Modern çağın müzisyenleri günümüzde sadece bir sanatçı değil; sosyal medya yöneticisi, prodüktör, video editörü, reklamcı, dağıtımcı ve zaman zaman kendi menajeri. Ve tüm bu rollerin altında ezilen binlerce ses var; duyduğumuzdan daha çok susan, ürettiğinden daha çok tükenen… Sanatçıdan sürekli üretmesi, üretirken güncel kalması, güncel kalırken içerik üretmesi ve içerik üretirken yine de özgün kalması bekleniyor. Gelin, bu çağın müzisyenlerinin yorgunluğuna bir kulak verelim. Çünkü müziğin içinde farklı rollerde yer alırken belki de en çok bu çağda, birbirimize ses vermeye ihtiyacımız var.
Eskiden (aslında çok da eski olmayan bir zamandan bahsediyorum) yalnızca şarkı yazmak, bunu kaydetmek, albüm olarak çıkarmak ve sahnede bunu icra etmek bir müzisyen için yeterli sayılabilirdi. Sadece bunları yaparak hem hayatta kalabilir hem de sonraki üretimlerini daha sakin bir kafayla gerçekleştirebilirdi müzisyenler. Ancak günümüzün müzik endüstrisi (tabii eğer hâlâ bir endüstriden bahsetmek mümkünse) sadece bunu yaparak hayatta kalmanın mümkün olmadığı bir er meydanı. Geçen gün dergy’de Diskopolis ile yaptığımız röportajda Mert Çodur’un “Bağımsız olsak da olmasak da sadece şarkı üreterek kalıcı şekilde var olabilmek güncel şartlarda dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil.” sözü de aslında bu konuya eğilmem için bir ışık yaktı kafamda.
Bugün gerçekten de bir müzisyenin, şarkının sözünü yazması, düzenlemesi, sosyal medyada tanıtması, kendi klibini yönetmesi, Spotify algoritmalarıyla savaşması ve bir yandan da “görünür” kalması gerekiyor. Yani artık müzisyenlik, sadece müzikle değil, bir tür var olma savaşıyla da ilgili bir konuma taşınmış hâlde. Bu durum da ister istemez müzisyenlerin büyük bir yorgunluk sarmalına girmelerine neden oluyor. Peki müzisyenlerin bu yorgunluğunun sebepleri neler, gelin birlikte bakalım…
Müzik yapmak üzere bir yola çıktıysanız, bir nevi yeni kurulmuş bir start-up’ın da başındasınız demektir. Yazının başında da dediğim gibi aslında eskiden bir müzisyenin bunları düşünmek gibi bir derdi yoktu. Yani o rock’n roll yaşayan müzisyenler, bu yüzden o şekilde nerede akşam orada sabah yaşayabiliyordu. Grup üyeleri ya da şarkıcı şarkısını yazar, stüdyoya girer, belki de bir menajer veya plak şirketi gerisiyle ilgilenebilirdi. Ancak bugün özellikle bağımsız sahnede işler çok değişti. Müzisyen hem söz yazarı, hem besteci, hem aranjör, hem kayıt mühendisi, hem grafik tasarımcı, hem sosyal medya yöneticisi, hem içerik üreticisi, hem de kendi menajeri olmak zorunda. Dijital platformlarda çıkacak (bakın CD ya da plak demiyorum bile) bir şarkıdan önce dijital dağıtım ayarlarını yapmak, tanıtım görselini tasarlamak, Instagram ya da TikTok için video çekmek, içerik takvimi hazırlamak gibi bambaşka işler müzisyenin üzerine yıkılmış durumda. Bu yük sadece yaratıcı enerjiyi değil, müzisyenin zamanını ve kaynaklarını da sömürüyor. Müzik yapmak isteyen biri; e-postalar, yazılımlar, tanıtım kampanyaları, bütçeler arasında boğuluyor. Ve çoğu zaman günün sonunda “müzik” yapacak enerjisi kalmıyor. Büyük yapım şirketleriyle çalışan isimler için bu biraz daha kolay ancak, onların da baskı altında olduğu birtakım mevzular var elbette.
Eğer idealist bir müzisyenseniz, sosyal medyanın sizi sömürmesine tabii ki izin vermezsiniz ancak bu sizin nereye varmak istediğinizle alakalı. Andy Warhol’un dediği “bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” lafına benzer bir şekilde bir gün herkes o algoritmanın esiri olacak takdir edersiniz ki. Yani siz ne kadar “benim sosyal medya ile işim olmaz” deseniz de kendinizi duyurabilmek ve gösterebilmek için o mecraya mecbursunuz. Müzisyen bir arkadaşımla yaptığımız bir sohbet sırasında bana “ben görünebildiğim kadar varım, yoksa kimsenin umurunda değilim” demişti. Bu da aslında sosyal medyada görünebilir olmanın ne kadar önemli olduğunu gözer önüne seriyor. Hâliyle de bir şarkının sadece iyi olması yeterli olmuyor günümüz müzik dünyasında. O şarkının nasıl sunulduğu, Instagram Reels’te kaç kere döndüğü, TikTok’ta kaç kişinin playback yaptığı ya da YouTube Shorts’ta ilgi çekici bir intro yakalayıp yakalayamadığı gibi faktörler, o şarkının ve dolayısıyla müzisyenin akıbetini de belirliyor. Bu da müzisyeni sadece bir sanatçı değil, aynı zamanda bir “influencer” gibi davranmaya itiyor. Kamera karşısında rahat olmalı, edit yapabilme yeteneği kazanmalı, algoritma saatlerini ezbere bilmeli. Ve sürekli “eğlenceli” kalmalı. Ancak müzisyenlik eğlendirme vasfı olan bir meslek değil, şarkısını duyurmaya çalışan bir insan neden bunları yapmakla yükümlü olsun ki?
Bu kısmı en iyi Bulutsuzluk Özlemi’nin ‘Beynim Zonkluyor’ şarkısının girişi anlatabilirdi diye düşünüyorum. Günümüzde birçok kişinin (bilhassa yaratıcı işlerle uğraşan insanların) kulağında yankılanan ses zaten bu. Durmaksızın üretmek zorundayız, hiç mola vermeden ortaya bir şeyler koymak zorundayız. Müzisyenler içinse bu zorunlulukla birlikte hayatta kalma motivasyonu. Daha önceleri 2 yılda bir albüm çıkarmak için çalışmalara başlayan ve bu süreçte bir önceki albümün kazandırdığıyla yaşayabilen müzisyenler artık neredeyse 2 haftada bir yeni şarkılar yayınlamak durumundalar. Çünkü dijital platformların dayattığı sistemde artık “sürekli içerik” üretmek zorundayız. Temel problem şu: “Ayda bir şarkı çıkarmazsan unutulursun, algoritma seni kenara atar.” Bu yüzden birçok sanatçı, içinden gelmese bile “bir şey” üretmeye mecbur kalıyor ve bunun sonucunda gerçekten de çoğunlukla ortaya nitelikten uzak Instagram postundan farksız bir parça çıkıyor. Ancak bunun en büyük dezavantajı da yaratıcı üretimin en temel duygusu olan içtenliği öldürmesi. Müzik bir ifade biçimi olmaktan çıkıyor; algoritma savaşının parçası hâline geliyor. Üretim artıyor, ama sonucunda sanatçı tükeniyor.
“Gördün mü ağğğğğbi, şarkı milyon dinlenmiş!” sözü artık günümüzün en büyük challenge’larından biri. Nasıl ki sosyal medya fenomenleri çektikleri videoların milyon izlenmesinin peşindeyse, müzisyenler de şarkılarının yüzbinlerce dinlenmesinin peşinde koşmak zorunda kalıyor. Çünkü bugün bir şarkının başarısı, ne kadar konuşulduğu ya da insanların ruhuna ne kadar dokunduğuyla değil, kaç kişinin dinlediğiyle, kaç kişinin listeye eklediğiyle ve ne kadar “paylaşıldığıyla” ölçülüyor. Bu da sanatçıyı, müzik üretiminde bile “istatistiksel düşünmeye” zorluyor. Müzik, matematiksel bir formüle sahip olsa da bu senaryo; duyguların körelmesine ve ister istemez ortaya çıkan eserlerin de sentetik bir forma bürünmesine sebep oluyor. “Bir intro kaç saniye sürmeli ki dinleyici geçmesin? Atak ne zaman girmeli ki dikkat dağılmasın? Akor yapısı basit olmalı ki TikTok’ta cover’ı kolay yapılsın…” İşte tüm bu endişeler müzikal içeriği kısıtlıyor. Sanatın değerinden çok verinin değeri konuşuluyor. Üstelik bu sayısal rekabet, dinleyiciler arasında da sanatçıları karşılaştırmaya varıyor. Kim daha fazla dinlenmişse, o “daha iyi” algısı yaygınlaşıyor, bu da üreticiyi sürekli tatmin olmayan bir izleyiciye performans sergilemek zorunda bırakıyor.
Plak şirketleriyle çalışmayan ya da herhangi bir kurumsal destek alamayan müzisyen ya da gruplar, bugün kendi kariyerinin her aşamasını ve her zorluğunu sırtlamak zorunda. Nil Karaibrahimgil diyordu ya “tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım” diye. Günümüz müzisyenlerinin hâli de bundan çok farklı değil. Müzisyenler kendi konser mail’lerini kendileri atıyor, PR için basın bültenlerini yazıyor, YouTube’taki açıklamalarını ve gelen yorumlara gelen cevapları kendileri kurguluyor, konserlerde ekipmanlarını kendileri taşıyor, dijital platformların editörlerine ulaşmak için LinkedIn profilleri geziyor. Yani müzisyenler adeta her koluyla başka bir şey yapan bir ahtapota dönüşüyor. Muhtemelen siz okurken yoruldunuz ancak özellikle bağımsız müzisyenlerin her günü böyle geçiyor ve bu yalnızlık, sadece iş yükü açısından değil, psikolojik olarak da yıpratıcı bir süreç hâline geliyor. Bu çabanın görünmez olduğu bir senaryoda ise müzisyende “her şeye rağmen neden devam ediyorum?” buhranı meydana gelebiliyor.
Konser vermek, bir zamanlar sanatçının en güçlü ifade alanıydı. Hele prestijli büyük konser mekanlarında performans sergilemek, gerçek anlamda şarkıcı & grupların zirve noktasıydı. Bugünse organizasyon yükü, maddi zorluklar ve teknik problemlerle dolu bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Şehirlerarası yol süreçleri, konaklama, sahne ekipmanı, ses sistemleri, prova alanları… Hepsi ayrı bir yük. Üstüne, küçük sahnelerin düşük bütçeleri ve mekânların ekonomik kaygılarla sanatçıyı sıkıştırması, bu süreci daha da yıpratıyor. Bu yüzden de bazı müzisyenler, konser vermek yerine evde sosyal medya üzerinden yayın yapmayı ya da sahne almamayı tercih eder hâle geldi. Çünkü müzisyenlerin yaşadığı stres, konser sürecinde alacağı keyfin önüne geçmeye başladı.
Bu iş yalnızca müzisyenlerde bitmiyor tabii ki. Durmaksızın yeni ve hızlı üretimle karşı karşıya kalan dinleyiciler de bir nevi zehirlenme ile karşı karşıya kalıyorlar. Bunun sonucunda da dinleyicilerin artık büyük kısmı, müziği derin bir bağ kurarak değil, içerik gibi tüketiyor. Beğen, paylaş, geç. Hızlı tüketim kültürü, müziği ruhsal bir deneyim olmaktan çıkarıyor. Önceleri sanatçılara gelen hayran mektupları ya da canlı televizyon programlarındaki telefon bağlantıları bugün yerini DM’lere bırakmış durumda ve emin olun günümüz insanları, sosyal medyanın da etkisiyle zorbalık yapmaya çok müsait. Örneğin dinleyici tarafı “bir sonraki şarkı ne zaman geliyor?” diye sorduğunda, müzisyenin nasıl bir süreçten geçtiğini çoğu zaman düşünmüyor. Bu empati eksikliği, sanatçının yalnızlığını daha da artırıyor. Duyulmak isteyen sanatçı, aslında en az dinleyici kadar “anlaşılmak” da istiyor.
Aslında bunun cevabı; yapım şirketlerinin yeni ve adil stratejiler üretmesinin yanında müzisyenlerin don kişot’luğuyla şekillenebilir. Nihayetinde hepimiz mental ve fiziksel sağlığını korumakla yükümlüyüz. Bunun için de müzisyenler, her şeyi tek başına yapmak zorunda değil. Bazen destek olacak bir elden tutmak, mantıklı iş birlikleri yapmak; zorlayıcı engelleri aşmak için harika bir fırsat olabilir. Sosyal medyanın kurallarına tabi olan değil de kendi kimliğinle özdeşleşmiş yayınlar sürdürmek yine müzisyenlerin bir şeylere yetişmek zorunda hissetmesinin önüne geçebilir. Gerçek dinleyicilerle bağ kurmak, metrik ölçülerden uzaklaşmak; müzisyenlerin nicelikten çok niteliğe ağırlık vermesine yardımcı olabilir. Yorgunluk, bu çağın kaçınılmaz gerçeği olsa da göz yummak zorunda olunan bir son değil. Kabul etmek gerek ki bu sektörde güç, yalnızca yapılan şarkılarda değil; ne zaman duracağını bilmekte de saklı.