“Her geçen gün sanat, hayatın önünde baş eğerek özsaygısını yitiriyor.” — Charles Baudelaire
Türkiye’de ise müzik artık baş eğmiyor, ona diz çöktürülüyor. Her kriz anında yeniden ve yeniden susturuluyor. Resmi iptallerle değilse, toplumun ahlaki baskısıyla. Hukuki yaptırımla değilse, sosyal medya linçleriyle. Geriye yalnızca edilgen bir sessizlik kalıyor. Zira bu ülkede müzik artık kendini savunabilecek bir özne olarak görülmüyor. Bir müzisyen arkadaşımın geçenlerde bana söylediği cümleyi aklımdan çıkaramıyorum: “Biz iyi gün dostuyuz”.
Müzik ne zamandır sadece eğlence oluverdi? Ne zamandır algısı yalnızca “çalgı çengi”ye ve “göbek atma”ya indirgenmiş durumda? Kimler müziğin yalnızca müzikten ibaret olduğu inancını kanıksattı toplumumuza ve kimlere yaradı müziğin susması?
İnsanlık tarihi kadar eski olan, kimi coğrafyalarda ve toplumlarda bir adı dahi olmaksızın insan hayatına su içmek, yemek yemek kadar eklemlenmiş bu var olma şekli her dönem karşımıza farklı kullanım alanlarıyla ortaya çıktı. Dinleri yaymak için kullanıldı, kralların taç giyme törenlerinde çalındı, savaşlarda moral, ritüel ve korku aracı oldu, zafer ilanlarında marşa dönüştü, ulusal buhran dönemlerinde moral verdi, deneysel ve yeninin öncüsü oldu, içe dönüklüğün en iyi ifade şekli oldu, toplulukları örgütleyerek azınlıklara ve baskı rejimlerinde yaşayanlara ses oldu, iktidarlar yıktı, ulaştığı her coğrafyanın kendi kültürüyle harmanlanarak söylenemeyenleri dile getirdi. Aynı anda hem halkların sesi, hem bireyin en özel ve biricik alanı, hem de devletlerin ideolojik aygıtı oldu. Dolayısıyla yalnızca özgürlüğü değil, sansürü de beraberinde taşıdı.
Platon’dan bu yana bazı müziklerin “toplumsal düzene zarar verdiği” düşüncesiyle sansürlenmesi, birçok yönetim için ideolojik bir refleks hâline geldi. Aristoteles, müziğin ahlaki ve sınıfsal etkilerine dikkat çekerken Konfüçyüs, yanlış müziğin devleti ve toplumu yozlaştırıp yumuşatacağına inanıyordu. Tarih boyunca birçok otoriter ve faşist rejimin müziği yasaklamış, kontrol altına almaya çalışmış ya da kendi ideolojisinin hizmetine sunmuştur. Müziğin halkları bir araya getirme gücü ve iktidarları tehdit edebilme potansiyeli, tarih boyunca birçok güç sahibinin bu konuya özel bir ilgi sahibi olmasına sebep olmuştur.
Yüzyıllar sonra bu görüşün Nazi Almanyası’nda “yozlaşmış müzik”, Sovyetler’de “sosyalist realizm”, Türkiye’de ise “toplumsal hassasiyet” kılıflarıyla karşımıza çıktığını görüyoruz.
Aristoteles’in “insan, politik bir hayvandır” sözü var olma eylemini siyasileştirir. İnsan yaşadığı koşullara göre şartlanır, eylemleri ve düşünceleri şartlandığı toplumun sosyoekonomik ve siyasi koşulları üzerinden şekillenir. Müzik politiktir. Sanatı sanat için yaptığını ileri süren sanatçının bireyselci ve apolitik tavrı ise siyasi bir seçimdir.
Müzik yalnızca bir duyumsama, basit bir dinleme ve/veya icra eylemi değil, bir anlatma, ifade etme, örgütleme ve hatırlama biçimidir. Dolayısıyla her dönem, her rejim ve her toplum müziğe yalnızca estetik değil, bilinçli veya bilinçsiz olarak politik bir tavırla da yaklaşmıştır. Müziği siyasal bağlamından çıkarmak, bundan fayda görecek güç sahipleri için müzik anlatımını değiştirerek topluma onu kullanılacak bir meta, içi boşaltılmış bir eğlence aracı olarak sunma şeklinde gerçekleşmiştir. Velhasıl, Adorno’nun ‘yüksek kültür’ünden, “tüm eğlenceler iptal edildi” cümlelerine tam olarak böyle geldik işte.
Bugün Türkiye’de endüstrileşmenin, globalleşmenin, kültür-sanat politikalarının ve 1980 darbesi sonrası neoliberal politikaların desteklediği özelleştirme ve piyasalaştırmanın sonucu olarak müzik, metalaştırılmış ve “eğlence sektörü” adlı, ne olduğunu tam da açıklayamadığımız bir sektörün içerisinde konumlandırılmış durumda. Theodor Adorno ve Max Horkheimer, müziğin piyasa talepleri doğrultusunda endüstrileşmesini “kültür endüstrisinin tahakkümü” olarak tanımlar. Bu tahakküm, müziği yalnızca dinlenebilir değil, aynı zamanda satılabilir kılar. Ve satılan şey artık sanat bağlamından çıkarılıp duygunun formülü, eğlencenin endeksli hâli, tüketime uygunlaştırılmış bir deneyime dönüştürülür.
Chin-Tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi adlı kitabında sosyal devletin, kamusal hizmetin ve kültürel üretimin desteklenmesinin azaltıldığı neoliberal politikaların özellikle kültür-sanat alanını nasıl kurumsallaştığını anlatır. Wu’ya göre 1970 yıllarında İngiltere’de Margaret Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan ile başlayan bu dönem, yalnızca kültürün piyasa mantığına devri değil, aynı zamanda estetik üretimin doğrudan sermayeye bağımlı hâle getirilmesidir.
Ülkemizde aynı süreç, 1980lerde devletin kültür ve sanat üzerindeki doğrudan fonlayıcı rolünün zayıflaması ve kültür sanatın, çoğunlukla özel bankalar, enerji şirketleri, inşaat firmaları ya da çok uluslu markalara uygulanan teşvikler, vergi indirimi ve vergi serbestileriyle özel sektöre devredilmesiyle gerçekleşmiştir. Finansal teşvikler, vergi indirimi ya da vergi serbestileri ile bu şirketlerin sanata yatırım yaparak sektörde himayelerini oluşturmalarını sağlarken müzik üretimi, sahnelenmesi ve dağıtımının giderek piyasa merkezli kriterlere göre şekillenmesine yol açmıştır.
Bugün Türkiye’de müzik sektörünün büyük aktörleri diye adlandırdığımız yapılar—festival organizatörleri, konser mekanları, müzik yayıncılığı yapan şirketler vs.—çoğunlukla özel sektör tarafından kurulmuş, fonlanmış veya doğrudan sermaye gruplarına bağlı, özel sektörün başka aktörlerinin sponsorluklarıyla çalışan yapılar. Bu bağımlılık ilişkisi ise yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik. Çünkü bir kurumun kimin parasını kabul ettiği, kime hesap verdiğini de belirler.
Ve tüm bu yapının içinde küçük ölçekli işletmeler, bağımsız müzisyenler, ekipler, sahne önü ve arkası çalışanları görünmezleşir. Çünkü müzik artık sermayenin risk yönetimi açısından da bir unsur hâline gelmiştir: kriz varsa, konser iptal olur. Toplumsal gerilim varsa, sahneye çıkılmaz. Çünkü marka değerine zarar gelir. Müziğin değeri değil, onu fonlayanın itibarı korunur. Konserlerin iptal edilmesi yalnızca bir saygı meselesi değil; aynı zamanda bir kurum stratejisi, bir itibar yönetimi, bir piyasa refleksi hâline de gelmiştir.
Öte yandan Batı merkezli müzik tanımı, bugün pek çok ülkede olduğu gibi bizde de müziğin eğlence olduğu algısını yeniden üretmektedir. Etnomüzikolojik ve postkolonyal bir perspektiften baktığımızda müzik yalnızca bir araç değil; bir bağlam, bir eylem, bir ortam ve bir işlevdir. Müziğin tanımı Batı odaklı bir anlatımda olduğu gibi evrensel değil, kültüreldir. Bir toplum için müzik olmayan bir ses, başka bir kültür için kutsal bir ifadedir. Müzik ne zaman ki lügatımıza Batı’dan bir kelime olarak girdi, o zaman ona dair varsayımlar da ithal edildi. Ve bu ithal anlayış, bugün bizde yıllarca süren devlet politikaları ve müziğin apolitikleştirme çalışmalarıyla “konser eşittir eğlenmek” şeklinde katılaştı.
Geçtiğimiz yıl müziğin toplumsal krizlerde ilk susturulan alan olma konusunda +90’da yayınladığımız bir video sonrası gelen bazı sosyal medya yorumları bu algıyı açıkça ortaya koyuyordu:
“Üç gün de para kazanmayıverin, ne ağladınız.”
“Siz öldüğünüzde biz kapınıza çalgı çengiyle gelelim.”
“Cenazenizde göbek atmaya ihtiyacımız var.”
“Müzik zaten hep eğlenceydi.”
Tam da bu yorumlar, müziğin yalnızca ticarileştirilmiş ve daraltılmış hâlinin kanıksatıldığı bir toplumsal okur-yazarlık eksikliğine işaret ediyor. Müzik, Batı’dan ithal edilmiş tekil bir eğlence formu değil; yaşayan, nefes alan, anlam kuran, bir araya getiren, hafıza taşıyan bir toplumsal örgüdür. Bir konser kimi zaman anma, kimi zaman yas, kimi zaman duygusal ifade, kimi zaman da direniş alanıdır.
Ağıt yakma, İslamiyet öncesi Türk topluluklarından, Anadolu halklarından günümüze gelen ve yas sürecinde kullanılan müzikal bir anlatı biçimi. İnsanlığın var oluşundan itibaren tüm topluluklarda bulunan bir gelenektir ağıt yakmak. Resitasyon, yani duaların makamla okunması; ezan, mevlit, ilahiler, zikir… Tüm bunlar da aslında müziğin ritmik, melodik, işitsel ve bedensel boyutlarıyla bireyin yalnızca yaratıcıya değil, topluma da seslendiği alanlardır. Müziği yalnızca pop şarkısından ibaret sanmak, hem bu coğrafyanın tarihine hem inanç sistemlerine hem de hafızasına haksızlık olur.
Bir hikaye anlatımına baktığınızda, o anlatıyı kimin yaptığına dikkat etmek gerekir. Oradaki ağları ve parayı takip ettiğinizde bilginin ne kadar masum olup olmadığını göreceksiniz.
Her etkinlik bir ekosistemdir ve bir taş yerinden oynadığında, zincirleme olarak yüzlerce, binlerce kişinin yaşamını etkiler. Konserler iptal olduğunda yalnızca sahneye çıkan müzisyenler değil, sahne arkasında çalışan onlarca, hatta yüzlerce kişi sessizce işsiz kalıyor. Programlamacılar, prodüksiyon ve operasyon ekipleri, sahne teknisyenleri, ses ve ışık mühendisleri, yükleme ekipleri, destek ekipleri (güvenlik, sağlık, teknik), organizasyon sorumluları, biletleme firmaları, ajanslar, bar çalışanları…
Bu hassas ekosistemin çalışanları çoğunlukla sigortasız, güvencesiz, sendikasız ve hatta mesleki olarak tanımsız. Çoğu zaman resmi evraklarda hangi kutucuğu işaretleyeceğini bile bilemeyen, freelance (serbest) çalıştığı için devlet desteklerinden yararlanamayan, pandemide “yardım almaya uygun değil” notuyla yüzleşmiş bir kitle bu. Bazılarının iş tanımlarında hâlâ “serbest meslek erbabı” yazıyor. Bu insanlar canlı müzik sektörünün görünmeyen kahramanları ama her kriz anında ilk unutulanlar da onlar oluyor.
Birçok müzik profesyoneli hayatını proje bazlı çalışarak sürdürüyor. Sabit maaşı, yıllık izni, hafta sonu tatili, emeklilik güvencesi olmaksızın. Yalnızca iş yaptığında para kazanabiliyor. Dolayısıyla bir etkinliğin iptali sadece program değişikliği değil; gelirin, geçimin, yaşamın kesintiye uğraması demek. Ve ne yazık ki her kriz anında, bu insanlardan sessiz kalmaları, iş bırakmaları, durmaları bekleniyor.
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve ardından kendisi ve kültür-sanatta ülkemiz ve İstanbul’a çok büyük katkıları bulunmuş Mahir Polat ve Murat Abbas dahil İBB’den önemli isimlerin gözaltına alınmasıyla birlikte başlayan protestolar ve boykot paylaşımlarının ilerleyen günlerinde yine benzer bir ikilikle karşılaştık. Protestoların başladığı ilk günden itibaren konserler bir bir iptal edildi. Bazıları organizatör kararıyla, bazıları sanatçı kararıyla, bazıları ise doğrudan baskılarla durduruldu.
Sormamız gereken soru şu: Hiçbir sektör genel grev ilan etmemişken neden yalnızca müzik sektörü çalışanlarından bunu bekliyoruz?
Kimsenin iş bırakmadığı ve greve gitmediği bir dönemde müzik sektörü profesyonellerinin iş yaptıkları için linçlendiğini görüyoruz. Toplumsal vicdanın pusulası, yalnızca müzik üzerinden ayarlanıyor sanki. Bu süreçte sektör tarafından yapılan itirazlar da çoğu zaman “duyarsızlık”, “apolitiklik”, “dikkat dağıtıcılık” yaftasıyla bastırılıyor. Oysa kimse eğlenmek istemiyordur da; belki birlikte dayanışmak, birlikte anmak, birlikte direnmek istiyorlardır belki. Müziğin iyileştirici, birleştirici gücüne tutunmak istiyorlardır. Kimi zaman sahneye çıkmak yalnızca bir performans değil, hayatta kalma stratejisidir. Kimi zaman bir konser, tek bir kişinin haftalardır ilk defa nefes alabildiği yerdir.
Son günlerde özellikle sosyal medyada yaşanan tablo bize çok şey anlatıyor.
Birincisi, bu ülkede müzik hâlâ ciddiyetsiz bir “uğraş” olarak görülüyor. Meslek diyemiyorum bile.
İkincisi, sektör emekçilerinin varlığı ve fedakarlığı neredeyse hiçbir zaman fark edilmiyor.
Üçüncüsü, kriz anlarında kolektif ahlak yalnızca müzik üzerinden şekilleniyor.
Ve dördüncüsü, ülkede genel greve gitmesi beklenen tek bir sektör var.
Oysa sessizlik, boykot ve grev, herkes tarafından eşit uygulanmadığında yalnızca bir vicdan testi değil, bir ceza biçimine dönüşüyor. Ve bu ceza, en çok müziğe kesiliyor.
Tekrar etmekten imtina etmeyiniz:
Müzik sadece eğlence değildir.
Müzik, direniştir.
Müzik, bir yas şeklidir.
Bazen bir marşla yürürüz, bazen bir ezgiyle ağlarız.
Acıyı ve öfkeyi paylaşmak yalnızca susmakla olmaz; bazen birlikte şarkı söylemekle, bazen bir melodide buluşmakla, bazen sadece bir konser mekânında yan yana durmakla olur.
Bugün bir müzisyen, organizatör, sahne amiri, ışıkçı, menajer, ses teknisyeni ya da bilet görevlisi bir etkinlik iptal edilmediğinde hedefe konuluyorsa, bu yalnızca müziğe değil, yaşama da bir saldırıdır. Müziğin ve müzik emeğinin, hayatın içindeki yeri anlaşılmadan bu çarpıklık çözülemez. Müziği yalnızca bir eğlence aracı olarak görmeye devam ettikçe onu susturmakta da bu kadar acele edeceğiz. Her kriz anında ilk vazgeçilenin müzik olması tesadüf değil. Bu, yıllardır yapılandırılan, eğitilen, yönlendirilen bir algının ve sosyal mühendisliğin sonucu: “Müzik dursun.” Çünkü “şimdi dikkat dağıtma sırası değil”. Çünkü “gündem ciddi”.
Oysa tam da bu yüzden müzik devam etmeli. Toplumların travmalarıyla baş etme biçimlerinden biri de birlikte ses çıkarmaktır — bazen bağıra bağıra, bazen fısıldayarak. Ama mutlaka bir sesle.
Ki müzik devam ediyor da zaten, herkes bir ağızdan bu şarkıları söylüyor, meydanlarda bu şarkılar dinleniyor. Sokaklarda pankartlarda gördüğümüz, büyük amfilerden protestolarda dinletilen o şarkılar derdimizi anlatmıyor mu? 2025 yılında bile ülkesinde barınamayan, yazdığı şarkı sözleri için baskı ve tehditlerle karşılaşan, her ulusal krizde işinden olan bu sektör emekçileri daha ne yapsın, diyesi geliyor insanın.
Müzik siyasidir.
Bir duruştur.
Kolektif bilinçtir, hafızadır.
Müzik, güç sahiplerinin en korktuğu araçlardan biridir.
Lütfen sanatı, özellikle böyle zamanlarda daha da ısrarla destekleyin. Piyasanın talepleriyle popülerleşmiş, milyonlarca takipçisine rağmen sessiz kalan sanatçıların değil; varoluş mücadelesini zanaatine işleyen sanatçıların yanında durun. Konserlere gidin, direniş ve müzik tarih boyunca hep kol kola yürümüştür. Bir ülkenin kalkınması ve ilerlemesi ancak sanatla birlikte mümkün olabilir. Sanatçılar susturulduğu an toplum karanlığa mahkumdur. Hiçbir kuvvet, sesinden vazgeçmeyen bir halktan daha büyük değildir.