çalışacağız.

İlk adım ve altın dönem

New York’un göçmeni bol bir bölgesinde büyüyen Martin Scorsese, belgesele, içten içe çok sinirli olsa da sessiz bir çocuk olduğu için sinemaya böylesi bir tutkuyla yaklaştığını anlatarak başlıyor. Ki göçmen mahallelerinde büyümek birçok problematik durumla küçük yaşta tanışmayı getirir insana. Evden atılmaya, babasının yaşadığı zorbalıklara ve sokakta kol gezen mafya düzenine aşina bir hayat başlangıcından kaçışı sinemada bulduğu gibi hayatındaki her şeyi buraya kanalize etti. Ancak sinema dünyası “Martin gelse de dünyayı değiştirse.” diye beklemediği için ilk adımını atmakta çok zorlandı. Ona verilen bir senaryoyu, kendisinden çok fazla şey katıp değiştirdiği için filmden atıldı. Ancak amacı, insanların ona verdiklerini değil, kendi istediklerini anlatmaktı. Çabalamaya devam etmese kaybolup gidecekken verdiği mücadeleyi yakından izlediğimiz belgeselde, “Mean Street” önemli bir yer tutuyor. Mahalleden arkadaşı olsa da kimsenin bilmediği bir oyuncuya, Robert De Niro’ya başrolde güvenerek ortaya çıkardığı sonuç, altın dönemi de başlatacaktı. Ki bu filmin anlatıldığı kısımdaki komik gerçekleri paylaşarak izleme zevkinizi bozmak istemiyoruz.

Martin Scorsese’nin ve aynı zamanda belgeselin de en yoğun dönemi olan “Taxi Driver”, birçok açıdan yönetmene sınırı göstermiş. Şiddet üzerine yapılmış en şairane film olarak tanımlanan “Taxi Driver”daki ünlü katliam sahnesi yüzünden filmin neredeyse sinemalarda gösterilemeyecek hâle gelmesi üzerine verdiği mücadele ayakta alkışlanacak seviyede. “Filmimi göstermezlerse gerekirse bir silah bulur ofislerini basardım.” diyen Scorsese’ye röportajı yapan Rebecca Miller, “Kullanacak mıydın peki?” cevabı verdiğinde; “Yok ya, belki havaya falan sıkardım.” dedikten sonra gülmesi de kontrast anlardandı. Bu filmin vizyona girebilmesini sağlayan kanın dehşet oranını azaltmak için senarist Paul Schrader’ın bulduğu kırmızı yerine kahverengi renge taşınması fikri de “Sinemada çarede tükenmez.” dedirtti. 

Duraklama ve yeniden doğuş

Scorsese’nin sinema kariyeri ne kadar başarılıysa özel hayatı o kadar başarısız desek az bile söylemiş oluruz. Ki bu noktada “Taxi Driver”dan kazandığı ivmeyi sürdürmesi beklenirken farklı tercihlerle beklentinin altını dolduramayan yönetmen hem özel hayatında hem de kariyerinde duvara çarptı. Ne yaşadığını anlayıp kendini toparlamaktansa “The Last Waltz” konser filmini çektiği The Band grubunun sesi Robbie Robertson ile ev arkadaşı oldu. Bu ev arkadaşlığını şöyle özetlemek mümkün: Uyuşturucu, uyuşturucu ve biraz daha uyuşturucu. Ha bir de uyuşturucu. Tamamen yönünü kaybettiğini yıllar sonra ifade eden Scorsese, seksenlerin cafcaflı dünyasında hayatta kalmak için hayatını toparlayan “Raging Bull”u yaptı ama yine de tam kendine gelemedi. Film büyük başarıya ulaşsa da Scorsese, ağır bir depresyondaydı. Bu dönemde Isabella Rossellini ile evlenen ama yine özel hayatını düzeltmekte zorlanan sanatçının önüne farklı bir film çıktı. Robert De Niro’nun da gazıyla yaptığı “King of Comedy”, günümüzde kült statüsüne ulaşsa da seksenlerin başında Scorsese’nin tabutuna çakılan son çiviydi. Film ne beğenilmiş ne de gişe yapmıştı. Depresyon, yalnızlık ve uyuşturucular Scorsese’yi ölüme yaklaştırırken son kurşununu sıktı.

Birçok sinemasevere göre sadece döneminin değil, tüm zamanların en başarılı filmlerinden biri sayılan “After Hours”, Scorsese’ye ihtiyaç duyduğu güveni sağladı. Bu güvenle de birlikte yıllarca hayalini kurduğu “The Last Temptation of Christ”ı yaptı ve ölüm tehditlerinden tutun da halk düşmanlığına kadar birçok sıfata maruz kaldı. O dönemde yaşadıklarını üçüncü bölümün sonuyla dördüncü bölümün ilk yarısında izlerken aslında doksanlara girerken özüne dönmek istediği de belli oldu. Mafya filmlerindeki başarısı sebebiyle mafya hikâyecisi tabirine maruz kalan yönetmenin doksanlardaki iki klasiği de bu sayede doğdu. Ama yeni çağa girmesi için yeni bir yüze, yeni bir yıldıza ihtiyacı olduğunu kendi de biliyordu.

Yeni çağ

Martin Scorsese’nin başarılarla dolu kariyerinin en büyük patlamalarından birini Leonardo DiCaprio ile güçlerini birleştirdikten sonra yaşadı. Tam 35 sene boyunca çekme hayali kurduğu “Gangs of New York”u beyaz perdeye taşıdığı epik filmle başlayan bu ortaklık, yeni neslin onu “The Wolf of Wall Street”i çeken yönetmen olarak tanımasını sağladı. Ki bu dönemde özel hayatında huzuru da sonunda yakalayan Scorsese, önceki evliliklerinden doğan kızlarının yaşayamadığı baba sevgisini Francesca’ya verdi. Belgeselin son bölümünde konuşan Francesca, “Babam kendimi bildim bileli benim yanımdaydı ve her şeyden çok beni sevdiğini hissettirdi.” demişti. Martin Scorsese’nin ortanca kızı Domenica Cameron-Scorsese, “Biz üç kardeş olsak da üç farklı babayla büyüdük. Aramızdaki en şanslı Francesca’ydı.” açıklamasıyla milenyumla beraber babasının yaşadığı dramatik değişimi anlatmıştı. Belgesel boyunca peşinden gidilen akışlar da aslında son bölümde buraya bağlanıyor. Hayatı boyunca öfkeli, hırslı ve hikâye anlatmaya aç bir işkoliğin, bir yandan kariyerini bir yandan ailesini idare edebilmeye çalışmasının örneğiydi Scorsese. Sinema tarihinin gördüğü en büyük isimlerden biri olmayı başardı ama pek de ideal bir baba olmadığını anlamak için bu beş bölümü izlemek yeterli.

Ayrıca belgeselin yönetmeni Rebecca Miller’ın, doksanlarda ve erken 2000’lerde Martin Scorsese ile çalışma şansına erişmiş Daniel Day-Lewis’in eşi, genç yönetmen Ronan Day-Lewis’in annesi olduğunu da sözlerimize ekleyebiliriz. Miller’ın sadece anı dinlemeyle ya da sadece arşiv görüntüleriyle yetinmeyip ortada hiçbir soru işareti bırakmayan akışına ve senaryosuna şapka çıkartmamak hem ona hem de Martin Scorsese’ye saygısızlık olur. Şimdi sırada, bu belgeselin verdiği motivasyonla tüm Scorsese filmlerini tekrar izlemek için zaman yaratmak var!

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans